Hakkı Öcal: Dijital mi hayatlaşıyor; hayat mı dijitalleşiyor?

Dijital mi hayatlaşıyor; hayat mı dijitalleşiyor?
Giriş Tarihi: 28.3.2019 15:45 Son Güncelleme: 28.3.2019 15:45
Sadece ABD’de sayısal teknolojilerin yeni bir uygulamasını yapmak üzere alınan ama henüz ticarî anlamda uygulanmamış patentlerin sayısı bir milyonun üzerinde.

ABD'de çalıştığım bir kuruma bir grup teknoloji uzmanı ve genç doktordan oluşan bir grup başvurmuş ve kurumun dünya çapında adından söz ettirecek bir fikirleri olduğunu, gelip anlatacaklarını söylemişlerdi.

Randevu verildi, kadınlı-erkekli bir grup genç toplantı odasını doldurdular; odanın duvarlarına getirdikleri görselleri astılar ve yaptıkları görev bölümüne son derece sadık kalarak projelerini anlattılar. Devir, Soğuk Savaş'ın sona erdiği, Sovyet İmparatorluğu'nun yıkıldığı yılları izleyen devirdi. Dünyanın çevresindeki casus uyduları, ABD'den Rusya'ya, Çin'den İngiltere'ye adeta işsiz kalmış, boş boş dönüyorlardı ve dolayısıyla küresel bir dijital haberleşme fikrine dayanan her proje çok ucuza mâl olabilirdi.

Bu grup, bu fikirden hareketle bize "Dijital Doktor Ağı" öneriyordu. Ana hatlarıyla şöyleydi fikir: Afrika kıtasında, özellikle sağlık hizmetleri açısından geri kalmış yörelerde dağa ovaya, köylerin kenarına, özellikle belirli kalabalık merkezleri birbirine bağlayan ana yolların üzerine, telefon kulübesine benzer terminaller takılacaktı. Bu terminalin üzerine bir video kamerası, yanında kullanıcının kolunu içine sokabileceği bir tansiyon ölçme cihazı, bir de parmağını dokunduracağı ısı ölçme aleti bulunacaktı. Tabii bir mikrofon, bir de karşısındaki doktoru göreceği ekran olacaktı. Hasta bir Afrikalı köylü, bu cihaza yaklaşacak ve ortadaki kocaman kırmızı düğmeye basacaktı. Aletin bulunduğu yere göre birkaç dil veya diyalekt ile kendisine hangi dilde konuşmak istediği sorulacak ve vereceği cevaba göre bu çağrı, merkezdeki doktorlardan birine yönlendirilecekti.

Dijital doktorun akıbeti

Proje ekibine göre gerisi kolaydı: Sorulacak sorular, ölçülecek tansiyon ve vücut ısısı gibi bilgilerle doktor bu şahsa bir teşhis koyacak ve ne yapması gerektiğini söyleyecekti. İlaç alması gerekiyorsa, kendisi bir hastaneye veya kliniğe yönlendirilecek, orada temas kurulacak bir doktor vasıtasıyla gerekli ilacı almasına yardımcı olunacaktı.

Masanın bu tarafında oturanların çoğu deneyimli uluslararası gazetecilerdi ve aralarında Afrika ülkelerinde yayın yönetmenliği de yapmış Türkiye kökenli bir Ermeni de vardı: Leo Sarkisyan. Hayatını gençliğinde birçok Afrika ülkesinde köy köy gezerek düğün çalgıcılığı yaparak kazanmış olan Leo, çok muzip biriydi. Konuşmalarını Türkçeden çevirdiği atasözleri ve deyimlerle süslerdi. Projenin bırakın su götürmezliği, bir damla su tutmayacak bir kevgir gibi delik-deşikliğini anında gören Leo, başladı projeyi sunan gençleri bombalamaya. Önce, "Bu şeyler ne ile çalışacak?" diye sordu. Elektrikle! "Peki" dedi Leo, "Bu ülkelerin çoğunda, yollarda elektrik direkleri yoktur. Olan yerde de elektrikler sürekli kesilir. Bunu nasıl çözeceksiniz?" Gençler atıldılar: "Güneş enerjisi ile çözeriz." Bu ülkelerde kentlerde bile Internet bağlantısı yok, dağın başındaki terminal nasıl ta New York'taki doktora bağlanacak? "O da kolay," dedi gençler, "Hepsine uydu telefonu takarız, onunla internete çıkarlar." Ya birisi terminali toptan çalarsa? "Çalamazlar! Kesilmesi imkânsız zincirlerle yere bağlarız." Hastanın dilini konuşan doktoru nereden bulacağız? Sistem "LanguageIdentifier" yazılımı ile dili otomatik olarak belirleyecek ve veri tabanındaki kayıtlara göre ilgili doktora aktaracak. Leo, ki dijitalin d'sinden anlamazdı o güne kadar, toplantı sonunda Bilişim teknolojileri masteri yapmış gibi oldu. Ne dediyse bir cevap aldı. Toplantı adeta onunla gençler arasında bir masa tenisine döndü... Ta ki, bizim taraftaki bir hukukçu, "Ülkeler itibariyle bunun hukukî durumuna bakmamız gerekir!" deyinceye kadar. Nitekim, kısa bir araştırma ile hemen hemen her ülkede, o ülkede tabiplik lisansı olmayan kişilerin ne suretle olursa olsun, teşhis-tedavi işlerine kalkışamayacağı anlaşıldı. Bu genç ve müteşebbis gruba acı haberi ilettim. Grubun temsilcisi olan genç doktorun cevap mesajı içinde bulunduğumuz uygarlık krizini ortaya koyuyordu:

"Projeyi reddederek bize şu anda ülkeleri yöneten hukukun teknolojinin çok gerisinde olduğunu hatırlatmış oldunuz. Böylece iki yıllık hazırlıklarımız çöpe gitmiş oldu. Ama bir şey öğrendik. Sağlık veya başka bir sorunla uğraşmaya başlamadan önce, bizim dijital teknolojiyi hayata hâkim kılmamız için yasaların değişmesi, bunun için de hukuk anlayışımızı güncelleştirecek kişilerin dünyanın her tarafında parlamentolara ve hükumetlere girmelerini sağlamamız gerekiyor. Bunun için örgütlenmeliyiz."

Bu grup kolları yeniden sıvayıp dijital için siyaset ve hukuk alanına girdi mi? Bilmiyorum. Ama şu anda dünyanın birçok ülkesinde, gençler (ve yaşlı değilse de yüreği genç kalanlar) dijital hayatın önündeki engelleri kaldırmak için çaba gösteriyorlar. Bu çabaların henüz bir yere vardığını söylemek zor. Hâlâ dijital teknolojinin hayatımıza girmesi, dijitalin hayat bulması fikrinin önünde çok engeller var.


Geçenlerde bir arkadaşım İngiltere'de evinin altındaki garajın kapısına taktırdığı kapıyı açıp kapatan cihazın, kapının hangi saatlerde açılıp kapandığını cihazı yapan firmaya e-mail ile bildirdiğini öğrendiğinde uğradığı şoku anlatıyordu.


Hukuk engeli

Bu engellerin tümü değilse bile çoğu, hukukun dijitale ayak uyduramamasının sonucudur. Bu hukukun hayatın akışı karşısında ilk tökezlemesi de değil. Hukuk daima teknolojinin, insanların kendi aralarında geliştirdikleri yeni ilişkilerin, hatta siyasetin daima gerisinden gelmiştir. Bir şey uygulanır, hayatın parçası olur; ama hukuk ona bir şekilde takoz olmaya başlayınca, kısa bir duraklama ve ortamı yoklama devresinden sonra, insanlar hukuku güncellerler. Bu hep böyle olagelmiştir ve siyaset bilimciler ve sosyologlar bunu adeta bir yasallık olarak kayda geçirmişlerdir: hukuk hep arkadan gelir.

Sadece ABD'de sayısal teknolojilerin yeni bir uygulamasını yapmak üzere alınan ama henüz ticarî anlamda uygulanmamış patentlerin sayısının bir milyonun üzerinde olduğu düşünülürse, sadece hukuk değil, bizzat dijitalin kendisi de geriden geliyor.

Dijital uygulama alanında sahip olduğu patent sayısı Microsoft ve Google gibi devlerle yarışan bir kişinin, bir gelecek uzmanı olan Dan Abelow'un bir sunumundan ödünç aldığım kavramla bunu açıklamama izin verirseniz, sizden, önce iç içe altı daire çizmenizi rica edeceğim. En içteki daireye bir ok çekip, okun ucuna "Sır" yazın. İkinci çembere, "Mahrem", üçüncüye "Kişisel Filtre", dördüncüye "Grup Filtresi", beşinciye "İhtiyari ödemeler" ve en dışa "İlanlar ve içerik" yazın lütfen. Bu, sizin şu anda internette paylaştığınız hayatınızdır. Size sunulan dijital bilgiler bilgisayar veya akıllı telefon, ya da içinde kendisini internete bağlamaya yarayan bir devreye sahip herhangi bir alet vasıtasıyla, yazılı, sözlü, emtia cinsinden veya hizmet olarak bir şey ulaştırıyorlarsa, bunu bu listeye göre, dışarıdan içeriye doğru ve iki yönlü yapıyorlar. Bir dijital hayat ögesinin, sizin veya benim kişisel hayatımıza girebilmesi için, bu listede yeri olması gerekiyor. Kişisel ve grup erişimleri, paylaşımları ve hizmetleri için sizin bir filtre ile buna izin vermeniz veya gerekli cihazı takmış olmanız lazım.

Bu daireler, sizin ve benim dijital hayatımızın sınırlarıdır. Mevcut yasalara göre hemen her ülkede bu sınırların aşılması için sizin ve benim izin vermemiz şarttır. Ama yasayı kim dinliyor? Zaten hukuk, bu gibi şeylerin varlığının bile farkında değil! Hatırlayalım: Hukuk arkadan gelir...

