Afrika ülkelerinde birçok farklı dil konuşuluyor. Burkina’da asıl yerel dilin yanında 60’a yakın yerli dili var. Birbirlerini anlamıyorlar. Belki Fransızca onları birleştiriyor. Fransızcanın birleştirdiği bir millet ne kadar kendi olabilir?
Afrika'ya daha önce yaptığım yolculuklarda 'yoksul Afrika' imajının emperyalist bir tezgâh olduğunu hücrelerime kadar hissetmiştim. İşte şimdi bir kutlu yolculuğa daha çıkıyorum. Artık daha uzun bir süre için ve bu kez Gana'dan belki 30 yıl geride olan bir ülkeye gidiyorum. Yine yağmalanan bir toprağa… Dünyanın en fakir ülkelerinden birine. Onurlu insanlar ülkesi demek olan Burkina Faso'ya. Vedalaşmak için dostlarla buluşuyoruz. 'Bütün düzeni bırakıp nereye gidiyorsun?' diyorlar. Oraya gidiyorum diyorum. Oraya gidiyorum çünkü benim yardıma ihtiyacım var. Kurak ve yalnız olan, yokluğu bölüşmeye en çok ihtiyacı olan benim.
Gökteyim. Halifenin şehri uğurluyor beni. Sanki ben, bütün hak etmezliğime rağmen uzak ülkelere gönderilen bir dervişim. Ama sadece uzakla terbiye edilecek bir derviş. 'Yakın'dan iflah olmamış biri. Ellerim terliyor. Elimde Kalbin Kararı var. Kalbim bir karara vardı.
Burkina Faso'yu iki yıl önce geldiğim gibi buldum. Yüzünüze yayılan tozlu bir sıcak. Burnunuza kesif bir kükürt kokusu geliyor. Bizi karşılayan insanların yüzlerinde o mucizevi tebessüm. Hani bir Çin atasözü diyor ya 'Gülerken göbeği oynamayandan kork' diye. Bu adamların göbekleri yok ki bunu belli etsinler. Ama bütün bir yüzleri kıpırdıyor tebessüm ederken. Şakaklarından çene kemiklerine kadar. Dünyada en içten gülen millet siyahiler olsa gerek.
Bir Kızılderili deyişi vardır. Uzun yol gittikten sonra bir süre durur, niçin durdukları sorulduğunda ise ruhumuz arkada kaldı, onu bekleyelim dermiş Kızılderililer. Şimdi ruhumu bekleme gereği duydum mu? Tersine. Ruhum burada epey beklemiş beni. Tersine, bedeni bekleyen ruh olmuş burada. Ben epeydir burada imişim. Uzun tozlu yollarda. Geniş alanlara yayılmış kerpiçten evlerde. Karşınıza geldiğinde reverans yaparak size selam veren çocukların yüzlerinde. Uzak köylerde. Köylerde yalnız Müslümanlar içinde. Küçük taşlarla yol kenarlarına yapılan açık mescitlerin içinde. Taşlara secde ederken. Bir küçük seccade verdiğinizde çocuklar gibi sevinen doksanlık dedelerin sevinçlerinde. Putperestlerin baskısı altında Müslüman olduğu için dövülen, köyden dışlanan, o bugünün sahabesi adamın çatılan kaşlarında. Sen ümmet olmanın ne büyük bir milliyet olduğunu onlara anlat diyorum. Başka da bir şey diyemiyorum.
İlerleyen günlerde başkente yakın bir köye gittik. Güzel bir göl kenarında şirin bir köy. Abdurrahman'ın köyü. Burkina köylerinde klasik ev şekli üç dört gözlü tek katlı odalar, odalar bir hole doğru açılıyor. Cennetten bir köşe olan bahçedeki ağaçların gölgesinde oturduk. Heyecanla karşıladılar bizi. İlk sözleri burada bir okul yapma gayretleri ile ilgili oldu. Mali'de okumuş Arapça hocası da geldi. Mali'nin medrese geleneğinden, ilmî olarak çevre ülkeleri nasıl beslediğinden söz etti. Abdurrahman'ın babası ve annesi oldukça mahcup, insanın yüzüne bakmaktan utanacaklar sanki. Hanımlar bahçeye geçtiler. Bahçeden domates, biber, patlıcan topladılar. Papaya yemediğimi söyleyince şaşırdılar. Camide güzel bir namaz kıldık. Oğlum Ali Emir namaz sonrası cemaate şeker dağıttı. Onu görünce öylesi güzel gülüyorlar ki köylüler, Ali Emir de sanki 40 yıldır buradaymış gibi davranıyordu. İnsanın geldiği yere uyum sağlaması Allah'ın ona verdiği en büyük güç. Yoksa nasıl yaşanılırdı? İlk kez Burkina'da Gana'nın köyleri gibi bir köy gördüm. Orada olmak, orada birkaç gece kalmak ve o insanlarla birlikte nefes almak istedim. Okul için düşündükleri yer göl kenarıydı. Ali Emir'le göl kıyısından taş attık. O taş gölde dalgalar çizdi, genişledi, bütün bir Afrika'yı içine aldı. Gönülleri titretecek kıvama gelene kadar büyüdü. Diliyorum, onun attığı taş o gölü ürperttiği gibi nice Afrikalının gönlünü titretir. Üç taştı, hatırlıyorum. Üç taş. Duam odur ki, biri mümin kalbini uyandırsın, diğeri kâfiri korkutsun, üçüncüsü ise buraya gelen bizlere niçin geldiğimizi daima hatırlatsın, boş geçen her dakikanın korkusunu içimize salsın.
