Devlet kültür politikalarında gelecek nesilleri ihya etmek adına ne gibi çalışmalar yapmalı?
Asım Gültekin: Medrese, cami, tekke ve kütüphanenin diriltilmesi en öncelikli iş. Kültür Bakanlığı için bir zihniyet değişikliği şart. Çokları için bu bakanlık Turizm Bakanlığı. Parayı veren düdüğü çalar, kültür sınıfta kalır. Ben, Kültür Bakanlığı camilerde faaliyetler düzenlemeye başlamadığı sürece bir şeylerin bir türlü yerine oturmayacağı kanaatindeyim.
Sistemin AK Partili belediyeler eliyle parlak, mermerden kültür merkezleri, kültür sarayları dikip buraları belediye düğün salonuna dönüşmekten kurtaramayan kültür merkezi açma anlayışına çok karşıyım. Toplumumuzun kültür merkezleri yüzlerce yıl cami, tekke, medrese, köy odaları, kıraathaneler, kütüphaneler olmuştur. Günümüzde Türkiye'de kültür merkezleri, tiyatro, opera salonları birkaç bini geçmezken Osmanlı devri Anadolu'sunda sadece bu rakam yirmi binleri geçiyordu. Osmanlı devrinde kültür merkezleri camiler, tekkeler, medreseler, kütüphaneler idi. Şimdi kültür merkezleri ucube düğün salonu haline dönüşen mekânlar.
Gelecek nesillerin ihyası bana gerçekleşmesi oldukça zor bir ideal olarak görünüyor. Modern insanın içini fakirleştirici tüketim kültürü karşısında derinlikli, nitelikli çabalar çok az karşılık bulmaya sürekli mahkûm. Bir kültür havzası oluşturulmadan her ne yapılsa akamete uğrayan bir çaba olmaya mahkûm. Kültür Bakanlığı'nın böyle bir gündemi var mıdır, sanmıyorum. Bakanlıktaki birkaç gayretkeş insanın vardır muhtemelen.
Kültür Bakanlığı personelinin değişmesi de yapılması istenenlerin başarılabilmesi için şart. Bir bakanlık personeli olmak zaten hantal olma potansiyelini yüksek oranda üzerinde taşıyor olmak anlamına gelirken, yanlış kurgulanmış hantal bir bakanlığın personeli olmanın ne anlama geldiğini görmek için Türkiye'de Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın çalışmalarını incelemek yeterlidir. Sözlerim bakanlıktaki çok gayretli birkaç çalışanın emeklerini hiçe sayıyor duruma düşürmesin beni.
Bu ideale sahip bir çalışma ortaya koyacakların Gençlik ve Spor Bakanlığı ile sıcak ilişkiler içerisinde olması gerekiyor diye bir cümle kuracağım olmayacak. Zira Kültür ve Turizm Bakanlığı şayet bunu yapmaya kalkışırsa dipsiz bir kuyuya kendini fırlatmış olur. Gençlik ile ilgili bakanlığın bugüne kadar kültürle barışık bir gündemi neredeyse hiç olmadı. Kültür Bakanlığı her ne yapmak istese karşılarında böyle bir derdi, ideali, faaliyet tecrübesi olmayan; işi gücü abur cubur işler yapmak olan bir bakanlık bulacaktır.
Kitap okumaya niyeti olmayan insanlar üzerine onların ilgisini çekecek çalışmalar yaparak Kültür Bakanlığı herhangi bir yüksek hedefe ulaşamaz. Popülerlik kaygısı ile bürokrasi birleştiğinde ortaya kurucu bir iradenin çıkması imkânsızlaşıyor.
Kitabevleri noktasında muhafazakârlaşan devlet ve dindar STK'lar, ülkede Doğan Medya Grubu'nun tekelini kıramamaktadır. Sahip oldukları yaklaşımlar ile de bunu kırmaları imkânsız. Bugün hâlâ dindar kişilere ait kitabevlerinde dahi 80'li yılların İslamcı kitabevlerindeki kitap çeşitliliğine, kalitesine ulaşılamamakta. Oysa 30 yılda Türkiye'de bir yılda basılan kitap çeşidi 15 kat arttı. Bu bile 30 yılda nasıl bir gol yediğimizi göstermeye yeter de artar.
Kültür Bakanlığı'ndan minicik iki isteğim var: Kütüphanelerin çalışma saatlerini değiştirmeleri, KPSS'ye, LYS'ye çalışmak için gelenleri içeri almamaları. Bunları yaparsak kütüphanelerde kimse kalmayacak diye korkmasınlar. Kütüphaneleri kütüphane olarak kullanan bir gençlik handiyse yok zaten.
Bir yayıncı olarak, yayın kalitesinin artması, dağıtım, kâğıt fiyatları ve yayınların okura daha fazla ulaşması konularında neler düşünüyorsunuz?
Münir Üstün: Türkiye'de kitap ve dergi sektörüne dair yürürlükte olan ya da uygulama safhasına geçilmiş bir kültürel politikadan bahsedebileceğimizi sanmıyorum. Bazı kültürel sivil toplum kuruluşları, mesleki örgütlenmeler dönem dönem tavsiye ve kaynakça niteliğinde eser ve çalışmalara imza atmış olsalar da, bir türlü köklü bir politikaya dönüştüremedik bu çalışmaları. Uluslararası arenada kültürel pozisyonumuzun nicelik anlamında iftihar edilecek bir noktaya ulaşmış olduğu gayet ölçümlenebilir bir gerçekken, nitelik ve içerik anlamında ciddi eksiklerimiz var. Yetişmiş ve kalifiye, asıl branşı kültür olan, bu yönde çalışmalar yapmak üzere yetiştirilmiş elemanımız yok denecek kadar az. Eklektik bir usulle devam ediyoruz. Oluşturulacak politikaların, bu basit görünen ama yıllar içerisinde derinleşmiş sorunlara radikal çözümler getirebilecek kapsamda ele alınması gerekiyor.
