Netflix, Türk öykülerinden derlediği yapımlarına ara vermeden devam ediyor. Popüler dijital platformu, Hakan Muhafız, Atiye dizilerinden sonra Rise of Empires: Ottoman (REO) (İmparatorlukların Yükselişi: Osmanlı) isimli belgesel ile izleyicilerini selamladı.
Hazır Türk dizileri Amerikan dizilerinden sonra dünyada ikinci sıraya oturmuşken bu rüzgârdan faydalanmak isteyen Netflix, Türk tarihinin dönüm noktalarından birini, İstanbul'un fethini, dizi tadında bir belgesel ile izleyicileriyle buluşturdu. Yarı belgesel yarı drama olarak İngilizce çekilen REO uluslararası bir proje olarak bir ilk.
REO, 24 Ocak tarihinde 6 bölüm olarak yayına girdi. Belgeselin yönetmen koltuğunda 40 (2009), Takım Mahalle Aşkına (2015) filmlerinden tanıdığımız Emre Şahin oturuyor. Los Angeles merkezli Karga Seven Pictures tarafından çekilen dizinin başrollerinde Cem Yiğit Üzümoğlu (Fatih Sultan Mehmet), Tommaso Basili (XI. Konstantinos), Birkan Sokullu (Giovanni Giustiniani), Tuba Büyüküstün (Mara Hatun), Osman Sonant (Loukas Notaras) rol alıyor. Liz Lake, Kelly McPherson ve Emre Şahin tarafından yazılan belgeseli, Charles Dance (İngilizce) ve Halit Ergenç (Türkçe) başarılı şekilde seslendirmiş. 11 haftada çekilen dizide yüzlerce dublör, figüran rol almış.
Bu bir başlangıç
Yarı belgesel yarı drama (docudrama) olarak tasarlanan belgesel, oyunculuk ve teknik alt yapı olarak başarılı bir grafik çizse de anlatı yapısı olarak kusurlu duruyor. Ancak klasik bir Netflix izleyicisi için belgeselde her şey mevcut: Aksiyon, macera, şiddet, savaş, fantastik durumlar, imkânsızlık, mücadele, aşk, cinsellik, ihanet, entrika, zenginlik, zulüm, ölüm, strateji…
Belgesel gerek teknik gerek kostüm gerekse görsel efektler anlamında tatmin edici bir iş sunuyor. Oyuncu kadrosu, çekimler, efektler ortalamanın üstü. Prodüksiyon olarak başarılı. Anlatım gayet akıcı ve izlenebilir seviyede. Bir dönem çalışması olarak pek çok noktada yeniden oluşturulan mekânlar, eşyalar, figürler zaman zaman yapay dursa da hareketli kurgu içerisinde anlatımı zenginleştirmiş. Dönemin İstanbul'u, Haliç, Galata, Edirne güzel modellenmiş. Belgeselde büyük yer kaplayan şehir surları, gemiler, toplar da oldukça dikkat çekici.
Bunun dışında patlama sahneleri, savaş sahneleri, yakın dövüş sahneleri, surların yıkılması, toz-toprak sıçramalar estetik ve gerçekçi olmuş. Planlı ve uyumu bir ekip çalışması gerektiren bu tür sahneler gerçekten iyi kotarılmış ve alternatif kamera açıları ile zenginleştirilmiş.Çok kalabalık sahnelerden kaçınılarak daha yakın planlar tercih edilmiş. Arka planlar sis, duvar ve patlamalar, karanlık ve loş ışıklar ile kapatılarak klostrofobik bir ortam oluşturulmuş.
REO, bir belgeselden çok bir dizi gibi ya da bölümlü bir sinema filmi gibi sadece araya röportajlar serpiştirilmiş. Zaten onlar da genelde kısa ve en az 3 ayrı planda karşımıza çıkıyor. Bu da çok dinamik bir kurguya olanak veriyor. Yani ekranda konuşan kafalar görmüyorsunuz.
