Eskiden gazeteler seyahat eki vermezdi. İnternetin, genç seyyahların yolculuk hatıralarıyla dolu olmadığı günler de olmuştu. Blog yazarlarının, Instagram tayfasının, Twitter fenomenlerinin geziden başka konular yazdığı günler hâlâ hafızamızda taze duruyor ama şimdi, memleket olarak, yeni bir durumla karşı karşıyayız. Herkes oturduğu yerden, başkalarının gezmeye gittiği yerlerden geçtiği makaleleri, fotoğrafları, videoları takip ediyor. Yavaştan değişiyor böylece, seyahatten anladığımız şeyler.
'Ortam mesajın ta kendisidir' diyen Marshall McLuhan'ın kulakları çınlasın. Üniversite yıllarımızda idolümüzdü. Hâlâ da ona referans vermeden yapılan medya tartışması, değerinden kaybeder. Seyahat yazısı deyince, seyahat deyince ilk olarak check-list mantığını anlıyorsak bugün, biraz da McLuhan'ın söyledikleri nedeniyle böyle bu. 'Roma yolcusu kalmasın' anonsunu dinlerken iPhone'umuzdaki yapılacaklar listesine Colosseum'un önünde selfie çekmeyi ekliyoruz heyecanla çünkü elimizdeki cihazlar, yazı cihazlarının, medya cihazlarının yapısı böyle. Seyahat, yapısöküme uğratıp (hey gidi Derrida hey) her aşamasını bilgisayar oyunu gibi tamamlamaya çalıştığımız bir şeye dönüşmüş vaziyette. Sonra Âşıklar Çeşmesi'nin filtreli bir fotoğrafını Instagram'a yüklerim diyor iç sesimiz uçakta yerimize otururken. Dönerken de Airbnb'den tuttuğumuz yere bir yorum yazar, en külyutmaz eleştirmenin üslubuyla yapısal-turistik analizlere girişirim diye geçiriyoruz aklımızdan. Aslında gitmeye ne hacet: Ben Roma'yı, istesem İstanbul, nam-ı diğer yeni Roma'dan bile gezmiş gibi yaparım. Deneyimin kendisi neymiş temsilinin yanında…
McLuhan büyük insandı!
İşin bir de demokratikleşme boyutu var ki, bu işin iyi yanı oluyor. Artık biliyoruz, gezi yazılarını en çok yazan kişiler, Afrika senin Avustralya benim gezen halkımızın bizatihi kendisi. Geride kalmış gibi görünüyor, halkımız yurtdışına akın etti, vatandaş ağız tadıyla Champs-Elysees'de yürüyemedi. Bir vakitler gazetelerde köşe yazarı olmanın en birinci kuralı adabımuaşeret bilgini göstermek, nerede şarap içilir, iyi et nerede yenir, en cutting-edge otel nerede açılmış, bunları okura hissettirmekti. Bunlara yetecek parası, sevgisi, ilgisi olmayan okur kendi içine çekilir, köşe yazarını mazlum bir edayla izlerdi.
Boşuna McLuhan demiyoruz sevgili okur. Bir vakitler köşe yazarlarının içlerinde bahçe, müştemilat, iki katlı ev, köpek kulübesi bulunan ve tüm sayfaya yayılan köşelerinden takip ederdik seyahat etmenin nasıl bir şey olduğunu. Uçak bileti fiyatı, bir aylık kiraya denkti. Asgari ücretten hallice geliri olup güvencesiz çalışan muhabirler de bu sayfa büyüklüğünde seyahat yazılarını, yazarının ustalığının, hayatta ulaştığı yerin, 'Türk gazeteciliğinin en üst noktasının' değişmez işaretleri olarak görmek üzere eğitilmişlerdi. İnsan gerçekten hayret ediyor.
