Agra denince akla ilk olarak Tac Mahal geliyor ama Agra Kalesi de Babürler dönemine ait olan ve günümüze kadar gelen en iyi yapılardan biri. Tac Mahal'in gölgesinde kalmış olmasına rağmen turistler tarafından oldukça rağbet görüyor.
Hindistan; eyalet ve birlik bölgeleri olarak adlandırılan toplamda 36 kısımdan oluşan kocaman bir ülke. Agra da Hindistan'ın en kalabalık eyaleti olan Uttar Pradeş'te yer alıyor. Agra turizm merkezi olması dolayısıyla çok popüler bir şehir. Hindistan'ın kuzey kısmı, ülke nüfusunun yüzde 20'lik kısmını oluşturan Müslüman nüfusun da yoğunlukla yaşadığı bölge. Burada yer alan ve eyaletin başkenti olan Leknev kadim bir İslam şehri. Çok sayıda âlim çıkartmış. Mesela ben Leknev'i Hindistanlı büyük âlim Abdülhay Leknevi ile tanımış, Suriye'de bulunduğum 2008 yılında edindiğim ve hâlâ kütüphanemde bulunan, hadis meselelerine dair kendisine sorulan 10 soruya verdiği cevapları ihtiva eden el-Ecvibetü'l-Fadıla kitabıyla da iyice zihnime kazımıştım. Bu yazımın konusu olan Agra şehrinin ismine ise ilk olarak 2010 yılında bir Batı Afrika ülkesi olan ve üç yıl yaşadığım Gana'nın başkenti Akra'da rastlamıştım. Herhalde o zamanlar Akra ile alakalı internette araştırma yapıyordum ki karşıma Agra çıkmıştı. Tabii çoğu kişi gibi ben de Tac Mahal'in Agra şehrinde yer aldığını bilmiyordum. Bu günlerde karşıma çıkan görsellere baktığımda Akra'dan sonra Agra'yı görmeyi de aklıma koymuştum. Gerçekten de Tac Mahal'i görmek rüya gibi bir şeydi benim için.
Delhi ile Agra arasında yaklaşık dört saat süren bir tren yolculuğu yaptım. Henüz Pakistan'da iken, Hindistan'da bulunmuş bazı Pakistanlı dostlarım tarafından tren yolculuğundan kaçınmam gerektiği konusunda uyarılmıştım. Genelde tavsiyeleri çokça dikkate alan biri olmakla birlikte başka seçeneğim olmadığı ve zamanımı da harcamak istemediğim için tren yolculuğunu tercih etmiş ve gece vakti yaptığım bu yolculuktan açıkçası çok da keyif almıştım. Ama arkadaşlarımın o tavsiyelerine her kompartımanda bir silahlı asker olduğunu görünce hak verdim. Belli ki vukuatlar yaşanıyordu bu yolculuklarda. Hatta benim kompartımanımda olan asker ciddi biçimde tedirgindi. Delhi'de çektiğim fotoğrafları dizüstü bilgisayarıma aktarma teşebbüsünde bulunacaktım ki asker bana kibarca bunu şimdi yapmamam yönünde tavsiyede bulundu. Yeri gelmişken şunu da söylemem gerekiyor; Hindistan toplamda 1.5 milyon çalışanı ve 7000'e yakın treni ile dünyanın en fazla işçi çalıştıran, en geniş ve en yoğun demiryollarına sahip ülkesi. Trenle ulaşım, otobüse kıyasla daha tercih edilebilir bir seçenek bu ülkede…
Yaşlı adam ile maymun