Hikâyenin olağan aksiyonlu akışı içinde sıradan röportaj kadrajlarından farklı, dikkati çeken ve daha estetik kadrajlar var. Bu da içeriği hem izlenebilir hem cazip hem de hareketli kılıyor. Belgesele karşı temkinli olan yenidünya izleyicileri ve Netflix dizileri ile yoğrulan izleyiciler düşünüldüğünde gayet mantıklı ve yerinde bir seçim.
Belgesel mi kurmaca mı?
Belgesel II. Mehmet'in hayatını fetih sürecine paralel bir şekilde canlandırmalı geri dönüşler (flasback) ile anlatıyor. Konuya uygun olarak araya serpiştirilen röportajlar uzman görüşleri ile akademik bilgiler ortaya konuyor. Yönetmen Emre şahin filmloverss. com'a verdiği röportajda bu ikili tercihlerinin sebebini şöyle açıklıyor: "Sadece kurmaca bir dizi gibi mi yoksa sadece belgesel gibi mi yapsak diye konuştuk ama sonuçta ikisinin karışımı bir şey yapmaya karar verdik. Onun da sebebi, sırf dizi gibi senaryolu bir şey yapsaydık bir sürü anlamda eksik kalabilecek olmasıydı… Sırf belgesel yapsaydık o da seyirciyi belki biraz kısıtlar diye korktuk, onun için ikisinin iç içe geçtiği değişik bir proje yarattık."
Belgeselde röportaj veren kişilerin daha çok hikâyeleştirici anlatımları alınmış. Dramatik yapıyı çerçeveleyen bu röportajlar canlandırma sahnelerle desteklenmiş ya da önceden yazılmış olan kurmaca sahnelere uygun röportaj kısımları da alınmış olabilir. Bu noktada belgeselin tamamen tarihi gerçekliklerden ilerlediğini söylemek mümkün değil zira kurgusal kısımlar dramatik olarak sinemasal bir şekilde kurgulanmış.
Daha romantik, daha savaşçı, daha şiddetli şekilde bir hayal ürünü olarak tasarım var. Çünkü o döneme ait elimizde görüntüler yok. Sadece sonradan kaleme alınan kitaplar, makaleler ve sözlü ürünler var. Mevcut bilgiler ile bu sahnelerin dramatik yapıyı güçlendirmek için "olabilirlik" ihtimali ile senaryolaştırılmış olduğunu söylemek mümkün.
İzleyicinin gözünde canlanabilmesi ve günümüzün mantığı ile anlaşılabilmesi için bir düzenleme yapıldığı açık. Özellikle Osmanlılar kısmında geçen diyaloglar ve şahısların beden dilleri şöyle: II. Mehmet'in omuza el atıp konuşması, "dostum" diye hitap etmesi, Türkçe bilen Ana'nın Fatih ile Türkçe konuşup yaralı Osmanlı askeri ile İngilizce konuşması, II. Mehmet'in Giustinani karşılaşması vb. Tabii, filmdeki olayların tamamının gerçekleşip gerçekleşmediği hükmünü tarihçilerin vermesi daha doğru olacaktır.
Ve izleyici sorar: "Esas oğlan kim?"
Kullanılan dramatik anlatım belgeselin ana temasının tam tersi durumunda. Zira belgesel dizi, tüm görsel şovuna rağmen Osmanlı İmparatorluğunun yükselişini ya da İstanbul'un fethini değil, Bizans/Roma'nın muhteşem savunmasını, yıkılışını anlatıyor.
Oryantalist bir bakış açısı ile anlatılan fethin hikâyesinde Fatih ve Osmanlı ikinci figür sanki. Esas karakterler Bizans ve Giustiani biraz da XI. Kostantin. Ve gariptir hikâye yanlı bir şekilde "Batı" gözüyle anlatılıyor. Tüm algı II. Mehmet'in dünyevi hırsları, bitmez öfkesi ve zaaflar bolluğu içinde eriyen karakteri ile birlikte alt metinde büyük fethi önemsizleştirerek Bizans'ın onurlu ve kahramanca savunuluşunu efsaneleştirmek üzerine kurulmuş.
