Yaklaşık sekiz saatlik bir yolculuk olacağını biliyordum. Sabah Delhi'ye indikten sonra doğrudan Tebliğ Cemaati'nin merkezine gitmeyi, birkaç saat uyumayı ve çantamı oraya bırakmayı planlamıştım. Zira orada Türk bulabileceğimden emindim. Tabii durum düşündüğüm gibi olmadı. Otobüs beklediğimden daha erken bir saatte Delhi'ye vardı. Delhi'ye indiğimde hava henüz ağarmamıştı bile. İndiğim yerden Tebliğ Cemaati'nin merkezine 10 kilometrelik bir mesafe bulunuyordu. Gittiğim yerde bu saatte kimseyi ayakta bulamamak kaygısıyla bir otele geçmenin daha uygun olacağını düşündüm. Çevremde dolaşan Rikşa şoförlerinden birine beni Eski Delhi yakınlarında bulunan uygun bir otele götürmesini söyledim. Rikşalar Hindistan günlük ulaşımında çok yaygın araçlar. Hem fiyatlarının ucuz olması hem de her yere girebilmelerini sağlayan küçüklükleri dolayısıyla Hindistan'da epey yaygınlar. Hindistan epey ucuz bir ülke. Kaldığım otele de bir gece için Türk parasıyla sadece 20 lira ödemiştim. Türkiye'ye döndükten sonra Hindistan ve Nepal'deki 10 günlük toplam masrafımın sadece 250 dolar olduğuna çok kişiyi hâlâ inandıramamışımdır.
Delhi
Delhi şehri çeşitli devirlerde kurulan yedi ayrı şehrin zaman içinde büyüyüp birleşmesiyle ortaya çıkmış. Birçok Müslüman devlet ve sultanlığa da başkentlik yapmış. Her ne kadar zaman zaman başkent olma durumundan çıksa da genel itibariyle büyük bir şehir olma özelliğini tarihte hiç kaybetmemiş. Tabii zaman zaman tahribe de uğramamış değil. Timur, Hindistan'a girdiği zaman Delhi'yi elinde bulunduran Tuğluk Hükümdarı II. Mahmud Nâsırüddin Han'ı yenmiş, akabinde de Delhi'yi ciddi bir tahribata uğratmış. Babürlüler zamanında da önemli imar faaliyetleri görmüş Delhi. Bugün ise İslam ve diğer medeniyetlere ait birçok tarihi eseri içinde barındıran, İngiliz döneminde de modern şekline bürünmüş kadim bir şehir. Hayli kalabalık, nüfusu yaklaşık 17 milyon civarında. Havası hem boğuk hem de kirli. Yeni Delhi her ne kadar Eski Delhi'ye nazaran biraz daha ferah olsa da yine de ciddi bir trafik sorunu var. Bununla beraber şehirdeki yaygın metro ağı, trafiğin yükünü hafifletici rol oynuyor.
Delhi Cuma Camii
Sabah otelden ayrıldıktan sonraki ilk durağım dünyanın en görkemli ve en büyük camilerinden biri olan Cuma Camii oldu. Yukarıda Delhi'nin yedi ayrı şehrin birleşmesinden oluştuğunu söylemiştim. İşte bu şehirlerden bir tanesi de Şahcihanâbâd. Bâbür Sultanı Şah Cihan, 1638 yılında başkenti Agra'dan Delhi'ye taşıyınca burada ciddi bir imar faaliyetinde bulunmuş ve bu esnada da Cuma Camii'ni inşa ettirmiş. Aynı şekilde meşhur Kızıl Kale de Şah Cihan tarafından inşa ettirilerek yeni bir vücuda getirilmiş. Hindistan'da bu şekilde İslam döneminden kalma başka camiler olsa da burası Hindistan'ın en büyük camii olma özelliğine sahip. 1644-1658 yılları arasında inşa edilen caminin yapım süreci tam 14 yıl sürmüş. 1550-1557 yılları arasında yedi yıl gibi bir zaman sürecinde inşa ettirilen Süleymaniye Külliyesi ile karşılaştırıldığında 14 yıl bana epey uzun bir süre gibi gözüküyor. Tabii her ne kadar Süleymaniye'ye nazaran daha sade bir yapı olsa da birçok farklı ayrıntıya sahip olduğunu da söylemem lazım. Kocaman avlusu, gösterişli kapıları, uzunca minareleri ve güzel işlemeleriyle hakikaten İslam sanatının bu topraklarda ne seviyelere yükseldiğini belli eder türden. Tabii cami dediysem ismi öyle olduğu için. Bugün cami olarak kullanılmıyor. İçeriye girişlerin paralı (üstelik fotoğraf makinem olduğu için bir de ona para ödedim) olduğu bir müze durumunda burası. Delhi'ye tepeden bakmak isteyenler için caminin kuzeydeki minaresine -ücrete mukabil- çıkmak mümkün. Kızıl Kale'nin hemen Cuma Camii'nin yakınında olduğu fark ediliyor. Zaten buraya Cuma Camii denmesinin sebebi de caminin saltanat yoluyla Kızıl Kale'ye bağlı olmasından ve Şah Cihan'ın büyük bir törenle cuma namazlarına buraya gelmesinden kaynaklanıyor. Avluda dolaşırken daha önce hiç örneğini görmediğim bir şeyle daha karşılaştım: Bir dünya küresi. 1829 yılında II. Ekber Şah'ın oğlu Selim Mirza avlunun güneybatı köşesinde bir güneş saati yaptırırken, kuzeydoğu köşesine de bir dünya küresi yaptırmış.
