Bundan yirmi sene sonra Avrupa'nın tüm sokaklarında bugün bedenleri kıyılara vuranların, denize itilip kafalarına nişan alınanların çocukları koşacak. Bundan yirmi sene sonra Avrupa'nın tüm şehirlerinin sahibi Suriyeliler olacak. Bundan yirmi sene sonra Avrupa'nın tüm şehirlerinde belki de sadece göçmen çocuklar oyun oynayacak.
Sormak istediğim pek çok şey var ama en çok şu soruların cevabını duymayı isterdim: Yeryüzünde bozgunculuk yaptığınızda, havayı, suyu, doğayı ifsat ettiğinizde, mahlukatı helak ettiğinizde, varlıkla aranızda bir alt-üst ilişkisi kurup onu ezme hakkını elde ettiğinizi düşünerek yaptığınız yağmayı meşru gördüğünüzde, varlığın dili ile konuşmayı bile isteye unuttuğunuzda başı boş bırakılacağınızı mı sandınız?
Sizin hakkınızdan kimse gelemez diye mi düşündünüz? Siz düzeninizi işlettiğinizi vehmedersiniz de mülkün sahibi işletmez mi zannettiniz? Bunca zamandır tüm dünyayı yiyenlerin, gün gelip birbirini yemeyeceğine –hem de ne yemek- bir an için bile olsa emin mi oldunuz yoksa? Dünyanın bambaşka bir kanun ile döndüğünü de, dünyanın sahibini de, buraya neden geldiğinizi de unuttunuz. Sizin bin bir kanlı çıkar için ince ince ördüğünüz görünen ya da görünmeyen yasalarınız, kurt kanunlarınız, katı, acımasız kurallarınız, "Bu düzen böyle gelmiş böyle gider" diyerek kabule zorlayışlarınız ve kurallarınıza uymayanı çarklarınızda ezen sisteminize rağmen dünya başka türlü döner; unuttunuz.
Unuttuğunuzu hatırlayın!
Unuttuğunuzu hatırlayın öyleyse. Hatırlayalım. Neyi unuttuğumuzu. Allah'ın vaadi var, O vaadini yerine getirendir, O vaadini yerine getirenlerin en azîmidir: Nurunu tamamlayacak. Peki, sen kardeşim, sen, rabbinin nurunu tamamlamak için sana ihtiyacı mı var sanmıştın? Senin bu yolda gayretin varsa, o ancak kısmetindir, sana ihsan edilmiş lütuftur; haşa aksi değil.
Mülkün sahibi Müntakim dilerse değil seninle; karınca ile, sinek ile, çekirge ile, gözün göremediği, canı bile olmayan bir mahluku ile tüm alemi yola getirir. Canı bile olmayan mahlûku tüm dünyanın önüne ayna diye koyar, geçip kendinizi seyreyleyin bakalım der. Sana gerek kaldı mı? Yok.
Eğer bir işe koşulma imkânı verilmişse sana; bunu nimet bil, zillet değil. Eğer ikram etme fırsatı sunulmuşsa sana; bunu fayda bil, zarar değil. Yaşıyor olmanın kıymeti varlığa hâdim olmandan gelir, ondan elde ettiğin çıkardan değil. Unuttuğunuzu hatırlayın öyleyse. Hatırlayalım, neyi unuttuğumuzu. Masallara inanalım yeniden. Varlıkla ilişkimizi masalları duyarak kurmayı baştan öğrenelim. Masallardan sadece şunu anlayabilsek yetmez mi: Karıncanın kılını koparan da layığını bulur; karıncanın kırık bacağını tamir eden de.
Yaşlıya, yetime, muhtaca, kurda kuşa, ağaca taşa hizmet eden güzelleşir, ağzını her açtığında içinden inci mercan dökülür, o gülümseyince alem onunla birlikte güler. Yaşlıyı, yetimi, muhtacı, kurdu kuşu, ağacı taşı hor gören ise peri padişahının sırma saçlı kızı bile olsa çirkinleşir, ağzını her açtığında içinden cürüf dökülür.
Dünya başka türlü işler
Her yerimiz cüruf. Çünkü, ağzımızı her açtığımızda içimizden cüruf dökülüyor. Cüruf, çünkü tek unutan müfsitler, "onlar" değil. Aşk ile tekrar hatırlayalım, o hâlde: Biz unutsak da, içinde boğulduğumuz ve zihnimizi başka bir şey görmemize müsaade etmeden meşgul eden tüm sistem ve düzenlerin, o kendisini büyük zanneden güçlerin, kimyasalfiziksel- biyolojik silahların, hain planların, rasyonun ve korkak "ama"larının, her türlü kaypaklığın ve çıkarın ötesinde, dünya başka türlü işler.
Dünya başka türlü işler. Müfsit nefs bunu değiştirmek için ne kadar çabalarsa çabalasın ve ne kadar dünyanın üzerinde tahakküm kurmaya çalışırsa çalışsın şu gerçeği değiştiremez: İnsan, nefsini, kendini merkeze koydukça anlam yitirir.
Dünya bunun hata olduğunu bilir. "Hep beraber", der dünya. Ama bunu derken kendi için söylemez çünkü ne olursa olsun dünya kendisine müddet verildikçe zaten dönecektir. Dünya bunu, hep beraber olmayı reddeden telef olacağı için der. "Hep beraber" der dünya çünkü insanın kendi kurduğu düzenler çürütücü, bozucu, ifsat edicidir; değer algısını hırsına ve/ya kolaycılığına feda etmiştir.
Halbuki insana düşen; her gün güneşin doğması, kiraz ağaçlarının her baharda çiçek açması, yavru hayvanların meralarda otlaması, dalgaların sahilleri şekillendirmesi gibi büyük işler yapmayı dünyaya bırakmak ve hayatını dünya ile beraber, onun bir parçası olarak sürdürmek, her gün yinelenen ve bir ritmi, ahengi olan, sağaltıcı işlerle kendini ve etrafını "iyi"leştirmektir. İnsanın vazifesi içinde inci üretip inci saçmaktır çevresine. İnsanın, nefsine, kendisine rağmen yapabileceği en büyük iş, en büyük iyilik budur.
Tüm bu keşmekeşin içinde iki adım geriye çekilip düşünelim. Yarın ruz-i mahşerde kiminle beraber haşr olmayı tercih ederiz? Yetim ile, yaşlı ile, muhtaç ile, kurt ile, kuş ile, ağaç ile, taş ile, karıncalar ile beraber mi, karıncaları ezenler ile beraber mi? O hâlde, karıncaları ezenlerin kurallarına uymayı ne zaman bırakacağız?
Zalime kıymet vermemek, mazluma duyulan hürmettendir. Mazlumun yanında olmak ile şeref kazanan ancak mazlumun yanında durandır. Dünyanın tüm düzenlerden, sistemlerden, süper güçlerden üstün, bambaşka bir kanun ile döndüğünü unutmayalım. Karıncaların sahibine verilecek hesabımız var.