Viyana okulları, biz başörtülü kızları sonsuz bir saygı çerçevesinde karşılamıştı. Hani o klişeleşmiş tabirle ifade edersek, ‘başımızdaki örtüyle değil kafamızın içindekiyle’ ilgileniyorlardı. İlim tahsil etmek isteyenlere kapılarını sonuna kadar açmışlardı. Elbette Viyana’da okumak, rüya gibi bir tecrübe de değildi. Okullar her ne kadar ‘öğrencisever’ imaj oluşturmaya çalışsa da, yabancı öğrenciler için öğrenim hayatının burada kaldığım 10 sene içinde günden güne ne kadar zorlaştırıldığına da şahit oldum. Özellikle son yıllarda süratle tırmanışa geçen İslamofobi, zaman zaman dönüş yolunu hızlandıracak hayallere dalmama sebep oldu.
2005 yılı bahar aylarında başlayan bir hikâye bu. Bir pazar sabahı, oldukça erken bir vakitte yollara düşüren heyecan ile Viyana semalarında uçağın penceresinden boylu boyunca uzanan nizami tarlaları gördüğümde hissettiğim şaşkınlık birbirine karıştığında, önümde beliren hikâyede nelerin yazılı olduğunu henüz tahmin bile edemezdim. Sonrasında yıllar boyu yakamı bırakmayacak olan, Viyana'nın puslu, ölüm sessizliğine bürünmüş pazar sabahı kasvetiyle ilk tanışmamız da aynı güne denk gelir. O gün hâlâ tam anlamıyla idrak edemediğim şey ise bu hikâyenin asıl çıkış noktası; benim, üniversite eğitimime devam etmek için neden böyle bir yol seçmiş olmamdı aslında.
28 Şubat'la ortaokulda tanışmak
Ülkede şedit 28 Şubat günleri yaşanırken henüz ortaokul sıralarındaydım ve tabii ki tüm bu olan bitenin benim için ne anlama geldiğini çok da iyi anlayamazdım. Hayatımın seyrini hiç tahmin edemeyeceğim şekilde değiştiren, insan ömrünün en bereketli vakti olarak kabul edilen 20'li 30'lu yaşlar arasındaki 10 senemi bambaşka bir kültürün içinde geçirmeme sebep olan meğer o karanlık günlermiş. Henüz lise çağındaki kız çocuklarını polisle, çevik kuvvetle, copla, panzerle, tutanaklarla vs. tanıştıran 28 Şubat sürecinin elbette ki tek mağdurları başörtüsüyle öğrenimine devam etmek isteyenler ya da üniversite sınavında katsayı engeline takılanlar yahut ikna odalarında türlü psikolojik şiddete maruz kalanlar değildi. Meselenin birçok cephesi ve birçok mağduru vardı. Ben sadece bu büyük fotoğrafın köşesindeki ufak bir 'nokta' idim ve kısmen de olsa şanslı azınlık olarak kabul edebileceğimiz, 'gidiş'in cazibesiyle başı dönmüş, kendi ülkesinde yabancılaşmanın, yersiz yurtsuzluğun burukluğunu ardında bıraktığı ailesine emanet eden, 'dönüş'e dair hayaller kurup gülümseyen kız çocuklarındandım.
2004 yılında üniversite sınavına girip, aldığım puanı gösteren kâğıdı posta kutusunda bulduğumda önümde çok da fazla seçenek olmadığını biliyordum. Ya İlahiyat Fakültesi'ne devam edecektim, ya bir vakıf üniversitesine kaydolacaktım ya da yurt dışına çıkmak gibi bir cesaret gösterecektim. Aralarında birkaçı Amerika ve İngiltere'ye gidenler dışında (bir kısmı da Bosna ve Kıbrıs'ta devam edecekti), lise arkadaşlarım ekseriyetle ilk iki seçenek üzerinde yoğunlaştılar. Karar aşamasını şimdi hayal meyal hatırlasam da, o sıra Viyana'ya giden birkaç arkadaşımdan etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Avrupa'nın en eski okullarından biri olan Viyana Üniversitesi'nde okumak ve o günlerde çarşıda, pazarda, sokakta yaşadığım her menfi olayın, tartışmanın eninde sonunda gelip 'başörtülü' oluşuma dayanması ve artık bu konuda sıkıntı yaşamayacağımı düşündüğüm bir yere göç etme fikri sanıyorum ki tercihimi Viyana'dan yana kullanmamı hızlandırdı. Viyana Üniversitesi'nin öğrenim harçlarının Amerika veya İngiltere ile kıyaslandığında makul boyutlarda olması da kararımı etkileyen faktörler arasındaydı. Viyana'nın imam hatip lisesi mezunları ve başörtüsü mağdurları tarafından 28 Şubat süreci sonrasında ilk kez tercih edilmesinde de bu saydıklarım genel olarak büyük rol oynamıştı.