Zeki, azimli, kararlı, dürüst planlar ile baştan sona II. Mehmet'in planları alt üst edilir. Ellerinden ne gelirse savaş namına, strateji namına yapılır. 5 buçuk bölümde bu anlatılırken sadece son bölümün yarısında İstanbul fethediliverilir. Fetih anı ve sonrası defterin sayfalarını çevirir gibi hızla çevriliyor ve pek çok detay işlenmiyor. Çağı değiştiren sürecin mihenk noktaları anlatılmıyor. İstanbul'un fetih sonrası yükselişini başlatan Fatih'in halkı teskin edici konuşması ve muhteşem girişi, Ayasofya'daki Cuma namazı, âlimlere derslere başlamaları için seslenmesi yer almıyor. Asıl "yükseliş" böyle olur.
Oysaki bu kısımda coşku, adalet, İslamiyet, kahramanlık var; Osmanlı var, Fatih var, Türkler var. Ancak esas oğlan onlar olmadıkları için haklı rollerine izin verilmiyor. Röportajlar ile başarı özetlenerek belgesel sonlandırılıyor. Fatih kargaşa içindeki şehre sakin, şaşkın ve garip bir yüz ifadesi ile giriyor, Ayasofya'nın kapılarını açıp tahta oturuyor. Yalnız ve mağrur ifadesinin altı kalınca çiziliyor.
Asıl sorun ise aslında bu, yani Fatih'in (belgeselin ifadesi ile II. Mehmet'in) ele alınışı. Tamam, daha fetih gerçekleşmediği için bundan sonra biz de Fatih demeyeceğiz. II. Mehmet, belgeselin başından sonuna kadar bir anti-kahraman olarak sunuluyor. Sözde objektif bir tarih anlatısında eşitler arasında bir lider olarak ön plana çıkarılmıyor.
Olumsuz bir Fatih karakteri
Dizinin başından sonuna kadar II. Mehmet sorunlu bir karakter olarak işleniyor. Yetiştirilme çağından başlayarak anne sevgisinden yoksun, babasının sevgisinden mahrum, hocalarının şiddeti ile büyümüş bir çocuk olarak hırs, kibir, intikam, öfke içinde olduğuna vurgu yapılıyor. Tatminsiz ve bedenini kaplayan o engelleyemediği öfke ile herkesi tehdit etmekte.
Fetih için ne ilay-ı kelimetullah peşindedir ne adaleti getirme ne de Bizans'ın zulmünü durdurma. Sadece ve sadece kişisel hırsı, kendini tatmin için, kendini kanıtlamak için böylesine bir zafere muhtaçtır.
"Roma Kayzeri" olmak hayallerini süslemektedir. Rol model kişileri İskender ve Sezar'dır. Bunlar ve genç ve tecrübesiz oluşu defaatle belgeselde dile getiriliyor. Bir 'Oedipus kompleksi'ne kapılmış şekilde babasına duyduğu öfkeyi Çandarlı Halil Paşa'da cismanileştiriyor. Bu çatışma köpürtülerek Game of Thrones'taki taht oyunları gibi sunuluyor. II. Mehmet şiirler yazan, dini bütün, farklı yabancı diller bilen, entelektüel, bilimi seven biri gibi değil; şefkate, merhamete muhtaç, kindar, sabah akşam İstanbul'un fethi saplantısı ile yatıp kalkan, tabiri caizse "obsesif" (takıntılı) biri olarak resmediliyor.
Böylesine olumsuz çizilen bir anti-kahraman ile hiçbir kimse özdeşleşemeyecektir. Son iki bölüme kadar kötü özellikleri ön plana çıkartılan II. Mehmet için olumsuz bir algı oluşturulmuş. Dolayısıyla II. Mehmet, takdir edilen ama öfke duyulan bir yardımcı karakter olarak kenarda duruyor.
