Hakkı Öcal: Ütopya, distopya ve gerçekçilik üçgeninde...

Ütopya, distopya ve gerçekçilik üçgeninde...
Giriş Tarihi: 19.3.2020 16:25 Son Güncelleme: 25.3.2020 13:30

Sizi bilmem; ama kulağıma-gözüme "distopia" kelimesi çarptığında aklıma ilk gelen "utopia" olur. Ütopya dediğinizde de aklıma gelen ilk kavram, ütopik bir durumu değil mutlaka distopik bir vaziyeti çağrıştırır.

Böyle bir psikoloji testi var. Doktor bir kelime söylüyor, siz aklınıza gelen ilk kelimeyi söylüyorsunuz; sonra bu kelimeleri birtakım tablolarda arayıp işaretliyorlar, yanlarına birtakım harfler-rakamlar yazıyorlar ve sonuçta sizin nasıl bir akıl-sinir hastası olduğunuzu veya psikolojik bir takıntınız olup olmadığını buluyorlar. Hatta bunun bir de fıkrası var ama burası yeri değil. Uzun lafın kısası, benim zihnimde ütopya distopyayı, her ikisi de Kemalizm'i çağrıştırıyor yıllardır. Peki, ama neden? Elbette ütopya gibi güzel çağrışımları olması gereken bir kelimeyi distopya ile çağrışımlı hâle getiren zihinde bir sorun olmalı. Değil mi?

Hayır, yok. Hamdolsun, eşinin iki ayrı master, bir doktora araştırmasında öğrendiği bütün psikolojik testlere ev ödevi kabilinden denek olmuş biri ve hiçbir testte arızalı çıkmamış kişi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki ütopya ile distopyanın yer değiştirmesini ve her ikisinin de Kemalizm ile eşanlamlı kılınmasını gerektiren bir semptom, belirti, bulgu, araz, işaret yok! Google'da da yok. Fakat çok da çaresiz değiliz: İnsanın biraz kendi doktoru olması lazım.

O hâlde, "Kim Milyoner Olmak İster?" yarışmasında 15 binlik soruya ulaşmış yarışmacılardan öğrendiğimiz üzere, serbest stilde düşünmeye başlayalım. Bir kere, böyle Frenkçe kavramlarla oynadığımıza göre bu, fıtrattan gelen bir şey olamaz; kesinlikle öğrenilmiş bir davranış olsa gerek. Yani en azından "ütopya" ve "distopya" kavramlarını okuduğum bir ders, konu, kitap vesaire olmalı bende bu değiş tokuş saplantısına sebep olan! Ortaokula doğru, anlamlı bir eğitim faaliyeti geçirdiğim her aşamayı dikkatle gözden geçirerek, bu iki kavrama rastladığım yerleri dikkatle irdelemeliyim.

İki tür Kemalist ütopya

Aslında bir detektif inceliğine gerek yok. Ütopya da distopya da benim için Kemalizm ideolojisinin bir ütopya ve Atatürkçü Türkiye'nin bir distopya olduğunu öğrendiğim Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) yıllarıma, 1968- 72 arasına rastlar. Bunu biraz açmak, hatta biraz değil çokça açmak gerektiğinin farkındayım.

Yozgat Lisesi'nden çıkmışsınız, Ankara'ya gelmişsiniz. O tarihte sol düşüncenin Mekke'si olan SBF'ye girmişsiniz. Sağınız solcu, solunuz solcu! Hocalar solcu; solcu olmayan hocalara isim takıyorsunuz, "CIA ajanı" diye. Okulun büyük amfisinin tepesinde, Cebeci semtine karşı "Tek Yol Devrim" yazıyor! Size bir anekdot anlatayım ortamın ne kadar sol ve devrim odaklı olduğunu arz etmiş olayım:

Lisede tiyatro kolunda çalışmış ve okul tiyatrosunda sahne tozu yutmuş bir genç olarak, SBF'de ilk işim, tiyatro grubuna katılmak olmuştu. Grubun lideri, yönetmeni, eğitmeni daha sonra sinema dünyamızın gözbebeği olacak olan Halil Ergün'dü. Tiyatro salonunda, kuliste oturuyor muyduk, çalışıyor muyduk; hatırlamıyorum.

Salonunun altında feci bir patlama oldu. Kırılan dökülen, yaralanan olmadı ama ortalığı kesif bir toz ve duman kapladı, herkes korkuyla çığlıklar attı, dışarılara fırladı ve az sonra anlaşıldı ki (birkaç yıl sonra Fatsa'da NATO'ya ait radar istasyonunda çalışan üç yabancı teknisyeni kaçıracak ve kurtarma operasyonu sırasında Niksar'ın Kızıldere köyünde dokuz arkadaşıyla birlikte öldürülecek ve Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi'nin lideri olduğu anlaşılacak olan) Mahir Çayan, bodrum katında bomba imal etmektedir; bomba kaza ile patlamıştır! Böyle bir ortam böyle bir devrimcilik ve böyle bir solculuk! Kazara ölebilirsiniz!