Klişe ama gerçek: Başımızdaki ile değil, kafamızın içindekiyle ilgilenmek
Viyana'ya geldiğim ilk yıllarda ve sonrasında da karşılaştığım, buradaki bazı öğrencilerde hâkim olan, beni ziyadesiyle rahatsız eden, birbirine tamamen zıt iki tutum vardı. Bunlardan ilki; maruz kaldığımız haksızlıklar, yasaklar sebebiyle her fırsatta kendi vatanını Batılı arkadaşlarına, hocalarına, çevresine şikâyet eden zihniyet... 'Müslüman bir ülkede başörtüsüyle üniversite kapısından girememe'nin sıradan yahut aydın bir Batılı için ne denli tahayyül edilemez olduğu izahtan varestedir. Bu saikle yaşadığı her mağduriyeti ve bunlarla başa çıkma kabiliyetini, ayakta durabilme öyküsünü Batı'da taltif edilme ümidiyle ortalığa saçanların vakti gelince (ki mutlaka, ya ana dili kadar iyi kullanamadığı yabancı dil bilgisinden ötürü, ya Türklerin/Müslümanların Avrupa toplumuna entegrasyonu meselesinden doğan tartışmalarda, bir vesileyle eleştirinin muhatabı olmuştur bu arkadaşlar) yaşadığı hayal kırıklıkları muazzam ölçüde olmuştur. Diğer bir rahatsızlık verici tutum ise şu ki; Viyana'da okullarını bitirip yıllar sonra ülkelerine dönen mezun arkadaşlar içinden, 28 Şubat ve getirdiklerinden, bu vesileyle yurt dışına çıkma zarureti hissedilmesinden sevinerek bahsedenler, 28 Şubat'ın bizleri buralara sürmesini büyük bir nimetmiş gibi değerlendirenler olmuştu. 2011 yılına geldiğimizde, gazetelerde ve haber sitelerinde yayınlanan bir röportajı okuduğumda büyük bir şok yaşamıştım. "28 Şubatçılara teşekkür borçluyuz" başlığıyla yayınlanan bu röportajlar daha sonra Viyana hakkında düşüncelerimizi soran bazı art niyetli insanlara referans olmuştu ve pek çok kez alttan alta 'iyi ki olmuş ama bak, yoksa nereden aklınıza gelecekti oralara gitmek?' imalarına şahsi olarak maruz kalmıştım. Sansasyonel haberciliğin azizliğine uğradıklarını ya da kullandıkları ironik ifadelerin abartıldığını düşünebiliriz. Fakat ne yazık ki, Viyana'da aldığımız eğitimin Türkiye'de alacağımız/alamadığımız eğitimden kat be kat daha iyi olduğunu ve bu bakımdan aslında çok da hayırlı bir şeye vesile oldukları için 28 Şubat ve yasaklarına sebep olanlara teşekkür etmemiz gerektiğini bizzat aynı süreç içerisinde darbe almış büyüklerimizden de işitmiştim.
Evet, Viyana'da iyi ve zorlayıcı bir tedrisattan geçtiğimiz, Almanca ve İngilizce başta olmak üzere en az iki yabancı dile bu kaliteli eğitim sebebiyle hâkim olduğumuz, sadece Avusturya'nın değil dünyanın farklı kültürleriyle hemhal olduğumuz, yurt dışında aileden uzakta ayakta durabilmenin kişiliklerimizi güçlendirdiği, Avrupa'da okumanın sağladığı fiziki ve sosyal imkânlardan bolca faydalandığımız, Türkiye'de tüm kapılar yüzümüze kapanırken buradaki üniversitelerin bizim saçımızın görünmesiyle ya da örtülü olmasıyla ilgilenmiyor oluşu vs. yadsınamaz bir gerçek, şükür sebebi ve 'şerrin içindeki hayır' olarak görülmeli... Fakat bunların yanında kendi öz vatanımızda üvey evlat muamelesi görmemize, henüz tefekkür etmeye yeni yeni başladığımız, fikir dünyasında bebek adımlarıyla yürüdüğümüz dönemde bizi ana dilimizden söküp uzak bir düşünce sisteminin içine fırlatan ve bu yabancı kültür içerisinde bir dolu ön yargı karşısında ayakta durmaya çalışırken harcadığımız mesainin bizde derin yaralar bırakmasına sebep olan zihniyete 'teşekkür etmek' hassasiyetle sakınmam gereken bir tutum olmalı kanaatimce.
Viyana okulları, biz başörtülü kızları sonsuz bir saygı çerçevesinde karşılamıştı. Hani o klişeleşmiş tabirle ifade edersek, 'başımızdaki örtüyle değil kafamızın içindekiyle' ilgileniyorlardı. İlim tahsil etmek isteyenlere kapılarını sonuna kadar açmışlardı. Elbette Viyana'da okumak, rüya gibi bir tecrübe de değildi. Okullar her ne kadar 'öğrencisever' imaj oluşturmaya çalışsa da, yabancı ve ana dili Almanca olmayan öğrenciler için öğrenim hayatının burada kaldığım 10 sene içinde günden güne ne kadar zorlaştırıldığına da şahit oldum. Geçmişten gelen ön yargılar (Viyana kuşatmaları) ve daha sonra ilk kez 50 yıl önce Avusturya'ya çalışmak için gelmiş Türkler ve entegrasyon sürecindeki başarısızlıkları bahane edilerek adeta bir projeymişçesine artan Türk antipatisi ve son yıllarda süratle tırmanışa geçen İslamofobi zaman zaman dönüş yolunu hızlandıracak hayallere dalmama sebep oldu. Tam da bu nedenlerden ötürü sıkça 'araf'ta kaldığımı hissediyor, buradayken Türkiye'yi, tatillerde ülkemdeyken ise Viyana'yı özlüyordum.
