"Ütopya, akıldışını ve onarılmazlığı ortadan kaldırarak, tarihin son kertesi ve özü olan trajediye karşı çıkar. Mükemmel bir toplumda her tür karşıtlık biterdi; orada iradeler engellenir, teskin edilir ya da mucizevi bir biçimde aynı yöne dönük kılınırdı."
-E.M. Cioran
Çocukluğumdan beri hiç değişmedi bu, saatlerce bir yerde oturup sıkılmadan öylece etrafı izlemek. Annem ilk başta bu durumdan şüphelense de sonraları alışmıştı sessiz halime. Evin bir köşesinde sessizce oturan bir çocuktan hangi anne şikâyet eder ki? Yıllar geçti; sınıfta oturdum, banklarda oturdum, köşe başlarında oturdum, apartman önlerinde, yeni sulanmış dükkân kapılarında, Taksim'de Yapı Kredi Kültür Merkezi'nin önünde, hiç buyur edilmediğim gönül eşiklerinde… Oturdum ve izledim. Yaklaşık iki saattir de Eyüp Sultan Camii'nin dış avlusunda, süs havuzunu cepheden gören bir bankın üstünde sessizce oturuyorum. Gidecek ya da yapacak daha iyi bir işim, yaşayacak daha iyi bir günüm yok. Ancak buraya kadar yetebildim dünyaya, sıfırdan başlayarak buraya kadar getirebildim kendimi.
İstanbul'un, hatta Türkiye'nin çeşitli yerlerinden birçok ziyaretçi uğruyor buraya; zengin, fakir, aç, tok… Hepsi bin bir umut, bin bir şükür, bin bir istekle gelip yüz sürüyorlar mübareklerin nuruna. Tabii bunlar olurken, ânı ölümsüzleştirmek ve bu ziyaretten küçük dijital hatıralar almak için de bol megapikselli cep telefonlarına sarılıyor insanlar. Ağırlıklı olarak kullanılan arka plan, dış avludaki o garip fıskiyeli süs havuzu. Temiz yüzlü abiler ve ablalar yan yana dizilip kameranın o buyurgan tavrına boyun eğip gülümseyerek fotoğraf çektiriyorlar. Etrafta o kadar güzel mekân varken insanların bu fıskiyenin önünde poz vermesi büyük ihtimalle suyun azizliğine ve temizliğine duyduğumuz inanca dayanıyor. Nerede bir deniz, göl ya da akarsu görsek içimizdeki güzele yöneliş devreye girer ve manzaranın güzelliğinden bir nebze de olsa yararlanabilmek için o olmazsa olmaz fotoğrafı çektiririz.
İnsan gün geçtikçe dünyanın rengine bulanır, doğuştan sahip olduğu o beyaz badanalı duvarlar yıllar içerisinde renk değiştirir, sararır, solar. Ama insanın güzelliğe olan arzusu ve merakı hiç bitmez, kaybettiği o güzelliği her zaman ve her yerde arar insan. İşte ütopyalar da insanın ömrü boyunca daha iyiyi, daha güzeli, daha doğruyu arama arzusunun bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve bu iyilik, güzellik ve doğrulukların en tepesinde yer alarak idealize edilmiş kusursuz bir dünyaya ulaşmak için insanoğluna çeşitli imkânlar sunmuştur. Böyle bir dünyaya erişebilmek, köklü değişimler ve yeni düzenlemelere gidebilmek için bir takım formüllerin var olabileceği düşüncesi, ütopya yazarlarının ve düşünürlerinin merakını her dönemde diri tutmuştur. Her şeyin iyi olduğu bir dünya fikri ve merakı aslında çok eskilere dayanır. Milattan önce 2000 yılında Sümer destanı Gılgamış'ta dünyevi bir cennetin tasvirini görürüz. Karganın sesi duyulmaz, ölüm kuşu baykuş ölümü çağırmaz, aslan kükremez, kurt kuzuyu parçalamaz, kumru yas tutmaz, dul yok, hastalık yok, yaşlılık yok, ağlama-dövünme yok. Her şey insanoğlunun istediği gibi.
Peki, kendi dünyalarında arayıp bulamadıkları, eksikliğini hissettikleri şeyleri tasarladıkları hayali dünyada tamamlayan, gerçek dünyada olumsuz gördükleri her şeyi olumlularıyla değiştirerek ideal formlara dönüştürmeye çalışan ütopya yazarları gerçekten de bizleri dünya cennetine kavuşturabilecek mi?
Figüranlar
Ütopya yazarlarının tasarladıkları ideal toplum modellerinden yola çıkarak sosyal hayatı en ince ayrıntılarına kadar düzenleyip yeni bir dünya inşa etme hevesi ile Batı dünyasının öncülüğünde gelişen modernizm anlayışının insan ruhuna ve bedenine öncülük ederek biçimlendirme ve de ulaştığı kesinlikler doğrultusunda bütün insanlığı aynı sürece dâhil edip bir 'dünya vatandaşı' yaratma arzusu bütünüyle paralellik gösterir.