O köprülerin altından çok sular aktı. Bugünlerde gazetelerin seyahat ekleri bile yazılarını halka yazdırır oldu. Sosyal medya sağ olsun, kendi gezi hatıralarını aracısız paylaşma imkânı bulan seyyahlar, Londra'nın West End ve Piccadilly semtlerinde yiyip içtiklerini, karşılığında ücret de almadan yazıyorlar. Kendi aralarındaki atışmaları ve medya dedikoduları da zaten olmaz olsun. Bir vakitler Türk medyası sit-com'unun çeşitli figürleriyle özdeşleşen seyyah okur, kendini bir özne olarak buldukça, seyahat yazılarının hem yazılma biçimi değişti hem de alımlanması.
Like'lar geldikçe, ailemizden, arkadaşlarımızdan, meslektaşlardan yorumlar sel olup yağdıkça, doğru yolda olduğumuzu idrak ediyoruz. Eskiden seyahat yazısı yazanı sever yahut ona kızarken şimdi kendi seyahatimi nasıl temsil etsem diye kara kara düşünür olduk. Temsil hakikatin önüne geçti demek yanlış olur; temsil hakikati belirler oldu. Seyahati temsil etme meselesi, seyahat etmenin kendisine dönüştü. Hem zaten belki uzun süredir de böyleydi bu. Boşuna demiyoruz McLuhan büyük insandı diye.
Eski seyyahlar daha mı iyiydi ne?
Son birkaç seneyi onları okuyarak geçirdiğim için seyahat yazısı denilen türe az çok hâkimim. Kahire'de bir editör, benden İstanbul'a dair gezi yazıları kitabı hazırlamamı istemişti. Ben de American University in Cairo Press için kitap hazırlıyorum heyecanıyla eski seyyahların yazdıklarından masamda kuleler oluşturmaya koyulmuştum. Oturduğu rahat koltuktan cinayet çözmeyi seven okura 'armchair detective' diyor ya İngilizler, ben de eski İstanbul'un armchair turistine dönüşmüştüm.
Seyahat izlenimlerini günlüğüne yazan Herman Melville ile mektuba yazan Lady Montague ile bir dergide yayımlanmak üzere yazan Theophile Gautier'nin ne kadar farklı yazdıklarını idrak ettim öncelikle. Moby-Dick'in yazarı, kaleminin birkaç hamlesiyle İstanbul'u tarif ediyor ve bunu gayet de güzel bir biçimde yapıyordu. Lakin görüyordum ki herhangi bir okunurluk kaygısı yoktu bunu yaparken. Kendi için bir zihinsel not almıştı, sonra görünce aklındaki duygu yeniden canlansın diye muhtemelen. Oysa Lady Mary Wortley Montagu'nun egzotik bir şehir olarak gördüğü, konuşulan dillerin çeşitliliğine bakıp da Babil Kulesi'ne benzettiği İstanbul, kendisi sonradan görüp de hatırlasın diye değil, o kelimeler İstanbul'dan yola çıkıp Kıta Avrupası'nı aşsın, Manş Denizi'nin üzerinden geçerek ta Londralara ulaşsın diye yazılmıştı. Ortam ne kadar mesajı belirliyorsa okur da onu belirliyordu demek ki. Montagu'nun cümleleri daha tarif edici, kullandığı isimler daha çeşitli, yazarın bakış açısı daha kapsamlıydı. İstiyordu ki, onunla birlikte bütün mürekkep yalamış Londra ahalisi de bu şehri görsün. Tabii ki o dönemin İngiliz değerlerine, önyargılarına ve ahlakına uygun bir biçimde.
Kitabı hazırlarken bir başka şey daha düşündüm. Benim üniversitede okuduğum yıllarda, 20'inci yüzyılın sonuyla 2000'lerin başında, seyyahlıkla sanatçılık arasında bağlar kurmuştuk. İngiliz seyyahların en marifetlilerinden Bruce Chatwin gibi hayatımızı başka memleketlerde yaşayıp akşamüstleri kendimizi yazmaya adayarak geçirmeyi hayal etmiştik. 32 yaşında Sunday Times Magazine için yazmaya başlayan Chatwin, bir vakitler Sotheby's'de çalışmış bir izlenimci sanat uzmanı olarak, Patagonya gibi yerlerde gezmiş, yazdığı Songlines gibi kitaplarla seyahat yazarlığı türünü yeniden canlandırmıştı. Chatwin hem Avustralya'ya seyahat ediyor, hem Aborjinlerin müzik kültürünü inceliyor, hem de insanlığın kökenleri hakkında kendi argümanlarını sunabiliyordu bir gezi yazarı olarak. Instagram'ı, FourSquare'i, bir seyahat ekinde beş bin vuruşluk köşesi olsa kim bilir nasıl bir yazar olurdu?
