İstanbul’un keşmekeşi ve trafiğinden sonra Marakeş sakin bir şekilde karşıladı bizi. İlk bakışta çok renkli olmayan, doğal bir kırmızıya boyanmış binaların olduğu, tarihi surlarla çevrili dümdüz bir şehirdi. Heyecanlıydık, çünkü görecek çok şey vardı. Şehrin sükûneti, benim her şeyi görme heyecanımı aldı, yerine şehri yaşama arzusunu koydu. Yavaş da yürüsem olurdu, çünkü hedefim artık dans eden yılanları ve maymunlarıyla El Fna Meydanı değil, kıvrıla kıvrıla giden yollar olmuştu.
Marakeş'e gidince neler yapılır diye araştırırken, bir web sitesinde Marakeş ve İstanbul'u karşılaştıran yorumlar buldum. Bu yorumların çoğunun enteresan bir ortak noktası vardı. 'Marakeş'i tercih edin, çünkü İstanbul'dan daha otantik, Djemaa El Fna'da bir Ortadoğu meydanı ve Fas Riyad'ında ev hayatı deneyimini yaşayın, İstanbul değişmiş, otantikliğini yitirmiş' diyorlardı. Bu yorumlar bana, bu coğrafyaya gelen turistlerin, Batılıların beklentilerini oryantalizm çerçevesinde basit bir seyahat web sitesinden de öğrenebileceğimizi düşündürdü. Biz Ortadoğulular oryantalist bakış açısını eleştirmeyi çok severiz. Bu bakışı eleştirmek de iyi ve güzeldir ama eleştirdiğimizi kendimiz de başka bir yerde gayet rahat bir şekilde yaparız. Gezimiz boyunca konuştuğum insanlardan, Fas'a giden Türklerin de bunu sıklıkla yaptığını öğrendim. Evet, bu ülkenin de bizim gibi çoğunluğu Müslümandır, camileri, güzel desenleri vardır ama bizim kadar gelişmiş ve temiz değildirler diyerek Fas seyahatlerini anlatanlar vardı. Buna karşılık, Faslılar da bizi sadece dizilerimiz üzerinden tanırlar. İki ülke insanları arasındaki bu uzaklık, birbirini biraz da Batılı algılar üzerinden gözlemleme ve tanıma yanlışlığı, bu coğrafyanın en büyük sorunlarından birisi değil mi zaten?
Marakeş, 11'inci yüzyıla kadar çoğunlukla Berberilerin yaşadığı bir vahadır. 11'inci yüzyıldan itibaren büyümüş ve sonunda başşehir olmuştur. Marakeş isminin anlamı konusunda mutabakat olmamakla birlikte, en yaygın görüş 'Tanrı'nın şehri' olduğudur. Fakat halk arasında Marakeş'in 'hemen kaç' anlamına geldiği efsanesi yaygındır. Vaha olduğu dönemlerde, ticaret yapmaya gelen kervanların gündüz işlerini hemen bitirip gece olunca oradan ayrılmamış olurlarsa eşkıyalar tarafından soyulduğu ve bu yüzden 'hemen kaç' dendiği anlatılır. Başşehir olduktan sonra Marakeş, medreseleri ve saraylarıyla ünlü hale gelmiştir. Sufi akımların yaygınlaşmasıyla birlikte de evliyaların türbeleri ziyaret mekânı olmuştur. Hatta hacca gidemeyenler, bu evliyaları ziyaret ederek kendilerini küçük bir hac yapmış sayarlar.
Kısa süren gezimizde, Marakeş'i ve yakınlarındaki iki küçük şehri ziyaret ettik. İlki Marakeş'in doğusunda, Atlas Dağları'nda bulunan ve Berberilerin yaşadığı Ourika adlı bölge; ikincisi de Marakeş'in batısında, Atlas Okyanusu kıyısında yer alan Essaouira adlı küçük şehir. Hepsi kendilerine has doğal güzelliklere sahip ve ayrıca hepsinde Avrupalı, özellikle de Fransız izleri bulunuyor.
