Benim için yolculuk, daimi bir heyecan kaynağıdır. Büyük kol çantası kullananlardan oldum hep. Sağ omzum, farklı hava ve ortam koşulları için 'belki lazım olurları' taşıyıp durdu… Ve kendimi şanslı hissedecek kadar gezme fırsatım da oldu hayatımda. Sokaklarında kaybolduğum şehirler, hafızama kazınan yüzler, şaşırdığım gelenekler ve şahane anılar biriktirecek kadar vakit ayırdım kendime…
Amerika'ya gitmeye hazırlandığım ilk günler, beynimde kaynağı Hollywood olan parlak ışıklar vardı sadece; göz kamaştıran, şaşaalı ışıklar… Günlerimi daha önce New York'a gidenlerin, devasa binalardan, 'tertemiz' sokaklardan, insana verilen değerden ve gelişmişlikten ne kadar etkilendiklerini anlattıkları uzun anı yazılarını okumakla geçirdim. Özellikle Türkiye ve Amerika kıyası yapan yazılarda epey oyalandım.
Havayolu şirketinin bilmem kaç kiloyla sınırladığı bavuluma, hem tişörtlerimi hem de kazaklarımı aynı anda tıkıştırmaya çalıştığım gün gelip çattığında, uykumun rem halindeydim hâlâ. Sonraları bu tecrübe, bakış açımda adeta bir sınır vazifesi gördü. Şimdi rahatlıkla söyleyebiliyorum ki bavulunuza aynı anda en az iki mevsimlik kıyafet koymuyorsanız, gittiğiniz yere sadece bakacak ve asla göremeyeceksiniz demektir.
Bir pazar günü bindiğim uçak indiğinde, bir an önce yetişmem gereken yepyeni bir hayat beni bekliyordu... İlk şaşkınlığımın etkisi zihnimde hâlâ tazeliğini koruyor. Uçaktan inip havaalanı koridorlarında vize ile giriş yapacaklar için ayrılmış alanı ararken, binanın ne kadar eski olduğunu fark ettim. Oysa sadece saatler önce Atatürk Havaalanı'nın ayna vazifesi gören yer kaplamalarında siluetime bakıyordum. "Olsun" dedim kendi kendime, "tüm dünyadan milyonlarca insan bu şehre geliyor, elbette çabuk yıpranacak. Şu kapıdan bir çıkalım, medeniyetin başkentiyle tanışacağım."
Eğer ülkeye turist vizesiyle giriş yapıyorsanız, mülakatınız birkaç dakika içinde parmak izinizi bilmem kaçıncı kez vermenizle ve görevli memurun iyi tatiller dilemesiyle son buluyor. Yok, bizim gibi 'yaşamak' için geldiyseniz, soruların ardı arkası kesilmiyor. Amerika'da aldığım ilk 'hayat dersi' de Müslüman olduğumuzu anlayan görevli tarafından verildi. Eşimle gittiğim için aile mülakatına alındık. Ben heyecandan ve meraktan adamın sorduğu sorulara doğru düzgün yanıt bile veremiyordum, soruları o anlık eşim yanıtlıyordu. Aniden memur bey eşimin sözünü kesip "Burası Amerika, hanımefendi de konuşabilir, lütfen siz cevap verin" diyerek bana döndüğünde, yaşananların alt yazısını okuyor gibiydim. Maalesef ilerleyen yıllarda bu tavırla defalarca karşılaştım.Merhaba özgürlükler ülkesi!
Havaalanından çıkıp geceyi geçireceğimiz adrese doğru giderken, sokakların eskimeye yüz tutmuş hali, yer yer biriken çöpler ve dergilerdekilere hiç benzemeyen insanların görüntüsü, doğru adrese gelip gelmediğim konusunda şüpheye düşmeme sebep oldu, gelmeden okuduğum blog yazılarındaki şaşkınlığın zerresini hissetmedim. İçimde engel olamadığım bir kıyaslama dürtüsünü ben de duydum. Ancak tüm çabama rağmen kazanan hep İstanbul oldu. Benim doğduğum şehir, yaşlanmadan eskiyen, can taşıyan şehir İstanbul...
