Yıldız Ramazanoğlu: Halepli Senem Hanım

Halepli Senem Hanım
Giriş Tarihi: 13.2.2017 12:15 Son Güncelleme: 13.2.2017 12:17
Yıldız Ramazanoğlu SAYI:32Şubat 2017
Senem Hanım’ın varlığı Halep’in Arap halkının, İslam dünyasının, Mekke’ye uzanan gönül bağlarının temsiliydi. İnsanlığa söyleyeceklerimizin tasavvuruydu. Savaş çıkmadan birkaç yıl önce vefat ettiğinde, küçücük bahçesine eliyle ektiği kokusuz çiçekler bile bir koku bulup kokmaya başlamıştı…

Tütün kutusu açılıp bembeyaz yaprak kağıdın içine tütün serilip de incecik sigara sarılana kadar, yere bir zerre düşmedi. Üstü sedef karanfil işlemeli pirinçten bir kutuydu. Kağıdı diliyle zarifçe ıslatmasını şaşkınlıkla izlemiştik kız kardeşimle. Üzerimizde ikizlere mahsus aynı desen empirmeden japone kollu, sıfır yakalı kloş elbiseler… Annem omuz kısımlarına dallar, yapraklar ve birer serçe yapmış aplikeyle. Halepli Senem Hanım'ı Göksun'da ilk defa görmemden birkaç ay sonra Ankara'da ilkokula başladığıma göre bebeklikten yeni çıkmışız demek ki. Yaşlı insanları şekli şemali, hal ve ahvali, mimikleri, rengi, kokusu, kelimeleriyle eksiksiz kaydetme dönemi. Anneannem, "Yakın dostlarımı da ben gibi bilin, hallerini hatırlarını sormayı ihmal etmeyin" deyip bizi götürdüğüne göre onu görmek farzı kifayeydi üzerimize. İki katlı ahşap ev oldukça büyük bir bahçenin içinde. Kaçışan birkaç tavuğu, evin kapısına kadar ulaşmış Hüsnü Yusufları, boyumu aşan lavantaları, Arapça yazılmış 'Allah malikel mülk' yazısını öyle derinde saklamışım ki ev benim için Halep olup çıkmış yıllarca. Elma ağacının bahçe çitlerinden dışarıya taşan dalları ancak vermeyi seven cömert bir insana layık olacak şekilde içerde kalanlardan daha çoktu, bunu net hatırlıyorum.

Göksun'un zengin eşrafından Mustafa Efendi'nin, kadınlara özgü her şeyin bulunduğu mağazasında satmak üzere Halep'e yılda birkaç kere mal almaya gitmesiyle başlamış her şey. Halepli tüccarların da Antep ve Maraş üzerinden Göksun'a bizzat gelmelerine vesile olmuş ticaret. Yemyeşil bir belde, dost canlısı insanlar, serin asude hava, gel zaman git zaman yayladan bir ev alma… Derken yazları aileyi toplayıp gelmeye başlamış Senem Hanım'ın babası. Evin en büyük çocuğu olan, liseyi henüz bitirmiş Arap kızının güzelliği ve hamaratlığı dillere destan olmuş kısa zamanda. Görücüler birbiri ardına sökün etmiş. Arap diyarlarında bir Türk kızı almak ne kadar revaçtaysa, buralarda da Arap kızı kıymete binmiş. Dilinin Peygamber'in konuştuğu dil olması dahi yeter heyecanlanmaya.