Ourika ve Essaouira'dan önce, ilk durağımız Marakeş'ti. İstanbul'un tepeleri, keşmekeşi ve trafiğinden sonra Marakeş sakin bir şekilde bizi karşıladı. İlk bakışta çok renkli olmayan, doğal bir kırmızıya boyanmış binaların olduğu, tarihi surlarla çevrili dümdüz bir şehirdi. Heyecanlıydık, çünkü görecek çok şey vardı. İlk olarak El Fna Meydanı'na gitmeye karar verdik ve yaya olarak yola çıktık. Yoldayken, bu şehrin ve insanının çok samimi ve hatta nazik olduğunu fark ettim. Şehrin dar sokaklarında, temelleri olmadığı için birbirine yaslanarak ayakta duran, çöl güneşi gözü yormasın diye kırmızıya boyanmış binaların arasında dolaşırken bu hissim arttı. Şehrin sükûneti, benim her şeyi görme heyecanımı aldı, yerine şehri yaşama arzusunu koydu. Yavaş da yürüsem olurdu, çünkü hedefim artık dans eden yılanları ve maymunlarıyla El Fna Meydanı değil, kıvrıla kıvrıla giden yollar olmuştu. 20'nci yüzyıl başlarından itibaren buraya yerleşmiş Avrupalı bohemlerin bir bildiği varmış. Marakeş'in günümüzdeki popülerliği kısmen buraya yerleşmiş Majorel gibi sanatçılar ve Yves Saint Laurent gibi tasarımcılardan kaynaklanıyor olabilir ama şüphesiz ki bu şehrin onlara kattıkları çok daha manalı.
Buraya yerleşen Avrupalılar, özellikle de Fransızlar bölgeye has riad isimli geniş evlerden satın alıp yerlerine oteller ve restoranlar açmışlar. Bu riadlar, geniş teraslarında geceleri transa sokup vakti zamanı unutturan Kuzey Afrika müzikleri eşliğinde yıldızları izleme; gündüzleri de avlulardaki havuzların başında limon ve nar ağaçları gölgesinde serinleme hayalleriyle turistleri cezbediyor. Kayda alınacak kadar sıklıkla da iştahlı alıcıların hayallerini yıkıyor. Çünkü bu hayallerin verdiği heyecanla, hızla satın aldıkları evlerin temellerinin olmadığını ve dar sokaklardan inşaat makineleri geçemediği için yenilenmesinin zor, bazen imkânsız olduğunu fark etmiyorlar bile. Belki de geçmişin bunda bir etkisi vardır. Fas, geçtiğimiz yüzyılın yarısından fazlasını Fransa'nın himayesinde geçirmiş bir ülke. Çoğu Faslı, Arapçanın yanı sıra Fransızca da biliyor. Acaba bu hamilik geçmişi, Fransızlara burada her şeyin kolayca istedikleri şekilde olabileceği izlenimini mi veriyor? Marakeş ilk bakışta nüfuz etmesi kolay bir şehir olduğunu düşündürebilir fakat yüzyıllarca birbirine yaslanarak yaşayan binalar, adeta burayı fethetmenin hiç de kolay olmadığının simgesi gibi duruyorlar.
Tepeleri olmadığı için ve yer az olduğu için Kutubiye Camii dışındaki türbeler ve camiler ilk bakışta şehrin dokusundan zor ayırt ediliyor. Şehrin yedi evliyasını ziyaret ederseniz, ziyaret etmesi neredeyse hac kadar faziletli türbelerin sadeliğine şaşırabilirsiniz. Sidi bil Abbas türbesi, gösterişli bir caminin içinde yer almasına rağmen oldukça sadedir. Çoğu türbenin, ihtiyaç sahibi ve engelli olan bakıcıları vardır. Kadı ve Hadis âlimi Kadı İyaz'ın türbesi büyük bir caminin içinde yer almadığı için daha da sadedir ama bu sadelik ortamın maneviyatını artırır. Bu türbeye de yaşlı ebeveyni ile birlikte bir hanım bakmaktadır.