Bu siyasetle gerilmiş ortamda iki tür Kemalist ütopya vardı hâliyle: Savunanlar ve karşı çıkanlar.

Savunanlar, o zamanki moda deyimiyle "ortanın solunda" yer alan hocalardı ve onların açısından Kemalizm laik-pozitivist ilerici-seçkinci cennet toplum inşa projesiydi. Araya "gerici Menderes Rejimi" girmemiş olsa çoktan gerçekleştirilmiş olacakken kesintiye uğramış ama 1960 askerî müdahalesi ile yeniden başlayan süreç sayesinde şimdi yeniden filizlenmiş olan bir ütopya!

Distopyanın adım adım inşası

Hocalarımız arasında Köy Enstitüleri girişiminin fikri babaları ve mimarları var! Ecevit'in "Köy Kent" hayali, SBF koridorlarında inşa ediliyor. İnönü'nün yaptığı CHP Parti Meclisi listesinin yarısı SBF'de hoca. Rahmetli Prof. İlhan Abadan'ın ifadesiyle CHP bilimle, SBF siyasetle idare ediliyor! Tabii ikisi de batıyor.

Buna karşı çıkanlar ise yine o zamanın moda deyimi ile "anarşistler." Kendi içlerinde Leninciler ve Maocular diye iki ana gruba ayrılıyor. Onların da kendi içlerinde bölümleri var; Kırmızı Devrimciler, Beyaz Devrimciler, Arnavutlukçular filan diye o zaman bile takip etmesi zor iken bugün hatırlaması tamamen imkânsız gruplar. Bu kadar kıymık-kıymık ayrılmış oldukları hâlde ortak noktaları var: Hepsi de Kemalizm'e karşı.

Onlar için Kemalizm bir distopyadır ve ortaya çıkarttığı tek parti diktatörlüğü, onu yeniden kurmak için Demokrat Parti'yi deviren askeri rejim ve onun yerini alan Adalet Partisi-Süleyman Demirel hükumeti bir bütün hâlinde "bu distopyanın adım adım inşasıdır."

Şu vardı ki, "gelecekte olabilecek olumsuz toplumları" tanımlamak için kullanılan bir kelimenin, çoğunlukla otoriter ve baskıcı sistemi anlatan bir ismin kendisi totaliter bir sistem peşinde koşan radikal solun, Leninci veya Maocu proleterya veya köylü diktatörlüğü heveslisi grupların olsa olsa otoriter vesayet rejimi diye nitelenebilecek Kemalizm'e distopya demeleri anlaşılır şey değildi.

Lenin'in veya Mao'nun ya da onların küçük ölçekli taklitlerinin ortaya çıkarttıkları sistemler hiçbir zaman renkli-çiçekli-müzikli ütopyalar olmamışken, hepsi siyah-beyaz karanlık, ölüm kokan kötü hayatlardan ibaretken, ülkemizde bu sistemlere özenenler neden bu kelimeyi tercih ettiler? Hem de ütopya gibi yabancı da olsa yerleşmiş bir kelime bile olmayan distopyayı nereden buldular da Kemalizm'e isim yaptılar?

"Türkiye'nin ilk distopya romanı"

Bu noktada Oğuz Atay adını ifade etmemiz gerekiyor.

1934 doğumlu, İnebolulu, roman ve hikâye yazarı, anneannesi Fransız, babası CHP milletvekili inşaat mühendisi ve meşhuuuur Tutunamayanlar romanının yazarı, Oğuz Atay. Birilerinin fütursuzca alıp dizilerine isim yaptıkları "Tutunamayanlar" değil; "tutunamamak" kavramını ve bunun bir sosyal sınıf oluşturacak kadar önemli bir toplumsal gerçeklik olduğunu bütün bir millete öğreten romanın yazarı rahmetli Oğuz Atay'dan söz ediyoruz.

1950'lerin Beyoğlu'sundaki Baylan Pastanesi grubunun üyeleri Ferit Edgü, Demir Özlü, Hilmi Yavuz ve Onat Kutlar'ın arkadaşı Pazar Postası dergisi çevresinde toplanan genç grubuna mensup. Ece Ayhan'ın, Korkut Boratav'ın evindeki toplantılara katılan, Cevat Çapan ve Vüs'at Bener'in dostu. Zamanın modasına uygun olarak önce solcu; ama uğradığı hayal kırıklığı ile ilacını toplumda değil bireyde aramayı akıl edebilmiş birkaç kişiden biri.

Kendisi ve bir tuğla, pardon briket hacmindeki romanı benim dünyama Pazar Postası yayın yönetmeni iken Ankara'ya göçen, bir işçi konfederasyonunda basın müşaviri olan rahmetli Turhan Tükel vasıtasıyla giriyor. Turhan ağabey hem Oğuz Atay'ı çok seviyor hem romanını baştan sona okuduğumuzu garantilemek için her gün sınav yapıyor (bu arada Tutunamayanlar'la ilgili duyduğum en yaygın ifade şudur: "Yaa, aldım, başladım ama bir türlü bitiremedim") hem de bir taraftan bu romanın "Türkiye'nin ilk distopya romanı olduğunu" söylüyor. Bu kelimeyi kendisinden önce başka birinden duymuş olmamız ihtimali bulunmadığı için, Turhan ağabey hemen açıklıyor: "Yunanca kökenlidir; George Orwell'ın 1984'ü, Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sı gibi toplumdaki kötü geleceğin kaynağı olan problemleri anlatır."