Yine o vakitler, benim üniversite yıllarımda, Chatwin gibi dünyayı gezme hayalleri kuran Türkiyeli pek çok genç, Moleskine marka defterleri keşfetmişti. Tours'ta bir matbaada üretilen ve Paris'te, Rue de l'Ancienne Comédie'e yakın bir kırtasiyeci dükkânında satılan bu defterler artık üretilmez olduğunda Chatwin'in çok üzüldüğü, artık hakiki Moleskine'lerin sonu geldi anlamında, "Le vrai Moleskine n'est plus" dediğini de duymuştuk. İstanbul'da da satılmaya başlanan bu defterleri Ernest Hemingway, Pablo Picasso gibi modernist ustalar kullanmışlardı. Şayet elde etmeyi başarırsak biz de onlar gibi olabilirdik. Böyle düşünüyorduk.
Yirmili yaşlarda Berlin'de, Münih'te, Amsterdam'da yaşayıp, oradaki Türkiyeli seyyah kardeşlerimizle tanışırken hep bu defterlere notlar alırdım. Cebime koyduğumda bu defterlerin aldığı biçimi severdim. Onlara yazmak, onlara yazdığım şeyin biçimini belirlerdi sanki. İlk açtığımda sayfalarının soğukluğu bana mutluluk verirdi. On tane, yirmi tane, otuz tane alıp bitirdiğimde de, o sıralar arka arkaya bitirdiğim sigara paketleri gibi, hemen bir yenisini almak isterdim.
Deftere yazan seyyah, deftere yazdıklarını bir gün bir yerde bir araya getirmeyi, yazdıklarından bir makale, roman, kitap çıkarmayı hayal eder. Doya doya yazar, başlıklar, ara başlıklar, listeler değil de metnin kendisidir onun için önemli olan. Şu an için değil, defter bittiği günkü tarih için yazar. Gezi metni, bir büyük metnin parçasıdır ne de olsa. Bir film gibi sonradan bir araya getirilecek olan seyahatin, bu yalnızca bir sahnesidir, son halini kurgucunun elinde alacaktır.
Instagram'dan, Twitter'dan, Tumblr'dan ilerleyen yeni gezi yazarlığı kültüründe bu ayrıntılı planlama, bu büyük resim kurma çabası, bu seyahatin daha büyük asıl seyahatimizle olan bağlantıları yok. Tanpınar'ın Beş Şehir'inin, Ahmet Haşim'in Frankfurt Seyahatnamesi'nin dikkatleri, derin ilgilerini de ara ki bulasın. Daha çok bir iç sıkıntısıyla yanına 'check' işareti koyup bir sonrakine geçtiğimiz, kendi kendimize koyduğumuz ve tamamlamakla yükümlü olduğumuza kendi kendime karar verdiğimiz ufak görevler var. Bir büroda belgelere mühür basmak gibi bir şey…
Evliya Çelebi'nin seyahatlerinde gerçekler, sadece gerçekler yoktu; hayal gücü vardı, bir tarih ve efsaneler icat etme heyecanı vardı. Şimdi gerçeğin, sadece gerçeğin kılavuzluğunda yeni bir seyahat yazarlığı doğuyor. Evliya, FourSquare'in girdiğimiz bütün mekânları bildiği, Airbnb'in kaldığımız bütün yerlerin kaydını tuttuğu, Vine'ın yaşadığımız bütün sürprizli anları dünyaya canlı yayınla duyurduğu bu yeni seyahat kültüründen hoşlanır mıydı? Bana bu işin keyfinin kaçtığından dem vurur, seyahat yazarlığı bu değildir, Seyahatname'mi okuyun diye çevresindekilere söylenir ve atına binip olay yerinden büyük bir hızla uzaklaşırmış gibi geliyor.