Agra'ya gecenin geç bir saatinde indikten sonra, Delhi'de 'misafirhane'de kalmak üzere kendisiyle anlaştığım Hindistanlı ile buluşmaya giderken istasyon içerisinde meyve satan minik bir satıcıdan muz almak istedim. Gerçi epey yorgundum ama elinde değnek ile adeta birisini tepelemeye hazır durumda bekleyen yaşlı Hintlinin amacının ne olduğunu da merak etmiştim. Bunun sebebini birkaç dakika sonra öğrendim. Meğer bu yaşlı adamın minik mekânına 'meyve canavarı' olan büyük bir maymun musallat olmuş. Maymun meyve almak için teşebbüste bulundukça değneği yiyip dönüyormuş. Maymun herhalde bu yaşlı Hintlinin kendisine aman vermeyeceğini anlamış olmalı ki, benim satın aldığım muzlara göz dikmiş ve peşime takılmış. Ben koca bir maymun tarafından takip edildiğimin farkında bile değildim. Arkamda bir anda çıkan bir gürültü ile olan bitenin farkına vardım. Meğer maymun beni takip ederken, yaşlı adam da maymunu takip ediyormuş. Maymun bana yaklaşmak üzereyken yaşlı adam elindeki değneği maymuna çalınca arkamda bir gürültüdür koptu. Maymun, yaşlı adamın yerinin boş olduğunu görüp tezgaha doğru yönelince yaşlı adam kendisinden hiç beklenilmeyecek bir çeviklik gösterdi ve maymunu oradan da kovalamayı başardı bir şekilde. Figürlerinden birinin de ben olduğum maymun ve yaşlı adam arasındaki bu ilginç olayı hatırladıkça hâlâ gülerim. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim Hindistan kelimenin tam anlamıyla bir maymun cenneti. İnsandan pek çekinmiyorlar, özellikle tehdit görmeleri durumunda ciddi saldırılarda bulunabiliyorlar.
Agra'da buluşmam gereken kişiyle buluştuktan sonra 'misafirhane'ye geçtim ve vakit kaybetmeden ertesi gün yoğun tempoda devam edecek olan seyahatim için istirahate çekildim. 'Misafirhane' dediysem adı öyle sadece. Yoksa bahsettiğim bu yerler tam anlamıyla bir harabe. Yatmak, yattığın gibi uyuyabilmek çok da kolay değil.
Agra hakkında bilgi vermedim. Çünkü Agra'dan önce haritamda Fetihpur Sikri bulunuyordu. Seyahat rotam Pakistan'dan Nepal'e doğru olduğu için batıdan doğuya doğru bir çizgi takip ediyordum. Bu yüzden ilk olarak Agra'nın güneybatısında bulunan Fetihpûr Sikri ile başlamamın daha yerinde bir karar olacağına karar verdim.
Fetihpûr Sikri
Agra'dan sıkça hareket eden küçük bir minibüs ile gittiğim Fetihpûr Sikri, özellikle tarihi yapıların olduğu tam bir açık hava müzesi. Buranın esas büyüsü bir zamanlar Babürlere başkentlik yapmış olmasından kaynaklanıyor. Fetihpûr Sikri Babürlerin üçüncü sultanı Ekber Şah döneminde kuruluyor ve devlete yaklaşık 15 yıl başkentlik yapıyor. Ekber Şah burada ziyarette bulunduğu Şeyh Selim Çiştî'yi ziyareti esnasında kendisine saltanatını devam ettirecek bir erkek çocuğu için duada bulunmasını istiyor, o da ediyor. Ekber Şah, kendisinden sonra tahta geçecek olan Cihangir'in doğum müjdesini alınca günümüzde hâlâ kullanılmakta olan muhteşem bir cami ile birlikte buraya bir de şehir inşa ettiriyor. Ayrıca buraya biri Müslüman, biri Hıristiyan, diğeri de Hindu olan üç eşi için üç ayrı saray inşa ettiriyor. Şehir her ne kadar mamur olsa da zamanında yaşanan su sıkıntısı dolayısıyla ciddi zorlukların yaşandığı bir yer olmuş, Ekber Şah'ın ölümünden kısa bir zaman sonra da başkent Agra'ya kaydırılmış. Fetihpûr Sikri günümüzde de UNESCO koruması altında, "Dünya Mirası Listesi" içinde yer alıyor.