Marakeş'ten çıkıp aşağı yukarı bir saatlik bir araba yolcuğu ile Ourika'ya ulaşılır. Burada Atlas Dağları'nın tepe ve vadilerine yerleşmiş birçok Berberi köyü vardır. Biz de Berberilerin günlük yaşantılarını ve yaşam alanlarını görmek üzere yola çıktık. İlk olarak, turistlere alışkın olan bir evi ziyaret ettik. Ev bize klasik bir Berberi evi olarak tanıtıldı. Bizi evin üç nesil kadınları karşıladı ve ağırladı. Ev üst katında bir avluya bakan odalardan ve alt katında da ahırdan oluşuyordu. Hamamı da bahçede yer alıyordu. Evi gezerken ahırı da ziyaret ettik. Birkaç eşek, bolca tavuk ve bir de koyunları vardı. Bu yolculuk da hasbelkader Kurban Bayramı'nın ilk gününe denk geldiği için, biz gitmek üzereyken koyunu kestiler. Böylece evin kayıp erkekleri de ortaya çıktı. Bu bizim için ilginç bir deneyim oldu çünkü kurban kesilirken ev ahalisi başında toplanmamıştı. Sadece iki erkek hızlıca vazifelerini tamamladılar. Bizde olduğu gibi heyecanlı bir olay değildi anlayacağınız. Tekbirler bile çok sessizce getirilmiş olmalı ki hiç duymadık. Sonunda koyun veya inek kesmenin de günlük hayatın bir parçası olduğundan, çok heyecanlanmadıklarını düşündük. Gezimizin Kurban Bayramı'na denk gelmesi bizim için daha heyecan vericiydi; bir taraftan sokaklarda kurban kesiliyor, kan gövdeyi götürüyor uyarıları, bir yandan da kurbanları görecek olmak. Ama heyecanımız boşa çıktı. İnsanlar gayet sakin ve olağan bir şekilde vazifelerini hızla yerine getiriyor, kurbanlar sessizce kesiliyor ve pişiriliyordu. Hatta eski yatakların içinden çıkarılan yayları mangal gibi kullanmak çok popülermiş ama deneme şansımız olmadı. Kurbanların kesildiğini en çok sokaklarda, kedilerin payına düşen etleri görünce fark ettik. Marakeş ve diğer gezdiğimiz yerler bu açıdan da ilginç. Kediler şehrin adeta birer parçası gibi. Kurban etlerinden nasipleniyorlar, kraliyet sarayının ve başka binaların önünde özel yeme içme kapları var ve hatta türbelerde onların bakımı için sadaka bile verebilirsiniz.
Diğer istikametimiz olan Essaouira'ya da tam bir gün ayırdık. Bu ufak şehir tamamen kendine özgü ve görülmeye değer bir liman şehri. İsmi seneler içinde değişmiş ve farklı isimleri hâlâ kullanımda. 17'nci yüzyıl boyunca Portekiz idaresinde kalmış ve orijinal ismi olan Sidi Mogdul'un yanlış Portekizce telaffuzu sonucu Mogador ismiyle anılmaya başlamış, hâlâ ayakta duran kalesi de o günlerden kalmış. Şehir Portekiz idaresinden çıktıktan sonra kralın emriyle tekrar inşa edilmiş ve Fas'ın Atlas Okyanusu'na açılan kapısı olarak kabul edilmiş. Bu yeniden yapılanma döneminden sonra da günümüzde kullanılan, 'güzelce inşa edilmiş' anlamına gelen ismini almış. Meşhur Alizée rüzgârları buradan yolculuklarına başladığından, Essaouira yaz aylarında çok yoğun rüzgârları olan bir şehir, şapkalar, şemsiyeler ve hatta eşarplar özenle korunmalı yoksa bir anda uçup gidebilirler. Essaouira aynı zamanda tam bir okyanus şehri. Alıştığımız Akdeniz etkili Arap şehirlerinden çok farklı. Bu farkı mimaride, iklimde ve tabii ki de yemeklerde görmek mümkün. Unutulmaması gereken başka bir husus da, 18'inci yüzyıldan itibaren burada neredeyse yüzde kırklara ulaşan ve mellah adı verilen mahallelerinde oturan Yahudi nüfus. Antikacılarda bolca yedi kollu şamdana ve Davud yıldızlarıyla süslenmiş eşyaya rastlamak mümkün. Hippilerin de Eassouira'da özel bir yeri var. Çiçek çocukların etkisiyle senelerdir her Haziran ayı burada Hippi festivali gerçekleşiyor. Bob Marley tarzı örgülü şapkalar satan birinin olmadığı sokak neredeyse yok.