Toplumsal değişim ve dönüşümdeki bu baş döndürücü sürat bir anda bizleri aynı medeniyet modeline bağlı insanlar haline getirdi. Tarihte kendi kulvarlarında, kendi medeniyetlerinin kaderini yaşayan, iyi-kötü kendisine yetmeye gayret gösteren ülkelerin tamamı bugün kendilerine ait olmayan gelişmişlik-geri kalmışlık kriterlerine kendini teslim etmiş ve bu kriterlerin gerektirdiği kalıplara uyum sağlayarak saygınlık kazanma çabasına girişmiş durumdadır. Söz konusu kriterler Batılı ülkeler tarafından belirleniyor ve ellerinde bulundurdukları siyasi, iktisadi, teknolojik ve askeri güçlerle küreselleşme adı altında bütün dünyaya sunuluyor. Fakat küreselleşme projesini (ütopyasını) gerçekleştirme adına yoğun bir gayret sarf eden Batı medeniyeti, sahip olduğu maddi refah seviyesinin küreselleşmesi için kılını dahi kıpırdatmıyor, aksine bu tek kutuplu dünya düzeninin devamı için var gücüyle savaşıyor. Bunun sonucu olarak da gelişmiş Batı ülkelerinin payına; iktisadi, siyasi, teknolojik ve askeri güç düşerken; gelişmemiş ya da gelişmekte olan diye sınıflandırılan ülkelerin payına da futbol müsabakaları, şarkı ve güzellik yarışmaları gibi alanlarda dereceye girme avuntusu düşüyor.
Vardığımız bu noktada Batı modernizmine (ütopyasına) ayak uydurma çabası gösteren ülkelerin kendine has kulvarlarını terk ederek tek kutuplu dünyanın çevre ülkeleri rolünü benimsediklerini ve kendilerine biçilen geri kalmış ülke yaftasına teslim olduklarını; böylece Batı medeniyetinin, dünya egemenliğini ütopik olarak sistemleştirme çabasının başarıya ulaşmış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durumun Batı dışında kalan dünya açısından bir buhrana yol açtığı aşikâr. Satın almaya odaklı, sürekli daha iyisine daha yenisine ulaşmayı amaçlayan, takip ettiği dizi kahramanına benzemeye çalışan, markaların gönüllü vitrin mankenleri yani yeni dünya vatandaşları olarak bizler, modernist ütopyaların yenik ve çaresiz figüranlarıyız. Fakat bize bu sistemi dayatanlarda da durum pek parlak değil.
Batılı ülkeler sahip oldukları bütün ekonomik gelişmişlik düzeylerine karşın; adi suçların en yüksek oranda işlendiği, psikolojik bozuklukların ve hastalıkların en yoğun yaşandığı ülkeler durumundalar. Ahlaki değerlerin çöküşü ile birlikte aile kurumunun uğradığı yıkım nüfus problemlerini de beraberinde getirmiştir. Günümüzde birçok batı ülkesinde nüfus artışı durmuş, hatta ters yönde işleyerek azalmaya başlamıştır.
Modernist ütopyaların çöküşü
Modernist anlayışın temelini oluşturan pozitivist ve materyalist yaklaşımlar güzeli arayan insanın bir tekâmül sürecinden geçtiği, insan aklının sürekli bir gelişme halinde olduğunu ve bu gelişmenin neticesinde gerek tabiatın gerekse toplumsal işleyişin bütünüyle kontrol altına alınarak sorunlardan arındırılabileceği fikrine dayanıyordu. İnsanlığı tabii ve sosyal sorunlardan kurtaracak olan bu gelişim sürecine Batılılar öncülük ettiklerine göre tek çıkar yol bu medeniyetin tecrübelerini ve söylemlerini takip etmek olmalıydı.
İnsanlığı bir 'yeryüzü cennetine' kavuşturacak olan bu gelişim sürecinin kesinliğinden nasıl kuşku duyulmuyorsa, söz konusu süreç içerisinde ortaya çıkan formüllerin toplum hayatına uygulanmasında da hiçbir ihmal gösterilmemeli, taviz verilmemeliydi. Toplum yaşantısı bu ütopik formüllere göre sil baştan dizayn edilecek, sosyal kurumlar vasıtasıyla tepeden tırnağa en ince ayrıntısına kadar yeniden yapılandırılacaktı. Ama işler tasarlandığı gibi gitmedi. Modernizmin Batı dünya egemenliğini sistemleştirmesinin ötesinde bir sonuç getirmemiş ve ne tabii ne de sosyal sorunları çözüme bağlayamamış, aksine tabiatın dengesini bozmuş ve bütün dünyada bitmek tükenmek bilmeyen sosyal ve askeri kaoslara yol açmış olması; yeryüzünün cennete çevrileceği yönündeki ütopik inançları iflas etme noktasına getirmiştir. Bu bakımdan modernizme karşı postmodern tepkinin gelişmesiyle, iflas eden ütopyaların yerini distopya adı verilen ters ütopyalar aldı. Dolayısıyla postmodern söylemin ve distopyacı geleneğin modernizmin sunduğu ütopik rüyaların mezarları üzerinde zemin bularak yükseldiğini söyleyebiliriz.