Şerh edilmiş rüyadan kaçmak mümkün değil

Ölüleri yıkayan, rüyaları yoran bir kadına yaylada kaldıkları bir zamanda annesinden gizli gidip rüyasını anlatması, hayatının en büyük hatası Halepli Senem Hanım'ın demesine göre. Kalbine giren ayın daha ışımadan hemen çıkıp göğe yükselmesi çok variyetli iyi bir ailenin çocuğuyla evlenmesine ama sonunun iyi gelmemesine delalet ediyor. Ardından arkadaş yoluna gidip hayırsız, ihmalkâr, müflis ve kaba bir adama dönüşecek, hızla boşayacaktır karısını. Bu yorumdan ve rüyadan kimseye söz etmeden evlenir mütedeyyin ailenin yakışıklı oğluyla. Fakat yorum neyse hüküm de o olacaktır, şerh edilmiş rüyadan kaçmak kurtulmak mümkün değil. Genç bir dulken onu ziyaret ettiğimizde, çocuğu olmayan 30 yaşlarındaki Senem Hanım'ın üzerinde zayıf bedenini saran yeşim rengi, yere değen bir elbise vardı. Asalet böyle bir şey demek ki, okula başlayacak yaştaki çocukların aklından ömür boyu çıkmayacak bir onur ve rıza vardı kadife bakışlarında. Aksanlı Türkçesi gaipten gelen sırlı bir ezgi gibi içe işliyordu. Arap kelimesinin çağrıştırdıklarının aksine bal rengi gözleri, açık kahve saçlarıyla gördüğüm en beyaz tenli kadındı. Sigarasını tüttürürken olur olmaz kişilere rüya anlatmanın mahzurlarından dem vurdu anneme. Rüya büyük emanet ve sorumluluk, Yusuf Aleyhisselam'dan tevarüs ettiğimiz ağırlığı olan bir iş. Ayın yükselişini hayırla ansaydı gassal, birlikte yücelmeye yorsaydı, hayatı bambaşka olacaktı belki de. Haylazlık, hayırsızlık sözleri vücut bulmayacak, severek evlendiği kocasıyla mutlu müreffeh yaşayıp gidecekti. Yorumu duyunca ürpermiş. Yalan söyledim, böyle bir rüya görmedim diyecek olmuştu ama yalana alışık olmayan dili tutulu vermişti. Bir de anlatılan bir rüya görülmüş olsun olmasın yorumlandıysa kurtuluş yok derler. Anneannem ve anneme üzerinde Halep Kalesi'nin deseni bulunan fincanlarda ikram ettiği kahvenin ardından 'Allah affetsin' diyerek fal bakmış; kısmetlerden, yollardan, haneye doğacak iyiliklerden, kalabalık hacı sofralarından söz etmişti. Annemin telvesinin aldığı şekiller bile nakşolmuş zihnime, öyle ya nasıl oluşuyor bunca hikâye…

Sonra kasabanın heybetli adamı Çerkes İsmail Bey ile evlenmiş. Bu sefer rüyasında bir ayın göğsüne girdiğini sonra orada sönümlendiğini kimseye anlatmamış, hayra yormuş içinden. Fakat o da iş için çıktığı uzun yolculuklarda Allahualem bir meczuptan kaptığı ince hastalığı atlatamayıp rahmetli olmuş. Anne babası ısrar etse de Halep'e dönmediğini duyardık ta Ankaralardan. İnsan çocuklukta derin iz bırakmış biriyle yıllar sonra karşılaşınca tarihi birlikte yazmış olmak gibi tuhaf bir ortaklık duygusuna kapılıyor. Varlığı hayatımızın her anında bizi bilmeden beslemiştir bir şekilde. Anneannemin vefatında taziyeye gelmişti dedemin evine. Büyüklerin ahbabını ziyaret etmek, Peygamber ahlakı olduğundan annemle ziyaretine gittik Ankara'ya dönmeden. Gözleri biraz çukura kaçsa, feri sönse de ışıltılı güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Dışarıda daha çok örtüye bürünmüştü, evde ise kaderi sevmekten gelen bir neşesi, renkliliği vardı. Yağmurdan sonra gelen toprak kokusu gibiydi sadeliği…

Dinleyenlerin ruhunu yara bere içinde bırakan hikâyeler

Kasabada gördüğü hürmet ve dostluk onu buraya bağlamış ve Göksun'u ona yeni vatan yapmıştı. Evi değişmiş, tek kat beyaz badanalı küçük bir eve irca olmuştu. Bunun nedenini kimse bilmiyor, rivayetler muhtelif; kendisi büyük evi ne yapacağım diyerek bir hayır kurumuna eğitim için kullanma koşuluyla bağışlamış mı, eski kocasının ailesi bir yolunu bulup Çerkes adamla izdivacının öfkesiyle elinden mi almış… Hâsılı tam bilemedik yaşamındaki bu irtifa kaybının sebebini.

Halep'in kızı Çerkes kocasının kabrini terk etmek istemedi denilse de kalpten kalbe giden yollarla bağlanmıştı ahaliye. Halep'e gider, kendi deyimiyle oraları şöyle birkaç ay dolanır sonra yine gelirdi. Tek kişilik okul gibiydi iki göz evi, nice ders halkaları kurmuştu. Yetişkinlere mukabele okuyor, kaside söylüyor, gençlere Arapça öğretip aralarda dinlenmeleri için Suriye'nin evliyalarından menkıbeler anlatıyor, isteyen kadınlara da belediyenin kurslarında envai çeşit nakış öğretiyordu. Şam, Halep ve Busra'da yatan evliyaların menkıbelerini anlatırken nasıl bizzat oradaymış da şahit olmuş gibi hikâye edişini görmek lazım. Abdullah Herati, İbnü'l Arabî, Hâlid-i Bağdâdî, Üveys Medeni, Reca bin Hayve kitaplarını karıştırırken aklımda kalanlar. Tabiînden kimselerin başlarından geçenleri hikâye ederken birden ezgiye geçmesi, çocuklukta duyduğu hikâyecilerin mırıltılarını hatırlar gibi hançeresinden sesler çıkarması, dinleyenin ruhunu iyice yara bere içinde bırakırdı.