Amerika'yı, özellikle New York'u medeniyetin adeta başkenti yapan sırrın, yapıların inşa tarihlerinde gizli olduğunu düşünüyorum. Henüz I. Dünya Savaşı ile boğuşan dedelerimizle aynı zamanlarda Amerika'da yaşayanların dertleri çok daha farklı imiş belli ki. Onlar yükseklikte yarışan binalar ve üzerinden fil sürülerinin rahatlıkla geçebileceği sağlamlıkta köprüler inşa etmekle meşgullermiş. Zamanında sonuna kadar hak ettikleri medeniyetin zirvesi olma ışığı, bunca yıl aydınlanmalarına yetmiş ancak şimdilerde yetersiz kalan alt yapı düzenlemeleri, üst üste yaşanan ekonomik krizler, dünyanın bir ucunda yaşayan diğer insanlara 'özgürlük' götürme çabaları onları fazlasıyla yormuş ve yenilenmek yerine adeta birer yama olmaktan öteye gidemeyen düzeltmeler yapmaya itmiş. Manhattan sokaklarında hiç bitmeyeceğini düşündüren kazı çalışmaları, binlerce dolarlık kiraların ödendiği minicik evleri basan böceklerden ve çeşitli canlılardan kurtulmanın tek yolu olan ilaçlama şirketi kamyonları, günlük yaşamın daimi manzaraları halini almış. Son derece kötü kokan ve adeta bir kediyle yarışabilecek cüsseye sahip farelerin cirit attığı metro istasyonuna girdiğimde, filmlerde izlediğim romantik aşk sahnelerinin arka planlarının birer stüdyo olabileceğini düşündüm. Anlamadığım tek şey, bu manzaraları görüp İstanbul'u beğenmeyenlerin dünyaya nereden baktığı oldu. Amerika, uzman ellerde makyajlanmış yaşlı ve hasta bir kadın benim için. Gece olup makyajını silmeye başladığında tanışıldığına memnun olunur mu bilmem.
Amerika başta olmak üzere Batı topraklarına duyduğumuz hayranlığı, millet olarak Batı'ya dönmüş yüzümüzün ve öğrenilmiş hayranlığın doğurduğu sonuçlardan biri olarak görüyorum. Oysa genlerimizle atalarımızdan aldığımız ve hiç şüphesiz çocuklarımıza ektiğimiz özelliklerimiz, Batı'nın 'soğuk' yaşamında maalesef kendine yer bulamıyor. Bizler hakiki manada insan olmayı sonradan öğrenmiyoruz, zaten biliyoruz.
Bitmek tükenmek bilmeyen prosedürlerle uğraşmak istemeyen Amerikalılar, ölüm ve benzeri hallerde ifade vermek zorunda bırakılacaklarından olay anına şahitlik etmek istemezlermiş. Ya da tüm dünyada izlenme rekorları kıran film senaryolarının ilham kaynağı olan ölümcül virüs kapma ihtimali, hasta kimselere yaklaşmalarını engellermiş. Oysa doğduğum toprakların insanları acıyı da, sevinci de, yediği yemeği de, zamanı da, emeği de paylaşır... Ruhsuz bir beden ölü sayılmaz mı?
Amerika hakkında duyduğum en kesin kanaatlerden biri de sınırsız özgürlükler ülkesi olduğuydu. Özgürlük, baktığınız yere göre değişen yegane kavramlardan biri... Amerika'nın tarihine kısaca göz attığımda, özgürlük konusunda dünyaya 'ders vermeye' kalkacak kadar kendine güvenen bu göçmen milletin, mevzudaki hassasiyetini anladım. Anavatanlarında dinlerini inandıkları gibi yaşayamayanların torunları, şimdiki Amerikalılar. Adeta sefil şartlarda canlarını kurtarabilmek için Yeni Dünya'ya göç eden bu insanlar, burada tabiri caizse birbirlerine karışmadan yeni bir düzen kurma telaşına düşmüşler. Daha yakın tarihe bakıldığında, torunlarının farklı ten rengine sahip insanlara yaptığı muameleleri görerek, şaşan istikametin açısına hayret edebiliriz. Abraham Lincoln, yaşanan bariz kölelik uygulamasını kaldırmaya çalıştığı yıllarda kendi gibi düşünmeyenler tarafından diktatör ilan edilse de ölümünden yıllar sonra Washington'da kendisi için bir anıt inşa edilmiş. Elbette bu öyle akşam yatıp sabah kalkmak kadar kolay olmamış, özellikle bir taraf için son derece sıkıntılı yıllar yaşanmış. Şimdilerde o yıllar, namını günümüze kadar taşıyan kahramanlar ve filmlere konu olan yaşanmışlıkların anlatıldığı kitaplar bırakmış.
Özgürlükler adına bunca sancı çeken Amerikalılar, nur topu gibi bir özgürlükler ülkesi doğurmuşlar. Kendilerine bu konuda öyle güvenmişler ki, dünyanın bir ucunda yaşayan dilleri ve dinleri farklı olan sayısız insana bizzat ulaşarak, özgürlüğün manasını top ve tüfek eşliğinde anlatır olmuşlar...