Baskı ve ütopya
Ümit Meriç'e göre ütopyalar, "Simetri, eğitime olan inanç, tabiata olan düşmanlık, güdümcülük (dirijizm), kolektivizm, her şeyin tersine çevrilmesi ve yalnızlık" prensipleri etrafında birleşmektedir. Ütopyalar mimari ve şehircilikte katı bir simetriyi öngörür, eğitimin tartışılmaz bir gücü olduğuna iman eder, tabiatın yerine rasyonel bir yapayı geçirmeye çalışır, toplumu kendi akışına bırakmaz ve insan üzerinde çok büyük bir sosyal kontrol uygular, bazen aileye kadar uzanan kolektif bir yapı kurar, realitedeki eksiklikleri var olan her şeyi tersine çevirerek düzeltmeyi hedefler, oluşturulan narin yapıyı dışarıdan gelebilecek bozucu etkilerden koruma ve onu minyatür ama her şeyi tamam bir dünya şeklinde lanse etme amacıyla yalnız bırakırlar.
Hiç kuşku yok ki ütopyalar iyi niyetten doğar fakat ütopyaların tasarladıkları bizler için bir belaydı. Çünkü belki de tarihin en büyük ütopyası olan Sovyet Devrimi, özellikle Stalin'in elinde insanlığın en büyük belasına dönüşmüştü. Ama gerçek olan bir şey var ki bela olan sadece Sovyet düzeni değil, mükemmel toplum tasarımını insanlığa dayatan kirli sistemin kendisiydi.
Distopyalar yani ters ütopyalar, ütopyalara verilmiş yanıtlardır. İnsanların hayatlarını kendilerine ait olmaktan çıkartıp onları bir bütünün şuursuz parçaları haline getirirseniz, bütün davranışlarında şahsi inisiyatif kullanabilme hakkını ellerinden alıp doğru olduğuna kendinizce karar verdiğiniz davranışları onlara dayatırsanız ortaya sizin betimlediğiniz gibi bir mutluluk tablosu ve pembe bir rüya değil, işte böyle karanlık bir tablo ve korkunç bir kâbus çıkabilir
Dirijist ve disiplinci yaklaşımların dünyayı sürükleyebilecekleri karanlık koşulları çarpıcı bir şekilde anlatan Orwell'in 1984 isimli romanında insanların sadece yaşantıları değil zihinleri de kontrol altına alınmaya çalışılır. Hatta Big Brother düzeninin koruyucuları, geçmişin somut olarak şu anda mevcut bulunmadığından, yalnızca insanların belleklerinde var olduğundan ve kendilerinin de bu belleklere hükmedebilmelerinden hareketle geçmişi de denetleyebilme iddiasında bulunur. Kitapta kendisini ebedileştirme çabası gösteren korkunç diktatörlük; ortaçağ engizisyoncularından ve 20'nci yüzyılın totaliter rejimlerinden farklı olarak, muhaliflerin maddeten ortadan kaldırılmasıyla yetinmemekte, önce insanların kafasından bu aykırı görüşleri silip sonra cezalandırmadıkça rahat etmemektedir. İnsan zihnini kontrol için her yıl büyük bütçeler ayıran ülkeleri aklımızda tutarak Orwell'in romanından bir alıntı yapalım: "Sana biraz önce geçmiştekilerden farklı olduğumuzu söylemiştim. Biz, zorla boyun eğilmesinden hoşlanmayız. Bize kendi isteğinle uymalısın. Biz, bize başkaldıranları yok etmeyiz. Akıllarını ele geçirip değiştirir, yeniden biçimlendiririz. Ondaki bütün kötülüğü yok eder, onu yalnız görünüşte değil, tüm gönlü ve tüm ruhuyla kendi tarafımıza çeker, sonra öldürürüz."
Ütopya yazarları, sosyal hayatta kusursuzluğu yakalamanın bazı formüllerinin bulunduğuna inanır ve bu formülleri insanlara sunmaya çalışır. Onlara göre insanları mutlu edecek tek renk, tek tarz, tek biçim bellidir. Formül belli olduğuna göre artık bunu aynen hayata geçirmekten başka yapacak bir şey kalmaz. Farklı her türlü uygulama ideal olandan sapma anlamına geleceği için ütopya yazarları tarafından tehlikeli görünür. Onlar, toplum hayatının doğasında var olan çeşitlilik içerisinden tek bir kalıp çıkarmış ve insanlığa mutluluğu ancak bu katı, statik ve monoton yapının getirebileceğini iddia etmiş ve her seferinde başarısız olmuşlardır.