Rahat iletişim kurmanın yolu her zaman aynı dili konuşmak demek değil. Japonların nazikliği, insanın gözünün içine bakan anlama çabası, hürmet ve hizmet etme kültürü zaten pek çok şeyi çabucak halletmenize sebep oluyor ki bu his insana bazen dilini çok iyi bildiği ülkelerde hiç uğramaz.
Uzakdoğu dediğin yer neresidir ki? Kime göre uzaktır aslında? Avrupa coğrafyasına göre haritanın biraz köşesinde kalmış olmasından başka bir uzaklığı var mıdır? Bizler, önce öğreniriz ardından öğrendiklerimizin bizi düşürdüğü Avrupamerkezci tuzaklardan kurtulmaya çalışırız. Okudukça kendimizi iyi hissettiğimiz Batılı romanlardan, seyrettiğimiz filmlerden devşirdiğimiz Batı kültürüne aşinalığımız yeni bir isim duyduğumuzda veya hiç bilmediğimiz bir Avrupa şehrini ziyaret ettiğimizde kendini belli eder, çabuk adapte oluruz. Bu aşinalığın diğer coğrafyalar için ne kadar az olduğunu, uzak doğulara, Latin Amerikalara, Afrika'nın köşelerine ne kadar hazırlıksız yakalandığımızı utanarak fark ediyorum son yıllarda…
Geçen ay yaptığım 10 günlük Japonya seyahatinden sonra gezip gördüğüm onca değişik yerlerden birini ve 'Ama' kültürünü anlatmadan evvel biraz içimi dökmek istiyorum aslında. Bütün seyahat boyunca başıma gelen en zor işlerden biri Japonca isimleri hatırlamaktı. Yeni yeni yemeklerine ilgi duyduğumuz, samuray, harakiri kelimelerini yerli yersiz kullandığımız bu kültürün dili, salt bana değil, gruptaki herkese yabancı geliyordu, bir türlü öğrenemiyorduk. Suşi, kimano ve pirinç pilavı aşinalığından fazlası yoktu zihnimizde. Bütün çekik gözlüleri aynı zannedip, her şeyi birbirine karıştıran ama bunun için de kendini hiç kötü hissetmeyen, ne de olsa herkesin bir Fransız ve Alman arasındaki farkları pekâlâ bilip anladığı bir dünyayı Japonlar da iyi tahlil etmiş olsalar gerek ki, şu meşhur markalarının ismini Hello Kitty koymuşlar.
Japonya'ya gitmeden konuştuğum 20 yıl kadar evvel orada bulunmuş bir ahbabım şunları söyledi: Kendi kültürlerini korumuş bir memleket. Hiçbir yerde İngilizce tabela bulamazsın. Japonlar çok gelişmiş ve çok saygılı insanlardır ama İngilizce konuşmazlar, bu açıdan zorluk çekersin. İtiraf edeyim bazı ülkelerin İngilizceye koydukları mesafe, o ülkenin dilini bilmiyorsanız öncelikle insanı biraz ürkütür. Sanki bir çaresizlik ve yalnızlık hissi uyandırır. Ama bir yandan da bir yerlerde hâlâ bu 'lingua franca'ya direniliyor olması içten içe beni sevindirir.
Gelin görün ki Japonya'da bu iki hissi de yaşamadım. Geçen süre zarfında herkesin İngilizce konuştuğu bir ülke olmamakla beraber, dört başı mamur kendilerine yetecek kadar İngilizceyi de öğrenmişler. Şöyle ki, ziyaret ettiğimiz Tokyo'daki Takanawadai İlkokulu'nun müdiresi İngilizce konuşmasa da, Japonya'nın 12 sene evvel İngilizce eğitimine ağırlık verdiğini, İngilizce öğrenme yaşının düşürüldüğünü ve yeni nesillerin yabancı dil bilme oranının çok yükseldiğini anlattı. Ve tabii ekleyeyim, pek de zorlanmadan bir Starbucks bulabileceğiniz Tokyo'da trenler, metrolar, mağazalar, görevliler hepsi İngilizce konuşuyor… Lakin bundan daha önemli bir şey var: Rahat iletişim kurmanın yolu her zaman aynı dili konuşmak demek değil. Japonların nazikliği, insanın gözünün içine bakan anlama çabası, hürmet ve hizmet etme kültürü zaten pek çok şeyi çabucak halletmenize sebep oluyor ki bu his insana bazen dilini çok iyi bildiği ülkelerde hiç uğramaz.