Marakeş ve yakınındaki iki bölgeden bahsederken mutfaklarına değinmemek olmaz. Biri çöl şehri, biri dağ bölgesi ve diğeri de okyanusa bakan liman olduğundan yemekleri de tabii ki çok farklı. Marakeş'te, dünya genelinde de popüler olan Fas mutfağı hâkim. Yani taji denilen, huni kapaklı topraktan kaplarda pişirilmiş ve ras el-hanut baharatlarıyla çeşnilenmiş yemekler ağırlıkta. Klasik bir yemekte önce Akdeniz mezelerinden çok farklı mezeler, sonra tavuk tajin, onu müteakip et tajini ve en sonda da sebzeli kuskus tajin geliyor. Biz Türkler olarak tabii ki hepsini aynı anda masaya istedik. Garsonlarımız bu durumdan pek hoşlanmasalar da kabul ettiler. Bu noktada tavsiyem, turistik mekânlardan uzak durmak, ya yerli halkın tercih ettiği lokantalara, ya da Fas füzyon tarzı yemekleri olan modern restoranlara gitmek. Ourika'da ise bizim ülkemizdeki dağlık, Yörüklerin yaşadığı bölgelerde bulunan yemeklerin benzerleri bulunuyor; kete benzeri ekmek, bal, peynir, tereyağı, zeytin ve tabii ki klasik naneli Fas çayı... Ourika'da da Avrupalı ziyaretçilerin tercih ettiği meşhur restoranlar var. Fakat bu mekânlar popülerliklerini kanaatimce bazı romantik hayallemelere borçlu. Mesela Yves Saint Laurent'in yemek yediği bir mekânda yemek yemiş olmak gibi... Bu gibi yerlerde genellikle orta ölçek Fransız kafelerinde yapılan yemekler mevcut. Mümkünse en iyisi, orijinal Berberi mutfağını denemek olur. Essaouira yemek konusunda bizi hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Yanı başındaki okyanusta yakalanmış taze ve leziz deniz ürünleri mutlaka denenmeli.
Arap Baharı'nın başladığı ve yayıldığı ülkelere bu kadar yakın olmasına rağmen Fas iç barışı sağlamış gibi görünüyor. Sokaklarda her kesimden insana, rehberlerimize ve otel çalışanlarına kraliyet ailesine ve siyasi duruma nasıl baktıklarını sordum. Her türlü kraliyet veya diktatörlük aleyhine düşünen beni şaşırtan bir şekilde nerdeyse tamamen memnuniyet bildiren cevaplar aldım. Fas meşrutiyet ile yönetiliyor ve özellikle komşu ülkeleriyle kıyaslanınca bu riskli atmosferde kraliyet ayakta kalmayı başarmış. Konuştuğumuz insanlar Kralı genellikle babasıyla karşılaştırıyor, ona ve eşine sempati ile bakıyorlar. Kraliçe'yi sorduğumda, olumlu ve sürekli tekrarlayan tasvirler duydum: Kraliçemiz hayır işleriyle ilgili, orta sınıftan geliyor, sarışın ve genç bir kadın. Kraliçenin orta sınıftan gelmesi, halkın gözünde dertlerini anlamasını mümkün kılıyor gibi görülüyor. Sarışınlığına gelecek olursak, Fas'taki sarışınlık tanımı da bizdekine benziyor, yani genele nispeten beyaz tenli ve açık renk gözlü iseniz Fas'ta da sarışın kabul edilebilirsiniz.
Fas ve özellikle Marakeş deyince aklımıza neler gelir? Tarihsel ve coğrafi olarak doğrudan bir bağımızın olmadığı ve efsanelerinden bihaber olduğumuz bu ülkeye bir Batılı'dan ne kadar farklı bakabiliriz? Doğrudur, Marakeş'in yedi evliyasını belki çoğumuz duymuşuzdur, Endülüs'ten sürülen Müslümanların Fas'a gittiklerini de biliyoruzdur; mimarisi, sesleri ve renkleri hakkında genel bir fikrimiz de vardır belki ama biz de oraya giderken mezkur 'deneyim'leri yaşamayı hayal ederiz. Bu anlamda Fas ziyaretim; bir tarafta özünde 'biz'den olduğuna inandığım, diğer tarafta da tipik bir turist olma ihtimalini düşünerek gezdiğim bu güzel ülkede, biraz daha derinlikli bir gözlem yapma fırsatı sundu.