O günden aklımda kalan İbrahim Ethem hazretlerinin hikâyelerinden bazıları.

"Belh'te doğmuş, Şam'da vefat etmiş. Üç kıtanın âlimlerinden ilim tahsil etmiş. 'Halep de Şam'dır ha' diye eklemesi, kafamı karıştırmıştı. Bilad-ü Şam bütün şehirleri içine alan bir sancakmış. Kıssadan önce mübarek hakkında ne kadar detay varsa sözün etrafını besliyordu önce. Veysel Karanî hazretlerinin ruhaniyetinden istifade etti, İmâm-ı

Âzam'ın sohbetleriyle olgunlaştı, İmam Buhârî onun güvenilir bir ravi olduğunu söyledi, Belh şehrinin padişahının oğlu olduğundan, yola çıktığında 40 altın kalkanlı asker önünden, 40 altın gürzlü asker de arkasından yürürdü. Üzerimizdeki etkisini gözlemek için teker teker gözlerimize bakarken, nemli gözleriyle, sallanan incili küpeleriyle konuşmayı sürdürmüş, o bütün bunları terk edip tek göz eve çekildiğinden, bütün dünya sultanları unutuldu ama bak o unutulmadı" demişti.

Mübarek bir gün tahtında uyuyakalmışken büyük gürültüyle uyanmış. Bir adam damda kaybettiği devesini arıyor. Şehzadeyi öfkelendiren adam altta kalmamış. "Senin tahtların üstünde, böyle süslü elbiselerle Allah'ı araman daha mı az acayip de bana kızıyorsun" sözleriyle kalbinin yanması ve her şeyini terk etmesi… Bir çırpıda derken Halepli Senem Hanım'ın katiyeti gösterecek şekilde eliyle dünyayı keserek durdurmasını görmek lazım.

Bir de teatral bir beden diliyle anlattığı olay.

Sarayda verilecek ziyafet için hazırlanmış şatafatlı salonlar. Saray erkânından yahut davetli elitlerden olmayan ama heybetiyle kimsenin sual edemediği adama sormuş İbrahim Ethem:

"Ne istiyorsun?"
"Bu handa konaklamak istiyorum."
"Burası han değil benim sarayımdır."
"O halde bu saray daha önce kimindi?"
"Pederimindi."
"Ondan evvel kimindi?"
"Filan zâtın."
"Ondan evvel?"
"Filan oğlu filanın."
"Bunlara ne oldu?"
"Öldüler."
"Bu nasıl senin sarayın ki biri gelip biri gidiyor, han kapısı gibi."
Çıkıp giden adamın arkasından koşup adını sorunca "Hızır" cevabını almış.

Allah onu Halep'in kıyametinden sakladı

Defalarca gittiğim Şam'da Hızır'ın ayak sesini duymuşumdur hikâyeden kinaye. Bahsettiği Halep çarşısı esnafını bulup doğunun miskinden, amberinden, pırıltılı kumaşlarından almışımdır. Tıpkı bizdeki gibi ceylanlı duvar halıları, bizim kahvehanelerinkiyle aynı desenden çay tabakları. Doğunun kraliçesi lakabını hak eden bir büyü Halep. Hz. Zekeriya türbesinin önünde Hıristiyanlarla yan yana akıttığımız gözyaşı.

Senem Hanım'ın varlığı Halep'in Arap halkının, İslam dünyasının, Mekke'ye uzanan gönül bağlarının temsiliydi. İnsanlığa söyleyeceklerimizin tasavvuruydu. Savaş çıkmadan birkaç yıl önce vefat ettiğinde, küçücük bahçesine eliyle ektiği kokusuz çiçekler bile bir koku bulup kokmaya başlamış. Konuşurken heybetlenen küçük minyon bedenini gözyaşlarıyla defnetmişler, talebesi olan kadınlar, genç kızlar da toprak atmış. Allah onu Halep'in kıyametinden sakladı. O, hikâyelerimizin, kıssa ve menkıbelerimizin, kaderimizin birbirine karıştığı bir kavşak. Halep Kalesi'nde Hz. İbrahim'in halka süt dağıttığı yerde kaldı ruhu. Şehrin adı bu yüzden süt veren manasında…

BİZE ULAŞIN