Kübrat Han'ın postunun gölgesinde Dokuz Oğuzlar, Otuz Oğuzlar, Sabirler, Ogurlar ve sair Türk boyları, Karadeniz'in kuzeyine boydan boya yayılmış olarak sulh ve esenlik dâiresinde yaşarken hepimizi hayrete düşüren bir zuhurat vaki oldu. Yemeyip yedirdiğimiz, içmeyip içirdiğimiz, kalpten sevdiğimiz, gözden sakındığımız, üzerlerine titrediğimiz Hazar kabilesi, atalarının dinine ihanet edip Musevilik nam bir dine iştirak ettiler. O vakitten beridir kendilerini seçilmiş bir kabile olarak görüp; "Tanrı'nın yeryüzündeki krallığını ihya edeceğuk" deyu sağa sola sataşmaya başladılar.
Büyük hanımız Kübrat, kendisini uyardığım halde bu tehlikenin farkına varmadı; "Ateş olsalar cirimleri kadar yer yakarlar" deyip bendenizi başından savdı. Nihayet bir gün o ateş, Han'ın şehrini çepeçevre sardı. Memleketimiz Türk kültürüyle ve hoşgörüsüyle irtibatı kalmamış Hazarların istilasına uğradı. Kübrat Han hisli bir insandı. Can evinden vurulmanın üzüntüsüne dayanamadı; kale duvarlarının üzerine tırmanan ilk Hazar askerini görünce derin bir nefes aldı ve bir daha vermedi.
Kubrat'ın dört oğlu vardı. Hepsine ulak gönderip kurultayı İdil nehrinin kenarında topladım. Büyük oğul Bayan Han'ın bizi Hazarların hükümranlığına boyun eğmeye ikna etmekle vazifelendirilmiş bir casus olduğunu o vakit anladım. Kendisini ellerini arkadan bağlayıp atına ters bindirerek meclisten kovduk. Ak Türk-Kara Türk ayrımı da bu hadiseden sonra ortaya çıktı. Esareti kabul edenlere Kara, hürriyeti tercih edenlere Ak dedik. Sonradan bu Kara Türklerin kendilerine Beyaz dediklerini duyduğumda çok şaşırmıştım.
***
Bayan gitti fakat mesele bitmedi. Beyler arasında Hazarlara saldırıp şehri geri almayı savunanlar olduğu gibi başka diyarlara göç etmenin elzem olduğuna inananlar da vardı. Dördüncü günün sonunda herkesin başına buyruk olmasına hükmedildi. Birliklerini peşine takan Han çocukları farklı istikametlere doğru yola çıktılar. Kuzeye giden boyların bir müddet sonra İdil-Volga civarında bir devlet kurduklarını ve Müslüman olduklarını işittik.
Bendeniz irşad ve inkişafına memur olduğum Asparuh'un yanında kaldım. Mor Hatun'un henüz vefat etmiş bulunan muhterem pederini defnettikten sonra gölgelerimizin peşine düşüp atlarımızı Batı'ya doğru mahmuzladık. Balkan dağlarının eteklerine geldik. Bir kısmımız Avarlarla karışarak Hun İmparatorluğu'ndan boşalan topraklara doğru akın ettiler. Kalanlarımız Ön Ogur ve Peçeneklerle 'bulganarak' Ön Bulgarları teşkil ettiler. Kısa zamanda rüştünü ispat eden Asparuh, Batı ve Doğu Roma'nın ataklarını püskürterek kendisine Trakya'dan Romanya'ya dek uzanan büyük bir krallık kurdu. Fermanlar çıkartıp paralar bastırdı.
Biz oraya vardığımızda Slav kabileleri savaşçılıktan bihaber, dağlarda saklanan ve çiftçilikle geçinmeye çalışan küçük bir azınlıktan ibaretti. Fakat zanaatçilikte ve sanatçılıkta epey terakki etmişlerdi. Bu hususiyetleri sayesinde Asparuh ölünce yerine geçen Tervel Han'a tesir ettiler. Musala dağının adını Tengri olarak değiştiren Tervel, dağın tepesine kendisi için devasa bir saray inşa etmeye başladı.
Öyle ya! Hükümdarlar haşmetlerini göstersin diye saraylarını yüksek dağların doruklarına ya da geniş düzlüklere kurarlar. Oysa insanlar evlerini su kenarına yaparlar. Çünkü hayatlarını idame ettirmek için suya ihtiyaçları vardır.
***
Sarayın inşasını bitiren Tervel, Slav mimarların aklına uyarak tahtın bulunduğu salonun arka duvarına ata binmiş bir portresini yaptırmaya karar verdi. Devrin en meşhur ressamını bu işle vazifelendirdi. Portre yapılacaktı yapılmasına ama bazı nakısalar vardı. Söz gelimi Tervel son derece çirkin bir insandı. Sol kulağını küçükken kurt kapmıştı. Yüzü boydan boya sivilcelerle kaplıydı. Öte yandan atı da doru bir küheylan olmaktan çok uzak, tıpkı kendisine benzeyen uyuz bir hayvandı.
Ressam dostumuz çalışmaya başladı. Portrenin sahibi kral olunca içini bir yaranma hevesi kapladı. Dünyanın en doru atıyla, en yakışıklı ve haşmetli kralının resmini yaptı. Bu da büyük bir felakete neden oldu. Kral yakışıklı bir adam değildi fakat geri zekâlı da değildi. Resimdeki abartıyı beğenmedi ve kendisine benzetemediği gerekçesiyle ressamın başının vurulmasını emretti. Resim sanatında 'idealizm' akımı böylece doğdu.
Bu acıklı hikâyeye rağmen kral atlı portre hevesinden vazgeçmedi. Askerleri meslektaşının başına gelenlerden haberdar yeni bir ressam buldular. Bu defa tam aksi oldu. Başının vurulmasını istemeyen ve kralın samimiyetine güvenen yeni ressam her şeyi olduğu gibi resmetti. Huysuz, kılıksız, cılız bir at ve şişman, kesik kulaklı, yüzü patlayan sivilcelerin yaydığı cerahatle çirkinleşmiş gudubet bir kral. Yeni portreyi gören kral memnun olmak şöyle dursun iyice hiddetlendi. Atını ve kendisini tahkir ettiği gerekçesiyle bu yeni ressamın da başının vurulmasını emretti. İşte dostlarım; resimde 'realizm' akımı da bu büyük fedakârlıkla iştihar etti.
Elbette başlanan iş yarım bırakılacak ve sarayın duvarları boş duracak değildi. Olup bitenlerden haberdar üçüncü bir ressam bulundu. Ressam hummalı bir çalışma içerisinde sarayın salonuna kapanıp günlerce hazırlandı. Nihayet büyük gün gelip çattı. Saray erkânı ve ahali büyük salonda toplandı. Portrenin üzerindeki örtü bin bir merasimle kaldırıldı ve bir de ne görelim: Resim kralın ve atın sağdan bir perspektifi şeklinde tasarlanmış, dolayısıyla kesik kulak görünmüyor. Yüzdeki sivilcelere rötuş yapılmış. At da kral da olduklarından birazcık güzel ve heybetli çizilmişler.
Portre çok beğenildi ve Tervel ölene kadar salonun duvarında kaldı. Saray yıkılsa da sanat yıkılmadı. İşte canlarım; asırlar boyunca başımıza bela olacak 'sosyal gerçekçilik' de böylece zuhur etmiştir.