Caminin bulunduğu çevre Delhi'de yaşayan Müslümanların yoğunlukta olduğu yerlerden biri durumunda. Sokağında, pazarında, çarşısında bu durum kendisini hemen belli ediyor.
Kızıl Kale
Çok da uzak olmamakla beraber birkaç kilometrelik bir yürüyüşün ardından nihayet Kızıl Kale'ye ulaştım. Kalenin iki kapısı bulunuyor. Bunlar Lahor Kapısı ve Delhi Kapısı olarak adlandırılmış. Lahor Kapısı denmesinin sebebi buranın Babür Devleti'nin bir diğer önemli şehri olan Lahor yönünde olmasından kaynaklı. İçeriye girince kale görkemli kapısı ile karşıladı beni. Bu kapıya da Şah Cihan'ın oğlu ve kendisinden sonra Babür tahtına oturan Evrengzîb zamanında güvenlik amacıyla yapılan bir burçtan geçilerek ulaşılabiliyor. Bir nevi ikinci kapı gibi yani. Bu kale aynı zamanda Babür Devleti'nin yıkıldığı 1857 yılında merkez durumundaydı. 1897 yılında son Babür hükümdarı II. Bahadır Şah liderliğinde İngilizlere karşı bir isyan patlayınca İngilizler bunu şiddetle bastırmışlar. İsyana sebep olmasından dolayı Bahadır Şah'ı tahtından uzaklaştırarak Burma'nın Rangun şehrine sürerken, oğullarını ve saray erkânını kurşuna dizmişler. Bugün hâlâ Kızıl Kale'nin kapısında bu olaydan kalma mermi izlerini görmek mümkün. Bahadır Şah her ne kadar sürgünde ölse de o tarihten itibaren Hindu ve Müslümanların ortak bir değeri, bağımsızlık sembolü olmuş. 1947 yılındaki bağımsızlığın ardından üç renkli bayrak da yine ülkenin ilk başbakanı olan Cevahirlal Nehru tarafından burada kaldırılmış. Dolayısıyla buranın Hindistan için manevi bir tarafı da var.
Kapıdan geçtikten sonra tam olarak 'Kapalı Çarşı' anlamına gelen 'Chhatta Chowk' geliyor. Şah Cihan döneminde inşa ettirilen kale yapısı içerisinde yer alıyormuş burası ve onun saltanatı zamanında burada altın, mücevher, gümüş gibi değerli malların alışverişi yapılıyormuş. Bu özelliğiyle Osmanlı'daki Topkapı Sarayı'nın birinci avlusu ile kısmen benzerlik de taşıyor.
'Chhatta Chowk'den çıktıktan sonra az ilerde, Dîvân-ı Âm ile Chhatta Chowk arasında 'Nevbethâne' binası karşılıyor sizi. Nevbet kelimesi bizde de kullanıldığı şekliyle 'padişahın sarayı önünde çalınan müzik' anlamına geliyor. Babür Sarayı'nda da müziğin ayrı bir önemi vardı şüphesiz ve bu yapı da bu amaca hizmet ediyordu. Burada çalınan müzik ile yakın bir mesafede bulunan Dîvân-ı Âm'daki devlet ricali, sultanın veya diğer önemli saray erkânının geldiğini anlayabiliyordu. Ayrıca bundan başka da burada seçilen belirli saatlerde günde beş sefer müzik icra ediliyordu. 1857 yılında saray İngilizler tarafından tahrip edilirken burası da hasardan nasibini almış maalesef. Yan kubbeler ve merkezi su haznesi bu zamanlarda yok edilmiş.
Buradan da Dîvân-ı Âm binasına gidiliyor. Fil Kapısı adıyla bir de geçit bulunuyor burada. Fil isminin verilmesinin sebebi de saraya kan bağı ile bağlı olan şehzâdeler dışındaki kişilerin bu noktadan sonra fillerinden inerek, sarayın içine bu şekilde girmeleri. İslam kültürü içerisinde önemli bir mevkie sahip olan Divân-ı Âm halkın katıldığı ve meselelerini hükümdara anlattığı, herkese açık meclis anlamına geliyor. İşte bu yapı da 'Jharokha Darshan' adı verilen seremonilerde, vezir veya sultan tarafından halkın istek ve şikâyetlerini dinlemek ve bunlara çözüm bulmak amacıyla kullanılıyordu.