Olmakta olana bir ideoloji uydurmak

Turhan ağabeyin edebiyat kritiği olarak saygınlığı çok yüksek; her şeyden önce İstanbul'da, Baylan'da çay içmişliği var; "eski solcu", ve (Mehmet Barlas üstadın babası) Cemil Said Barlas'ın Pazar Postası'nın edebiyat kritiği, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Mahmut Makal, Orhan Kemal ve Talip Apaydın'ı bir masaya oturtup "Köy Romanı"nı tartıştırmış olan kişi.

Dolayısıyla kendisine meydan okumak olmamasına dikkat ederek soruyoruz: "Neden Tutunamayanlar romanı distopiktir?"

Cevap, ütopya-distopya-Kemalizm üçgenini zihnime yerleştiriyor: "Çünkü Oğuz romanda Kemalizm'in ortaya çıkarttığı distopyayı anlatıyor."

Öyle midir? Yani Kemalist kadrolar bir ütopya için yola çıkmış ve bir distopya mı yaratmışlardır? Soruda "kadro" kelimesi geçince, cevabın Kadro dergisinde ve onun bir muhasebesi olan İnkılap ve Kadro kitabında aranması gerekmez mi? Derginin de dergiyi yayınlayan grubun da ve muhasebesini yapanın da Şevket Süreyya Aydemir olduğunu biliyorsunuz.

Şevket Süreyya, Türkiye'nin 1839 Tanzimat Fermanı'ndan, Birinci ve İkinci Meşrutiyetlere, İttihat ve Terakki'nin çeşitli hükumetlerine, Abdülhamit Han'ın bir darbe ile devrilmesine, Mehmed Reşad ve Mehmed Vahdeddin'in talihsiz hükümdarlıklarına, İstanbul'un ve sonra bütün Türkiye'nin işgaline, Millî Mücadele'ye ve yeni Cumhuriyet'e uzanan "devleti kurtarmak," ardından "vatanı kurtarmak" ve sonunda "milleti kurtarmak" maceralarına epeyce yakından tanık olmuş bir kişi.

Sadece tanık olmamış ama İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ve Bolşevikliğe uzanan her türlü ideolojiyi içinden tanımış bir kişi. Sonunda aradığını bulamayınca, bir grup arkadaşı ile kendilerine "olmakta olana bir ideoloji uydurmak" görevini tayin ediyorlar ve adeta Kemalizm'e Kemalist hüviyetini kazandırıyorlar.

Ütopya-distopya değil, gerçekçilik

Şevket Süreyya'yı Suyu Arayan Adam olan ve İnkılap ve Kadro'yu birlikte okuyan çoğu kişi, Kemalizm'in bir ütopik cennet vaadiyle yola çıktığını, ama sonunda bir distopyaya müncer olduğunu, birinci elden görmüş olacaktır.

Turhan Tükel haklıydı; Oğuz Atay, tutunamayan bir ütopyanın bireylerinin güncesini yazmıştı. Çünkü psikiyatrların şizofreninin tedavisini değil ama sadece onunla yaşamanın yolunu bulmuş olmaları gibi, İranlı düşünür Daryuş Şayegan'ın tanımıyla 'kültürel şizofreni' geçirmiş toplumlarda da bu dönemin izlerini silmek, ortaya çıkan distopyayı ütopyaya çeviremesek bile en azından tedavi sürecine sokmak her şeyden önce sorunun teşhisinde anlaşmayı gerektiriyor.

Zihinlerimize, en azından ütopyamızın bir distopyaya dönmesi sürecine son verilebileceği fikrini yerleştiremez miyiz? Ben şahsen sosyal ve siyasal olaylara biyolojik veya psikolojik indirgemecilikle yaklaşmanın yanlış olduğuna inananlardanım. Kültürel şizofreni ifadesi de sadece belirli bir grup insanın psikolojik durumuna karşı duyarsızlık olmakla kalmıyor, aynı zamanda birçok veçhesi olan bir hastalığı onunla ilgisi olmayan bir başka bağlamda, toplumsal bir olayda aramak bizi çözüme değil çözümsüzlüğe yaklaştırabilir.

Bizim kültürümüz onarılamaz şekilde parçalara, kişiliklere, kimliklere bölünmüş değil. Bütün mesele, Tanzimat'tan beri bulunamamış olan imkânsız bir sentezin değil Ahmet Hamdi Tanpınarvari bir terkibin, hiçbir ögesi reddedilmeden oluşturulabileceğini kabul etmekle işe başlamak olmalı.

Bu bir ütopya değil, distopya değil, gerçekçiliktir.

BİZE ULAŞIN