Diğer taraftan belgeselde sultan olmasına sultan ancak tarihten öğrendiğimiz manada bir padişah olarak saygı görmemekte. Herkes otağına, destursuz girebilmekte, yanındaki komutanlar rahat rahat konuşabilmekte, onunla tartışabilmekte hatta yeniçerilerin başı kılıcına davranabilmekte, ulaklar direkt mesajı getirebilmekte, II. Mehmet komutanları, paşaları ile çok rahat, arkadaş üslubuyla konuşmakta. Urban, padişahın yanında espriler yapmakta.
"Esas oğlan" Giustiniani
Buna mukabil Giustiniani paralı bir asker olmasına rağmen şehri kahramanca savunan, zeki, üretken, cesur, sözüne sadık, sevgi ve merhamet dolu, tutkuyla bağlı bir aşk adamı, askerleri tarafından sevilen ve takdir edilen, fedakâr bir karakter olarak sunuluyor. Bu özellikleri yan hikâyeler içinde belgesel boyunca besleniyor. II. Mehmet'in her hamlesini bilen dahi bir asker o. Aslında Galata Valisi ve Lord Loukas ihanet etmeseler daha çok şeyler yapardı ama zamanı yetmemiş.
Kaçışı bile sanki küçük bir nazar boncuğu şeklinde sunuluyor. Öyle ki, II. Mehmet, büyük bir başarıya imza atmasına rağmen Giustiniani'nin gölgesinde bırakılıyor. Kahraman olarak sunulan bir diğer karakter de XI. Kostantin'dir. Kostantinapolis'i son anına kadar savunan İmparator, elinden gelen her türlü fedakârlığı yapıyor, en sonunda canını bile feda ediyor.
Belgesel, İslamiyet'ten büyük oranda arındırılmış bir II. Mehmet ve Osmanlı sunuyor. İki yerde okunan ezan, Fatih'in namaz kılması ve Allahuekber nidaları dışında dinî bir göstergeye pek rastlamıyoruz. Bunların da belgesele pek etkisi olduğu söylenemez sadece bir motif olarak öyküyü süslüyorlar. Diğer taraftan Fatih'in ifadesi ile "Fethin manevi babası" Akşemsettin'den hiç bahsedilmiyor. Görmezden gelinen bu âlim kişi yerine II. Mehmet'i motive eden üvey annesi Mara. II. Mehmet'e adaletli, barışçı olmasını öneren ise Türk aileden gelip Hıristiyan olan Ana'dır. Yani II. Mehmet'in çevresinde akl-ı selim dostu yoktur.
Belgesel 300 Spartalı hikâyesine öykünerek Bizans'ın 8 hafta süren başarılı savunmasının destansı hikâyesini anlatıyor. Garip şekilde belgeselin 6'ncı bölümünün adı "Fetih" veya başka bir şey değil "Yıkım". Yani belgesel bir imparatorluğun yükselişini değil yıkılışını anlatmakta. Dizinin adına tezat bu durumda yazımızın başlığına verdiğimiz savımızı doğrulamaktadır.
REO'nun Netflix Uluslararası'nın yapımı olması neden bu şekilde bir anlatım diline ve içeriğe sahip olduğunu açıklıyor aslında. Hedef kitle tüm dünya, daha doğru bir ifade ile Netflix'in izlenildiği 190 civarı ülke. Çok geniş bir hedef kitleye hitap etme ve ortalama beğeniyi bulma zorunluluğundan dolayı Batı'nın seveceği şekilde dramatik yapısı güçlü bir kurgu ile hoşa gidecek bir ürün ortaya konmaya çalışılmış.
Netflix kültürüne sahip izleyicilerin hiç mi hiç yadırgamayacağı bir içeriğe sahip REO. Zaten dizinin, Netflix kategorizasyonunda askerî belgesel, tarihi belgesel ve belgesel dizi yanı sıra Amerikan dizisi şeklinde yer alması eleştirilerimizin haklılığını ortaya koyuyor. Çizilen çerçeve belli, her şey Amerikanvari.