Sıradan bir insan gözüyle bakıldığında, evet, Amerika'da özgür olmak mümkün. En azından bir haftalık kısa bir tatilde aksine ikna olabileceğiniz olaylar yaşamazsınız. Mesela trafikte kendi halinizde giderken polis çevirdiğinde, elinizi direksiyondan çekmeden görevlinin yanınıza gelmesini beklemeniz ve camı açabilmek için kendisini psikopat bir seri katil olmadığınıza ikna etmeniz gerekir. Bu hikâyenin benzeri bizzat başıma geldi. Sonu mahkeme salonunda biten ve benim için tecrübelerle dolu bir anıydı. Henüz gereken sayısız evrakı tamamlayamadığımdan, Türk ehliyetimle araç kullanıyordum. Yanlış yerde bekleme yaptığım için hemen arkamda çalan ve acaba fark etmeden birini mi öldürdüm dedirtecek şiddetteki sirenin sesi hâlâ kulaklarımda. Görevliye derdimi anlatabildiğimde yaklaşık 20 dakikayı geride bırakmıştık. Amerika'da Türkiye'nin de aralarında bulunduğu yaklaşık 50 ülke ehliyetiyle araba kullanmak yasal hakkınız. Bu durumu bildiğimi anlayan memur, başımı daha büyük belaya sokma arzusuyla yanıp tutuştuğundan, "Evet, bu ehliyetle araba kullanabilirsiniz ancak ben bu ehliyetin orijinal olduğunu nerden bileceğim, daha önce hiç görmedim ki" şeklinde ve aniden tansiyonumu yükselten o cümleyi kurdu. Elime tutuşturduğu ceza kâğıdında, ehliyetsiz araç kullanmaktan ceza aldığım ve mahkeme tarihinin bana bildirileceği beyanının bulunduğunu, baş dönmem geçtiğinde anladım.
Bana bu cezayı yazan memur Uzak Doğulu'ydu. Amerika'da geçirdiğim üç sene boyunca bu tavırla defalarca karşılaştım. Atalarımız ne güzel söylemiş, 'Misafir misafiri istemez, ev sahibi hiçbirini istemez' diye. Bu kıymetli söz, söyleyenine defalarca hak vereceğim kadar çok başıma geldi. İnsanlar arasındaki sınıf farkı resmiyette kalkmış ama tabiri caizse, kazın ayağı öyle değil, bunu defalarca gözlemledim. Polis Amerika'da adeta devletin gücünü simgeleyen en önemli unsur. Bir polis memuru kendisine zarar vereceğinizi düşünürse, sizi anında vurabilir. Dolayısıyla tüm davranışlarınıza dikkat etmeniz gerekir, Amerika'da özgürce yaşamanın sınırı, bu sanma anıyla çizilmiş keskin bir çizgiden ibaret. Devlete ödenen vergi son derece sıkı takip ediliyor ve muhakkak hizmet olarak geri dönüyor. Eyalet sistemine göre yaşadığınız yerde toplanan vergi, ülke genelinde değil de toplandığı bölgede kullanılıyor. Dolayısıyla zengin komşular edinebilecek kadar para kazanmıyorsanız, neredeyse hiç vergi ödemeyen komşularınız olacak demektir. Bahsetmeye çalıştığım gizli sınıf farkı, en belirgin şekliyle burada ortaya çıkıyor. Bu durum size, son derece kötü şartlarda hizmet veren hastaneler ve okullar olarak geri dönüyor. Bu okullardan mezun olanlar içinse hayat hiç de kolay değil. Diplomalarında yazan okul adı, ilerleyen hayatlarında alacakları üniversite eğitimi için son derece önemli. İyi okullarda okuma şansı yakalayan ve kendilerini gerçek Amerikalı sayanlar, hep daha iyi işlerde çalıştıkları için daha çok kazanıyorlar ve filmlerde gördüğümüz muhteşem mahallelerde onlar yaşıyorlar.
Bu ve benzeri durumlar bir araya geldiğinde -bence- rüyalar ülkesinde zengin ve fakir arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Her yerde olduğu gibi burada da yaşanan ekonomik krizler, en çok küçük yatırımcıları etkiliyor. Kendini gerçek Amerikalı olarak görenler, ellerindeki ekmeği kendilerine en çok benzeyenle paylaşmayı seçerek, hevesli göçmenlerin hayatını gitgide daha da zor bir hale getiriyorlar. Eğer eğitim amacıyla ya da akademik kariyer yapmak üzere burada bulunmuyorsanız işiniz çok zor demektir. Eğitim konusunda -bence- hâlâ dünyanın en iyisi Amerika.
Elbette bu üç sene boyunca çok güzel şeyler de yaşadım. Yazdıklarıma bakarak inanmayacaksınız ama Amerika'yı sevdim de. Ancak İstanbul'da denize karşı içtiğim çaylar, uzun sofra muhabbetleri, evimde olma hissi ve toprağa duyduğum aidiyet hep özlemini çektiklerim arasında oldu. Siz de benim gibi 'akşam saat 8'de sizi evimize bekliyoruz'dansa 'çok özledim akşam bir çayını içmeye geleceğim'i tercih edenlerdenseniz ABD'de işiniz zor demektir.
ESRA YEREBAKAN KİMDİR?
usasabah.com'da gezi mekân yazarı. Şimdilerde Turuncu dergisinde gezi yazıları yazmakta ve sağlık köşesinin editörlüğünü yapmakta.