Gerçekten de hem Tokyo kadar kalabalık hem de huzurlu bir şehir bulmak zor olsa gerek. İnsanı dolandırmayan taksicisi, bahşiş almayan garsonu ve yardımsever insanları ile Japonlar, hepimizin aynı anda hareket etmemiz gereken şehir meydanlarında nasıl birbirimizi daraltmadan yaşayabiliriz sorusunun cevabını veriyor gibi. Akşam karşıdan karşıya geçmek için ışıklarda uzun kuyruklar oluşturan Shibuya Meydanı'nın kalabalığı ve insanların birbirine değmeden şehir içinde akıp gidiyor olmaları... İnsan gezindikçe galiba artık bir şehrin binalarına, saraylarına, müzelerine hayran kalmak yerine sokaklarını dolaşmak ve insanlar ile şehrin ilişkisini seyre dalmak istiyor. Şehirde katı kurallar var ama umarsızlık yok. Bir şeyi yanlış yaptığınız zaman azarlayan asık suratlar yok. İşte bu 107 milyonluk ada ülkesinin hızlı trenlerinde seyahat ederken sık sık bir klişe gibi duyduğumuz Japonlar kendi kültürlerini kaybetmeden modernleşti sözünde gerçeklik payı olduğunu düşünüyorum. Evet, kendi ikram ve yeme içme kültürlerini kaybetmeden, ama çalışkanlıkları sayesinde Batılı bilim kodlarının da taşıyıcısı haline gelen bir millet olmuşlar. Sonuç: Tokyo da tıpkı diğer Avrupa şehirleri gibi düzenli ve organize, kaybolmak zor, ama kaybolursanız yardım eden de çok.
'Ama' dalgıç kadınları: Okyanustan tarla yapmak
Bir ada ülkesi deyip geçmeyelim, dile kolay 5 bin kadar adası var. Bir hayli de yarımadası… Yarımadaların denizle çok değişik anlaşmaları ve hep kendi söyleyecek sözleri vardır. Bir yerde yarımada varsa orada muhakkak acayip işler olur. Japonya'nın bazı yarımadalarında ve (Kore'de) çok ilginç bir gelenek yaşamaya devam ediyor. 'Ama' ismi verilen dalgıç kadınlar tam 3 bin yıldır, tarlaları yerine koydukları okyanusa tek nefeste dalarak okyanusun kendilerine bahşettiği mahsulleri topluyor. Temelde bir kazanç kapısı olan bu gelenek zamanla bir yaşam tarzına ve sofistike bir kültüre dönüşmüş.
'Ama' kadınları 'isogi' denilen bembeyaz kıyafetleri ve başlıkları ile dalıyorlar. Zamanla su geçirmez dalgıç kıyafetleri de kullanılmaya başlanmış. Yüzlerinde geniş, camlı bir maske var. Tek seferde tuttukları nefesle 10-15 metre dalıp, ellerinde sivri bir aletle istiridyeleri ve kabuklu deniz hayvanlarını toplayıp hemen yukarı çıkıyorlar. Bizim denizlerimizde bu kadar değişik canlı olmadığı için genel olarak hepsine kabuklu deniz hayvanları ve istiridye demişiz. Hâlbuki Japoncada hepsinin, hatta farklı boylarının bile çeşit çeşit isimleri var.
Dalmaya çocukken başlamışlar, denizi çok iyi biliyorlar, iyi yüzmenin ötesinde, denizin altında bir tarlada çalışır gibi rahat hareket etmek, ilerlemek, inmek ve çıkmak çok iyi bildikleri bir şey. 83 yaşında bir 'Ama' dalgıcını görünce denizle nasıl ilişki kurarsan kur, deniz seni bir kere aldı mı daha da bırakmıyor diye düşünüyorum… Ve tabii 83 yaşında olup da 20 metre derinliğe dalmak bu ada ülkesinin her yemekte çiğ balık tüketen insanlarına nasip oluyor…
Dalgıç kadınlar tek başlarına veya grup halinde dalmaya gidebiliyorlar. İhtiyaçları olan tek şey, ucu iple kendilerine bağlı bir simidin içine oturtulmuş file bir sepet. Böylece daldıkları zaman simit yüzeyde kalıyor ve aslında bir bakıma dalgıçla yüzeyin arasındaki bağı koruyor. Okyanusun soğuk sularına dalarken seri ve bir o kadar da dikkatli olmak zorundalar. Zira bir dalışın boşa gitmemesi için bir nefeslik vakitleri var. 'Ama' dalgıçları bir saat içinde defalarca gel git yaparak küçük bir heybe dolduruyor. Genellikle mevsimine ve yerine göre yazları 10 ila 120 gün arasında dalabiliyorlar. (Kışın toplanan bazı ürünler müstesna) Bu da genellikle gün içinde sabah bir saat, akşam bir saat şeklinde oluyor.
Karı koca denize açılan 'Ama' aileleri de var. Bunlar iki kişi beraber çalıştıkları için daha derine gidebiliyorlar. Burada kadınlar ip ve ağırlık yardımı ile dalıyorlar, bir müddet sonra kocasının döndürerek çektiği ip ile tekneye hızlıca geri dönüyorlar. Sonra okyanusun dibinden toplanmış, lüks restoranlarda bulabileceğiniz kabuklu deniz hayvanları teker teker dökülüyor heybeden. Şimdi sıra bu ürünleri satmak için pazara götürmeye geliyor. Vakit kaybetmeden sepetler ile yola çıkılıyor, pazarda ürünler tasnif ediliyor ve emeğin karşılığı çok hızlı alınmış oluyor.