Fetihpûr Sikri hakikaten çok güzel bir yer. Ekber Şah'ın emriyle yaptırılan ve 1571 yılında tamamlanan, İran ve Hint motiflerinin kullanıldığı Cuma Mescidi başlı başına harika bir eser. Caminin inşasından 10 yıl sonra tamamlanan Şeyh Selim Çiştî'nin beyaz mermerden yapılmış mezarı kompleksin tam ortasında bulunuyor. Günümüzde kimi yapıları bulunmasa da burada da aynı Delhi'de olduğu gibi sarayın "Dîvân-ı Âm", "Dîvân-ı Hâs", "Hazine" gibi birçok yapısı bulunuyor. Delhi'deki Kızıl Kale'yi anlatırken bu birimlere de kısaca değindiğim için burada tekrarını gerekli görmüyorum. Sarayda daha önce başka yerde görmediğim doğal bir klimanın varlığı dikkatimi çekti. Hava zaten epey sıcaktı, duvardaki muntazam bir delikten soğuğa yakın serin hava geldiğini fark edince dikkatim oraya yöneldi. Sonra öğrendim ki, burası zamanın mimarı tarafından saray ehlini Hindistan'ın korkunç sıcaklarında serinletmek amacıyla tasarlanmış.
Fetihpûr Sikri'de epey vakit geçirmiş, özellikle halk içinde dolaşmış, çok sayıda portre fotoğraf çekmiştim. Fetihpûr Sikri Müslümanların yoğun yaşadığı bir yer. Sarıklı, sakallı Müslüman erkekler ile tesettürlü Müslüman hanımlar şehrin her yerinde. İnsanlar hep birlikte yaşayıp gidiyorlar. Böyle gezerken Ebü'I-Kelâm Âzâd gibi isimlerin önderliğindeki bir kısım Müslüman aydının, bağımsız Pakistan'ın Hindistan'ın tamamını kaybetmek olacağı gerekçesiyle Hindistan Müslümanlarının Hindistan'dan ayrılmasına karşı çıkmalarını düşünmüştüm. Hindistan'daki mevcut Müslüman varlığı da işte bu kişilerin ferasetli düşüncelerinin neticesinde korunmuştu.
Agra Kalesi
Kaleye geçmeden önce Agra hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olacaktır. Agra, Yamuna Nehri'nin kenarında kurulmuş, Uttar Pradeş Eyaleti'nin en yoğun nüfuslu şehirlerinden biri. Şehir özellikle Babürler döneminde tanınmış olsa da, varlığı bundan çok daha önceye uzanıyor. Babürler dönemine ait olanlar başta olmak üzere çok sayıda tarihi eseriyle de turistlerin gözdesi konumunda bir şehir. Zira sadece bu bölgede UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan üç temel yapı kompleksi var. Bunlardan biri Fetihpûr Sikri idi. Diğer ikisi de Agra Kalesi ve Tac Mahal.
Agra denince akla ilk olarak Tac Mahal geliyor ama Agra Kalesi de Babürler dönemine ait olan ve günümüze kadar gelen en iyi yapılardan biri. Tac Mahal'in gölgesinde kalmış olmasına rağmen turistler tarafından oldukça rağbet görüyor. 16'ncı yüzyılın ikinci yarısında, Ekber Şah döneminde yapımına başlanılan kalenin inşasında da yine diğer Babür yapılarında olduğu gibi sıklıkla kızıl taş kumu kullanılmış. Yamuna Nehri'nin kenarında boy gösteren bu yapıya geniş bir açıdan bakıldığında hakikaten görkemli bir hal kazanıyor. Kaleye sonradan bazı eklemeler yapılmış. Ekber Şah'ın torunu Şah Cihan, beyaz mermerden bazı yapılar inşa ettirmiş örneğin. Ekber Şah döneminde bir askerî üs olarak kurulan bu kale, başkentin Fetihpûr Sikri'den Agra'ya taşınmasının ardından Şah Cihan döneminde saray haline getiriliyor ve saray kompleksi içerisinde yer alan yapılara kavuşuyor. "Dîvân-ı Âm", "Dîvân-ı Hâs" gibi yapılar her ne kadar aynı isme sahip olsa da her bir yerdeki yapı, o dönemin mimari zevkini yansıttığı için bir orijinallik arz ediyor. Mesela inci gibi parlamasından dolayı İnci Mescidi de denilen Muti Mescidi, yine Şah Cihan döneminde beyaz mermerden inşa ettirilen küçük Nagina Mescidi, "Dîvân-ı Âm" ve "Dîvân-ı Hâs" gibi yapıların mimarisi ve işlemeleri bu örneklerden sadece birkaçı.
