Kâinat ahenk ile raks eder. Bütün yaratılmışlar bu şölenin parçalarıdır. Eğer insan kalbindeki ritimle kainattaki ahengi uyum içinde birleştirebilirse, ruhu zirveye yükselir. Ve sanatçı bu rahmani eşitliği yakalayabildiği an sanatta gerçek ilham deryasının kaynağına ulaşır.
Bana çok zaman nasıl beste yaptığımı, ilhamın ayak seslerini duyup duymadığımı sorarlar. İlham insanın yaratanla bütünleştiği bir anın hayata yansımasıdır. Bunu anlatmak kolay değil, bilen anlatmaz, bilmeyen de hiçbir değer taşımayan sözde eserlerine kılıf uydurmak için saçmalar durur.
İlham insana öyle beklenmedik bir anda gelmez. Yani trafikte boğuşurken birden kafanızda melodiler uçuşmaya başlamaz, bu sıkıntı ve yoğunluk içinde eser yaratılmaz. İlhamın gelmesi için biraz da hazırlıklı olmak, sakin bir ortamda derinleşmek gerekir. Eğer piyano yakınınızdaysa hemen duyduklarınızı, hissettiklerinizi hayatın içine dökmeyebaşlarsınız. Yok, böyle bir ortamda değilseniz bir kâğıt kalemle yahut Mehmet Akif Ersoy gibi yatağınızda yatarken duvara çakı ile yazmaya başlarsınız:
"Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim. Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım."
Gerçek ilham ile yazılan ya da ortaya konulan eser, sanatçıyı aşar yüzyıllar ötesine kalır çünkü ortak bir duyguyu yansıtır. Ölümsüz bir sanat eseri kâinatın bir parçasıdır ve bu nedenle insanların tüm duyularını etkiler. Sanat insana iyiliği, güzelliği, karşılıksız ve kalbiyle sevmeyi öğretir. Bu eserler aslında kâinatın içinde vardır. Sanatkâr burada önemli bir aracıdır. Nasıl radyo olmadan radyo sinyallerini alamazsanız, Allah'ın ilham olarak gönderdiği güzellikleri de ancak görev verilen bir insan aracılığı ile insanlarla buluşturursunuz. Burada sanatçının düştüğü bir sıkıntılı durum oluşabilir. Önce saflık içinde görevini yerine getiren görevli kişi yani sanatçı, bir süre sonra kibirle donanıp bu eserleri kendinin yarattığını sanmaya başlayınca ilham ondan uzaklaşmaya başlar. Kutsal kitaplara göre kibir en büyük günahtır. Yüce Yaratan bu kibirli elçisinden elini çekip dünyaya hediye etmek istediği güzellikleri kendi yetiştirdiği bir başka elçi ile insanlarla buluşturur. İşte o zaman sanatkâr yalnız ve çaresiz kalır… Eserler bir zamanlar gelmiş, o yüce ilhamla kâinata akmış ama kibir yeni eserlerin önünü tıkamıştır. Belki de bu nedenle hayatının sonuna kadar eser veren sanatçı çok değildir.
"Birbirini seven notaları arıyorum"
Bir besteci olarak konuşmam gerekirse, eser bestecisini aşar ve kendi kendine yaşar. Belki de şöyle söylemek gerekir: Eser kendi kendine yaşamaya başladığı zaman gerçek bir sanat eseri olur, ölümsüz olur. İlhamla buluştuğunuz zaman iradenizi bir kenara atmak zorundasınız. Müzik kendinde ısrar ederse eder, siz onun emrine boyun eğersiniz. Ancak bittikten sonra profesyonel bir denetim uygulayabilirsiniz. Bu bana uymaz, yakışmaz diyebilirsiniz ve biraz değiştirir, üzerinde oynarsınız ama bazen de ortaya çıkan eser o kadar mükemmeldir ki, size ters gelse bile kıyamaz bırakırsınız çünkü bu eseri yaratan siz değilsiniz. Gelen ilhamı çok değiştirirseniz ilham bir daha yanınıza uğramayabilir.
Michelangelo'ya henüz 24 yaşında vücuda getirdiği ölümsüz eseri La Pieta'yı nasıl yaptığını sorarlar. Büyük sanatçı sakince cevaplar: "İki metrelik mermer içinde bir melek gördüm ve onu ortaya çıkarıncaya kadar keski ve çekicimle uğraştım."
Bu ölümsüz sanatçının sözleri ilhamı en güzel şekilde anlatır. İlhamla ilgili çocuk Mozart'ın basit ifadesi de her zaman beni çok etkilemiştir: "Birbirini seven notaları arıyorum" diyerek daha küçücükken her yüreğe ulaşabilen eserler yazan Mozart'ın sözleri üzerinde kitaplar yazılacak kadar derin bir anlam taşır.
Sanatkâr bir karıncadır, kâinatı arar, kâinatın sırlarını arar ve böylece ölümsüzlüğü arar. Her insan ölümü yaşayacaktır ama sanatkârın ölümden anlamak istediği ölümsüzlüktür. Sanatkâr biraz bencildir. O yanlarını insan-ı kâmil olma yolunda törpülemeye çalışır. Belki bu özellik de sanatkâra Allah tarafından verilen bir nosyondur. Ölümsüzlüğü ararken zaten ölümsüzlüğün var olduğunu bilir ama onun isteği bu dünyada, bu boyutta da ölümsüzlüğü elde edebilmektir. Bu sanatkârın hoşuna gider.
Ben bir sanatçı olarak kendimi hep şanslı görürüm. Para kazanmak ve yaşayabilmek için müzik dışında hiçbir işim yoktur. Hiçbir eserimi; "Bu tutar ve ben bundan çok kazanırım" diye yazmamışımdır. Sahnemi sadece inandığım insanlarla paylaşırım, genelde yalnız olmayı seçerim. Bu benim kusurum olarak görülse de hesap vereceğim tek kişi kendim olduğu için doğru bildiklerimi değiştirmem. Hiçbir zaman çok para kazanmadığım için standartlarım değişmez. Hiçbir zaman çok tanınmadığım için halkın arasında rahatça dolaşırım. Metroya da binerim, vapurla da dolaşırım. Yanıma gelenlerle sohbet eder, insanların içinde yaşarım. Basının güçlüleri beni sevmez. Yanıma gelen muhabirlerle muhabbetimiz sonsuzdur. Kimseye uşak olmadığım için çok popüler olmam. Her zaman sıfırla yaşamayı göze almışımdır. Belki de bu beni hep üretken yapmıştır. Stephen Zweig'in dediği gibi: "Yaratıcı güç reddedilmekten doğar. Kabul edilmek, mücadelenin bitmesi yaratıcı gücü yok eder."
İnsan ve sanatçı olarak her zaman kendime yakın hissettiğim Mehmet Akif Ersoy'un doğum ve ölüm yıldönümlerini andığımız aralık ayı yazımı onun şu dizeleri ile noktalamak isterim:
"Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince heyhat,
Günler şu heyulayı da er geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?"
Yüce Akif sen rahmetle anılmaz mısın, bilinmez misin?