Burada en çok şaşırdığım şeylerden biri de milli marş meselesi oldu. Bir okula gittik. Tam tören zamanıydı. Burkina milli marşı okunuyordu. Ama öyle hazin ki, marş Fransızca idi. Bir ülkenin bağımsızlığının sembolü dilidir. O dil yerine sömürge devletinin dili marş diye okunuyorsa durup bir düşünmeli. Afrika ülkeleri oldukça çeşitli dillere sahip. Burkina'da asıl yerel dilin yanında 60'a yakın yerli dili var. Birbirlerini anlamıyorlar. Belki Fransızca onları birleştiriyor. Fransızcanın birleştirdiği bir millet ne kadar kendi olabilir?
Burkina'da psikiyatristler iş yapamaz. Çünkü insanlar yatsıdan sonra sokaklarda değiller. Evlerine gidip uyuyorlar. Onları gereksiz meşgul edecek tabletleri, televizyonları yok. Saç baş yolduran televizyon programları, ülkesini üç kuruşa satan tartışma programları, evlilik programlarında evlendikten sonra karısını öldürenlerin hikâyeleri yok. Psikiyatristler iş yapamaz Burkina'da. Çünkü güneş üstlerine doğmaz Burkinalıların. Trafikte çılgınca kornalara asılmazlar. Birbirlerine yol da vermezler, ama kızmazlar yol vermediklerine. Müslümanları, kınayıcıların kınamalarına aldırış etmezler. Vakit girdiği an iş yerlerinin hemen önünde arkadaşlarıyla cemaate dururlar. İbriklerle abdest alırlar. Çeşmeleri olsa bile. İbrikle alınan abdestin tadına varmışlardır. Ama onlar yine de bu hikmete binaen ibrik kullanıyor değillerdir. Çünkü suyun yokluğunu bilirler. Varlığına şükretmektir bu. Burkina'da depresyona girmek için vakit yoktur. Gülmek için ve gülmek kendilerine bir güzel yakışsın diye yaratılmıştır Burkinalılar. Yüzlerine yeryüzünün en güzel ırmakları yürür güldüklerinde. Atalarından devraldıkları acı, bu gülüşün içinden hiç gitmez. Burkina'da psikiyatristler iş yapamaz. Çünkü kaprissiz inanırlar. Hıristiyanları Müslümanlarına saygılıdır. Müslümanları putperestlerin geleneklerine kıymet verir. Bazı büyük adamların birkaç ismi vardır. Hıristiyanlar için ve Müslümanlar için birer isim. Bu yüzden bir dava edinmeleri güçtür aynı zamanda. Dertleri yoktur. Mefkûre bilinçleri pamuk ipliğine bağlıdır. Psikiyatristlere burada yer yok. Çünkü babalar ve anneler evlatlarının kölesi değildir. İlerde bir çukur var düşersin derler bir kez. Buna rağmen gidip düşüyorsa bir çocuk, yardım da etmezler. Motorlarına binen kadınlar arkalarına bir uzun kumaşla çocuklarını da bağlarlar. Çocuklar orada oynar, orada uyur, orada büyür. Ben geldim geleli orada ağlayan bir çocuk görmedim. Canları yanmadıkça küçük çocuklar hiç ağlamaz nerdeyse.
Müteahhitlere de Burkina'da yer yok. Ağaçları apartman olarak görmek için Burkina oldukça verimsiz bir yer. Tek katlı kerpiç evlerde yaşar Burkinalı. Evde çok vakit geçirmez. Bir dostum burada apartman olsa ne güzel olurdu dedi. İnsanları rahat ve rehavete alıştırarak onlara iyilik ettiğimiz düşüncesi bu çağın en can alıcı meselesi. Kimsenin müteahhitlere küçük dairelerde, sıkış tıkış oturmak için vereceği parası yoktur. Burada çok kısıtlı şartlarda yaşayanlara acırsanız acınacak halde olanın aslında kendiniz olduğunu can yakıcı bir şekilde anlarsınız. Çünkü kanaat ne demektir onu öğretirler size. Yokluk içinde nasıl bir varlık bulduklarını size hissettirirler. Sizde kımıldayıp duran o her varlığa rağmen mutlu olmayan kişiliğiniz yokluk içinde huzuru bulmuş insanların yanında küçülür. Onların asıl ihtiyaçlarının açlık olmadığını, kendilerine ait olan şeyin kendilerine verilmemesi olduğunu anlarsınız. Dertleri sadece çocukları yani gelecekleridir. Müteahhitlere yer yoktur burada. Çünkü toprağa olan yakınlığın kendilerine sunduğu nimetleri çok derin hissederler. Ağaçları kesemezler. Putperestlikten gelen bir inançla olur bu. Çünkü üç harflilerin oralarda yaşadıklarına inanırlar. Korkarlar ağaçları kesmekten. İnsan bazı hurafelerin bizim ülkemizde de olmasını istiyor tüm bunları görünce.