Bu sıra dışı kazanç kapısı sadece bir dalma ve ticari egzersiz değil, denizle ilişkilendirilen her şey gibi içinde bilgelik barındıran ve nesilden nesile aktarılan bir kültür haline gelmiş. Yüzyıllardır tekrar eden bir gelenek… Pazardan dönülünce 'Ama' kulübesi denen yerlerde buluşuyorlar, dalarken birbiri ile rekabet halinde olan kadınlar için şimdi büyükçe bir ateş etrafında oturup yeşil çay içip ısınmak ve laflamak vakti gelmiş oluyor. Beraber şarkılar söylenirken 'Ama' kadınlarının kahkahaları ateşin çıtırtılarına karışıyor.
Bazı teknik detaylar
Aklımıza takılan birkaç soru var. Neden bu mesleği kadınlar yapıyor? Açıklaması yine Japon kültüründen: Okyanus dibinin serinliği düşünülürse kadınların vücutlarında daha çok yağ olduğundan ve daha dayanıklı olacakları düşünülüyor. Yahut başka bir rivayete göre balıkçılık teknolojisinin gelişmesi, erkeklerin epey uzun süre okyanusta daha uzağa gitmesine sebep oluyor. Böylece başlangıçta kadınlar ve erkeklerle yapılan bu faaliyet zamanla kadınlara kalıyor. Elbette erkek 'Ama'ların da olduğunu belirtelim, özellikle tapınaklar için avlanan ve yemek hazırlayan 'Ama'lar erkek oluyor.
Bu hikâyenin bir başka kritik sorusu daha var: Japonlar bunca teknolojiye rağmen neden tüple dalmıyorlar da hâlâ nefesle dalıyorlar? Aslında bu sorunun da yine Japon kültürü ile çok ilişkili bir cevabı var. Deniz canlılarının hızlıca yok olmaması için tüple dalma konusunda bir yasak var, doğru. Lakin bu yasak olmasa da 'Ama'ların kendi aralarında bir sözleşmesi var. Çünkü bütün doğal kaynaklar gibi okyanusu da hor kullanan insanoğlunun karşısında balık dışında yüzlerce ürün veren okyanusun çölleşme tehlikesi duruyor. Sanayileşme, çevre kirliliği okyanus habitatını da bozuyor, türler yok oluyor, denge kayboluyor. İşte Japonlar, eğer tüple dalarlarsa bu yıkımın daha hızlı olacağını fark etmişler. Ne de olsa bir insanın tek nefeste dalıp çıkarabileceği ürün sayısı sınırlı. Hatta boyut sınırlaması da var, belli bir santimin altındaki ürünler toplanmıyor.
Ama kültürü dünya mirası olmak istiyor
Japonya'da her 'Ama' yöresinin kendine özgü çeşit çeşit festivalleri var. Bunların çoğunun dinsel bir anlamı veya manevi bir değeri olduğu için salt tanıtım amaçlı festivaller gibi yaz mevsiminde gerçekleşmiyor. Hemen hemen hepsinin bir hikâyesi olan bu festivaller bütün seneye yayılmış durumda. Bunlardan bir tanesi 11 Temmuz'da Sugashima'da o adanın koruyucusu Dragon Tanrısı için yapılan festival. 700 sene evvel Sugashima'ya beyaz bir yılanın ulaşmasını ve Dragon Tanrısı'nın bir habercisi olarak kendisine ibadet edilmeye başlanmasını hatırlamak için yapılıyor.
Turistler için de 'Ama' turizm paketleri düzenlenmiş. 'Ama' kültürünü yakından görebilir, 'Ama' kadınları ile bir gün deneyim yaşayabilir ve sonra kömür ateşinde kabukları üzerinde pişirilen deniz mahsullerinin başında 'Ama' dalgıçları ile beraber yemek yiyebilirsiniz. Pirinç, sebze, turşu ve çiğ balık da size eşlik edecek tabii…
Kömür ateşinin üzerinde pişmiş deniz kabuklularının ziyafetinden sonra bu seremoni 'Ama' kadınlarının naif dansları ile sona eriyor. 'Ama' dalgıç kadınları ile buluştuğumuz Mie eyaletindeki geleneksel 'Ama' kulübesi şeklinde dizayn edilmiş restoranda Müslüman ziyaretçiler için mescit dahi bulunmakta. Japonlar, 'Ama' kültürünü dünyaya tanıtmak ve UNESCO dünya mirasına sokmak istiyorlar. Zira 'Ama' kültürü hem hızla kaybolan doğal kaynaklarımıza işaret ediyor hem de hızla azalan dalgıç sayısı gerçeği var. 'Ama' dalgıçları kendi kızlarının ve onların çocuklarının 'Ama' olmak için hevesli olmadıklarını söylüyor. 'Ama' kültürünün yaygın olduğu Mie eyaleti, önümüzdeki sene G7 zirvesinin yapılacağı bölge aynı zamanda. Zannederim diplomatik heyetlerden 'Ama' kültürü ile tanışanlar ve geleceğe yönelik çözümler üretenler olacaktır.