Geçenlerde bir arkadaşım İngiltere'de evinin altındaki garajın kapısına taktırdığı kapıyı açıp kapatan cihazın, kapının hangi saatlerde açılıp kapandığını (yani sizin saat kaçta işe gittiğinizi ve kaçta döndüğünüzü, hafta sonları evden çıkıp çıkmadığınızı, ev dışında geçirdiğiniz süreleri) cihazı yapan firmaya e-mail ile bildirdiğini öğrendiğinde uğradığı şoku anlatıyordu. Bu firma bu bilgileri Google ve diğer arama motorlarına, onlar da online reklam şirketlerine satıyorlarmış.

Firmaya "Bu ne kepazelik?" diye başvurduğunda yetkili kişi, "Paketin içinden çıkan broşürü okumuş olsaydınız bu işlevi kapatma imkânı sunduğumuzu görecektiniz" demiş. Broşürü attıysanız üzülmeyin, firmanın web sitesine giderek, PDF dosyasını indirebilirsiniz. Bu arada firma size dört beş reklam sunarak, bu hizmetin masrafını çıkartacaktır.


ABD hükümetinin uçak yolcularının güvenliğini sağlamak amacıyla kurduğu güvenlik kurumu, bagaja verdiğiniz her bavulu açıp içindekileri endeksliyor.


Bilgilerimizi kim kullanacak?

2007'den sonra satılan ev için yürüme ve koşu bantlarının bazılarında da Wi-Fi sistemi ile internete erişim imkânı var. Alet kurduğunuz ve ilk çalıştırdığınızda "Adınızı, yaşınızı ve cinsiyetinizi girerseniz, kilonuzu ve kalp ritminizi dikkate alarak (bunu cihaz kendiliğinden belirliyor, siz yorulmayın!) özel programlar sunabiliriz" diye bir mesaj sununca adınızı ve yaşınızı, erkek-kadın sorusunun cevabını girdiniz mi? Güzel… Bu bilginin de Facebook, Google, Twitter, hatta Instagram firmasının elinde olduğunu ve bu firmaların bilgisayarlarının sizin giderek ne kadar çevik hâle geldiğinizi veya ne kadar hantallaştığınızı, ne kadar zayıflayıp ne kadar şişmanladığınızı gün be gün takip ettiğine emin olabilirsiniz.

Fena mı ama? Hayır, bizatihi fena değil tabii. Fena olan bu bilginin sizden habersiz alınmış ve sizin koymadığınız bir filtre sistemi ile yukarıda çizdiğiniz sınırların içeriye doğru ihlal edilmiş olması da değil. Fena hatta zararlı olabilecek olan bu bilginin nerede, nasıl ve kimler tarafından kullanılacak olması.

Mesele sadece pazarlama ile sınırlı ise, yani benim evde her gün iki saat yürüyüş yaptığım bilgisine dayanarak, bana sağlığına aşırı hassas insanlara gösterdikleri emtia reklamlarını sunmak ile sınırlı kalacaksa, bu fena değil tam tersine yararlı bile olabilir. Proteinli içecekler, yeni spor ayakkabıları modelleri filan. Ama bu bilgi sağlık sigortası hizmeti aldığım kuruma da bildiriliyor ve kurum, bu bilgilere dayanarak benin sağlık sigorta primlerime zam yapacak ise, bu mahremiyetin ihlali demektir.

ABD hükümetinin uçak yolcularının güvenliğini sağlamak amacıyla kurduğu güvenlik kurumu, bagaja verdiğiniz her bavulu açıp içindekileri endeksliyor. Bir kitabı kaydetmeleri sorun değil. İki kitabı kaydetmeleri sorun değil. Ama bugüne kadar yaptığınız bütün yolculuklarda bavulunuza koyduğunuz bütün kitapların listesini eline alan bir güvenlik görevlisi, sizin entelektüel yapınızla ilgili bazı hükümlere varabilir mi? Bu arada bavulunuzdaki diğer şeyler, örneğin bir dostunuza götürdüğünüz "Türk lokumu" veya "Medine hurması" kitap listesi ile birleşince sizin birçok konudaki hassasiyetinize dair, karineler oluşturabilir mi? ("Bu adam cihatçı" gibi mesela?)

Yukarıda anlattığım "Dijital Doktor" kioskunun arz ettiği en büyük tehlike de bu idi. Bir Afrikalının sağlık verileri önemli değil; iki Afrikalının sağlık verileri önemli değil. Ama belirli bir yörede bu cihazı kullananların yüzde 80'inin şu ya da bu derdinin bulunduğu bilgisi, kötü ellerde ulusal güvenlik kaygısına bile yol açmaz mı?

Kurumun hukukçuları "Bunu hiçbir ülkeye kabul ettiremeyiz" dediler ve projeye destek olamayacağımızı bildirdiler.

Dijital, hayatın gerisinde kalıyor. Belki de böylesi daha iyi. En azından insanlar ve uluslar iyi oluncaya kadar!

BİZE ULAŞIN