Dîvân-ı Âm da geçilince artık sultanın hususi kullanımına açık yerler başlıyor. Güneyde yer alan Mümtaz Mahal ve Reng Mahal adlı iki köşk zamanında sultanın hanımlarına tahsis edilmiş. Mümtaz Mahal bilindiği gibi Şah Cihan'ın uğruna Tac Mahal'i yaptığı kadın. Mümtaz Mahal bugün Kızıl Kale Arkeoloji Müzesi olarak kullanılıyor. İçinde Babür sultanlarına ait fermanlar da aynı şekilde burada sergileniyor. Reng Mahal ile Mümtaz Mahal'in hemen aynı sırasında da sırasıyla sultanın özel dairesi olan Has Mahal, onun yanında kalenin sanat bakımından en muhteşem eserlerinden biri olan, padişahın başkanlık ettiği divanların yapıldığı Dîvân-ı Has, yanında hamam ve hamamın az ilerisinde de 1662 yılında Evrengzîb'in kullanımı için özel olarak yaptırılan Moti Mescid bulunuyor. Tamamı mermerden yapılan bu şirin mescidin kubbeleri de İngilizler tarafından sökülüp satılmadan evvel bakır ile kaplıymış.
Kutub Minâr
Kutub Minâr, ilk Delhi Sultanı Kutbüddin Aybeg'in meliklik döneminde, İslamiyet'in Hindistan'da kazandığı zaferin sembolü olarak inşa edilmeye başlanılan ve sonraki süreçte başka sultanların katkılarıyla da tamamlanan muhteşem bir eser.
Burası başlı başına bir zafer anıtı değil, aynı zamanda hemen dibinde bulunan Kuvvetü'l-İslâm Camii'nin de minaresi olarak düşünülmüş. Tam 73 metre yüksekliğinde. Bu özelliğiyle dünyanın en büyük minaresi olma özelliğine sahip.
Yedi şehirden meydana gelen Delhi'de Tuğlukâbâd ve Fîrûzâbâd adlı iki şehir Delhi Sultanlığı zamanında kurulmuş. Muhteşem Kutub Minâr da bu sultanlığın bir eseri olarak günümüze kadar ulaşmış. Kutub Minâr'ın çevresinde başka yapılar da bulunuyor. Burası milattan önce 1'inci yüzyılda yaşamış bir başka yerleşim yerine ev sahipliği yapıyormuş. Kalıntılar oradan mı bilemiyorum ama bol miktarda İslam eseri dikkatimi çekti. Mesela kime ait olduğunu öğrenemediğim bir türbe mezar, işlemeleri ve süslemeleriyle büyüleyici geldi bana. Delhi sultanlarından İltutmış'ın mezarı da buradaydı. Daha sonra incelediğimde gördüm ki, merkezi Delhi'de kurulan bu sultanlık çoğu kere Türk asıllı hanedanlar tarafından idare edilmiş.
Delhi'de son durak: Tebliğ Cemaati'nin merkezi
Burası Hümâyun'un türbesine yaklaşık bir kilometrelik mesafede. Açıkçası buraya gitmemdeki maksatlardan biri de bir Türk bulmak ve ilk ağızdan ne olup bittiğini, neler yaptıklarını, çalışma metotlarını kendilerinden dinlemek istememdi. Delhi'de kurulan ve Güney Asya dâhil neredeyse Müslümanların bulunduğu her yerde varlık gösteren bu cemaatin asıl hedefleri arasında iyiliği söylemek, kötülükten nehyetmek, tâli unsurlardan arındırarak İslam'ın özünü yaşamak ve yaşatmak ilkeleri yer alıyor. Karşıma etrafta insanların karınca gibi bir hal arz ettiği kocaman bir bina çıktı. Kapıdan içeriye girmek istediğimde birinin bana neden geldiğimi sormasını bekledim ama soran olmadı. İçeride zaten inanılmaz bir kalabalık vardı ve bu sayı sürekli girenlerle daha da artırıyordu. Tabii ben daha sonra öğrendim ama çıkanlar tebliğ amacıyla bölgelere dağılanlar, girenler de bölgelerden gelenler imiş. Mevcut bulunanlar ise bölgeye dağılma hazırlığında olanlarmış.
Delhi'den ayrılış, Agra'ya yolculuk
Nihayet Delhi'deki seyahatimi tamamladıktan sonra hiç vakit kaybetmeden Agra'ya gitmek üzere arayışa başladım. İstediğim saatte gidebileceğim bir otobüs bulamadığım için tek seçeneğim olan treni 'cana minnet' deyip seçtim. Gerçi Hindistan'da tren yolculuklarının güvensizliğini düşününce biraz tedirginlik duymadım değil. Bütün korku ve tedirginlikleri bir kenara bırakıp, içinde bulunduğum dünyanın, bir kuş kadar özgür olmanın tadını çıkartıyordum. Nihayet yoluma devam ediyor, Nepal'e giden yolda geçmem gereken bir güzergâhı daha arkamda bırakıp, Agra'ya; o muhteşem Tac Mahal'in bulunduğu şehre doğru gidiyordum…