Bütün bu yapılardan ziyade Agra Kalesi'nde dikkatimi çeken şeylerden biri de kale içinde yer alan John Russell Colvin adlı bir İngiliz'in mezarı idi. Burası İngiltere hâkimiyetine geçince İngilizler burayı bir garnizon olarak kullanmaya başlamış. Britanya Hindistan'ında kuzeybatı eyaletlerinin vali yardımcısı olan John Russell Colvin, 1857'deki I. Bağımsızlık Savaşı döneminde hastalanmış ve öldüğünde buraya gömülmüş. Bu arada yeri gelmişken; günümüz Hindistan'ında sömürü yıllarına olan tepkinin yer yer kendisini gösterdiğini de söylemek lazım. Bunda özellikle Hindistan eğitim kurumlarında verilen tarih bilincinin büyük etkisi var.
Agra Kalesi ile yine Yamuna Nehri'nin kenarında yapılmış olan Tac Mahal arasında sadece iki kilometrelik bir mesafe bulunuyor. Zaman zaman kalenin mermer pencerelerinden güneş gibi parlayan Tac Mahal'e bakıyor, kendimi efsunlu bir masalın hissediyorum.
Tac Mahal
Tac Mahal'i gördükten sonra onu "sonsuzluğun yanağında bir gözyaşı" şeklinde tasvir eden Hindistanlı yazar Rabindranath Tagore'a hak vermemek elde değil. Hakkında söylenen ve söylenecek çok şey var. Şah Cihan, eşi Mümtaz Mahal 14'üncü çocuğunu doğururken vefat edince ertesi yıl Tac Mahal'in yapımını başlatıyor. Ana yapı sekiz yılda tamamlanıyor ama kompleksin yapımı 1653'e kadar uzuyor. Bunda Şah Cihan'ın Mümtaz Mahal'den çocuğu olan Evrengzîb'in, Babür tahtını ele geçirerek babası Şah Cihan'ı Agra Kalesi'nde hapse atmasının da etkisi var. İçinde bulunduğu ve oğlu tarafından atıldığı zindandan, eşinin mezarının olduğu Tac Mahal'e sadece bir pencereden bakabilen Şah Cihan, kim bilir ne kadar mahzundu. Son zamanlarını Agra Kalesi'ndeki zindanda geçiren ve 1666 yılında vefat eden Şah Cihan da nihayet sonrasında eşinin yanına defnediliyor. Tac Mahal'in yapımında hiçbir masraftan kaçınılmamış; dünyanın çeşitli yerlerinden sanatkârların da getirildiği yapıda toplam 20 bin işçi çalıştırılmış. Tac Mahal'in inşasında Osmanlıdan getirilen mimarların da katkısını unutmamak lazım tabi.
Tac Mahal'in biri batısında, biri doğusunda, biri de güneyinde olmak üzere üç abidevi kapısı bulunuyor. Girişler genel olarak güney kapısından oluyor. Gerek kapıları gerekse de giriş yolları fazlasıyla etkileyici. Tac Mahal'e uzanan, havuz ve bahçelerle süslenmiş uzun yol buraya apayrı bir haşmet katıyor. Kompleksin içerisinde, ana yapının doğusunda kalan bir de mescit bulunuyor. İçeriye ayakkabı ile girilmesine izin verilmiyor. Bu işe bakan ayrı görevliler var. Bu da Hindistan'ın tarihi eserlerine ne kadar özen gösterdiğinin açık bir delili aslında. Hem zaten neden özen göstermesin ki? Burası yılda yaklaşık 5 milyon kişinin ziyaret ettiği bir yer. Giriş ücretleri de öyle az para değil. Devlete ciddi bir gelir sağlıyor olmalı. Tac Mahal hakikaten de büyüleyici bir yapı.
Tac Mahal'de gördüklerimin tesiri altında Agra'dan ayrılırken bir sonraki durağıma gitmek için hazırlanıyordum. Doğuya; Nepal'e gitme güzergâhından kısa süreliğine ayrılarak, batıdaki Racastan Eyaleti'ne; Ajmir üzerinden Brahmanizm'in çok önemli dini mekânlarından biri olan Puşkar'a gidiyordum…