Havadan sudan Viyana
Türlü zorluklarla sınadı bizleri Viyana. Kısaca bahsetmek gerekirse, mesela bir öğrenci için öyle çok da 'ucuz' bir şehir değildi. Evet, öğrenci harçları Avrupa'nın diğer büyük şehirlerine kıyasla düşük, lakin günlük hayat, ev kiraları, yurt masrafları, müzeler, sanatsal etkinlikler vb. bir öğrenci bütçesinin çok rahat sırtlanabileceği bir yük değildi. Üstelik Avusturya, Türk vatandaşlarına hiçbir şekilde finansal, sosyal yardım, burs imkânı sağlamayan bir ülke... Böyle bir yardıma uygun hale gelebilmeniz için en az 10 sene Avusturya'da yaşamış olmak ve bunun en az üç senesinde iş izni alıp çalışmak şart koşuluyor ki, iş izni alabilmek de son üç dört seneye kadar oldukça zordu. Bu yüzden pek çok öğrenci, ailelerinden destek almalarına rağmen ayrıyeten pek de uygun olmayan şartlarda çalışmak zorunda kalıyor, bu da sonucunda okulun normal seyrini yavaşlatan bir sürece dönüşüyordu. Viyana'da yükselen ırkçılık, faşizm de işimizi pek kolaylaştırmıyordu açıkçası. Almanca konuşurken çok doğal olarak bazen doğru telaffuz edemediğimiz yahut Türk aksanıyla konuştuğumuz için cümlenin bitmesini bile beklemeden "Hiç bi'şey anlamadım!" deyip ilgilenmeyi bırakan yahut azarlayan Viyanalılarla sayısız kez tartışma yaşamışızdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin, yabancı dil kurslarında öğretilen ilk şeylerden biri 'çıkın bir parka gidin, insanlarla havadan sudan konuşun' pratiğidir. Bu tavsiyenin işlemediği şehirlerin başını Viyana'nın çektiğine eminim. Fakat bunun yanında nefes alabileceğimiz, oturup soluklanabileceğimiz ferah alanlar sunmuş olduğunu da inkâr edemem. Viyana Üniversitesi'nin kütüphanesinde ya da Milli Kütüphane'de ders çalışmak, okumalar yapmak, zorunlu olduğum için değil, severek yaptığım işlerdendi mesela. Çünkü okuduğum kitaptan kafamı kaldırdığımda gördüğüm yapı, orada güvende olduğumu hissettiren bir mimariye, atmosfere sahipti. Şehrin her köşesine yayılmış geniş parklar, bahçeler derdimi tasamı emiyordu adeta. Dünyanın parmakla gösterilen sanat müzelerinde vakit geçirmek hayata, sanata dair algılarımı derinleştirmiştir muhakkak. Ebeveynlere çocuklarıyla beraber katılacakları, eğlenecekleri, öğrenecekleri sayısız alternatif sunan bir şehirde çocuk sahibi olduğum için hep mutlu olmuştum. Evde musluktan, dışarıda çeşmelerden şüphe duymadan su içebilmek bile pek önemsenecek bir ayrıntı gibi görünmese de Viyana'yı Viyana yapan unsurlardan biri... Şehrin bir inşaat şantiyesine dönmeden yapılandırılması, mimari dokusunun, eski binaların korunması bana daima bir yaşayan müzede gezdiğimi hissettirdi. 2011 yılından beri UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras listesine dahil edilen, Viyana entelektüel tarihinde ve kültüründe önemli bir yeri olan kafelerinde saatlerce oturmak da, muhtemelen şimdiye kadar saydıklarım arasında en çok özleyeceğim şey olacak.
Şimdi, yaklaşık 10 sene evvel çıktığım bu meşakkatli yolun nihayete ermesine sayılı günler kala dönüp ardıma baktığımda gördüğüm şey, beni çocukluktan yetişkinliğe taşıyan bu şehri, sandığımdan daha fazla seviyor oluşum ve dönüşün tahminimden daha sancılı olacağı... Nihayetinde burada okudum, kısmen burada büyüdüm, burada harika dostlar edindim, burada evlendim ve burada anne oldum... Viyana hikâyesini 'özlem'le kapattığıma da seviniyorum bir yandan... Her ayrılık, her gidiş ve dönüş bu kadar güzel hatıralar bırakmıyor zira arkasında.
ELİF BULUT kimdir?
Viyana Üniversitesi'nde basın-yayın ve iletişim lisansı bitirdi. Halen aynı bölümde yüksek lisansına devam ediyor.