Dağıtım problemiyle birlikte kitap ve kâğıt fiyatları noktasına gelirsek; kitapların pahalı olduğu düşüncesine katılmıyorum. Değerli bir metadan bahsediyoruz. Tabii ki gelir dağılımı vb. konularda sorunlarımız olduğu aşikâr ancak en pahalı kitapların muhtelif kahve evlerinde ödenen hesapların çok daha altında olduğunu düşünecek olursak, istisnasız her gelir seviyesinden insanın cebinde binlerce liralık telefonlar olduğunu hesaba katarsak, kitap neye göre, kime göre pahalı sorusunu sormamız gerekir. Bu önermenin alt yazısı aslında neden kitabın ya da okumanın hak ettiği değeri görmediği sorularının da cevabı: Kitap okumanın çok kıymetli ve ayrıcalıklı bir eylem olduğunu görmezden geliyoruz. Önemini bir türlü anlayamıyoruz, anlatamıyoruz. Bunu söylerken aslında bir özeleştiri de getirmiş oluyorum. Algıların çok farklı bir boyuta evirildiği, beğenilerin, eleştirilerin 20 sene hatta 10 sene öncesinden bile çok farklı olduğu bir dönemin içerisinde, söylemlerimiz ve sunumlarımız bu hıza ayak uyduramadı. Hem herkes okusun, herkes üniversite bitirsin, herkes kültür ve sanatla ilgilensin gibi ucuzcu bir yaklaşımımız var hem de bu 'herkes'lilik içerisinde kalite eleştirisi getiriyoruz. Buradaki tenakuzu görmeden ortaya somut bir çözüm koymamız da mümkün değil. Toparlamak gerekirse, hayır kitaplar pahalı değil, bizim kitaba verdiğimiz değer sorunlu.
Öbür taraftan dağıtım problemi; ithal kâğıt fiyatları, sektör açısından olumsuz bir durum. Birçok sektörün istifade ettiği vergi indirimleri, KDV düzenlemeleri maalesef yayıncılık sektörüne pek isabet etmiyor, bu da ayrı bir engel. Bütün bu etkenler birleştiğinde okurun kitaba ulaşması da zorlaşıyor ama bunun için önce talebin artması gerekir. Yukarıda değinmeye çalıştığım eser, yazar, okur ve yayıncı ekosisteminde algısal kalitenin artırılarak bunun neticesinde içeriğin zenginleştirilmesi ve doğru sunuş tekniklerinin geliştirilmesi gerekiyor. Ben kültür dünyamızı en ufak bir halkası dahi es geçilmemesi gereken ve her bir unsuru birbirine sıkı sıkıya bağlı bir zincire benzetiyorum. Belki ve kuvvetle muhtemel, dünyanın farklı yerlerinde de bu şekildedir. Toplam kalite çalışmaları, Türkiye'deki pek çok sektörün olduğu gibi yayıncılığın da gelişimi için en önemli kaldıraç olacaktır. Bütün bu unsurlar tek tek değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç, her birimizin maddi ve manevi istifadesine olacaktır zaten.
Türkiye'de mevcut kültür politikaları üzerine nasıl bir değerlendirme yapabiliriz? Eksiklikleri, olması gerekenler ve izlenmesi gereken alternatif yollar nelerdir?
Ömer Erdem: Bir kültür politikasından söz edebilmek için özgür, özgün ve bir o kadar da etkin kültür ortamından söz açmak gerekir ilkin. Konularını siyasal tarihinin gerilim ve şiddetinden kurtarıp koruyamamış bizim gibi toplumlarda gerilim, bir yandan imkân diğer yandan da handikaptır şüphesiz. Kültürün üretimi tek tek sanatçılar eliyle gerçekleşirken olumlu anlamda onun 'tüketimi' toplumsaldır ve kültür politikası dediğimiz kavram bu toplumsallıkla bağlantılıdır. Kültür toplumları sivil kültür kurumları ve devlet aygıtlarıyla icraata döker bu politikaları. Özel müzeler, galeriler, büyük yayınevleri, vakıflar mesela. Devlet denildiğinde Almanların Goethe Enstitüsü veya İspanyolların Cervantes Enstitüsü gibi... Her hal ve şartta bu kurumların bağımsız ve özerk olması şarttır.
Türkiye'de, en son Hasan Ali Yücel Klasikleri dizisi vesilesiyle gerçekleştirilen bir kültür politikası var olmuştur. Kaldı ki o proje bugün bile yaşamakta ve çevrilen kitapların çoğu referans değeri taşımaktadır. Bunun sebebi, erken Cumhuriyet'in kendisine hedef seçtiği 'Batılılaşma' projesine sıkı sıkıya bağlılığı ve bu bağlılıkla sağlanan iş uyumudur. Bugün bir kültür projesi sunabilmek için, devletin ontolojik karmaşasının ve günlük politikadan uzak kültürü içselleştirmiş dilinin yerine oturması gerekiyor. Sosyolojik grupların birbirine meydan okuması değil, el uzatması görüntüsüne kavuşması gerekiyor.
Kültür politikası demek, devletin kültüre ve kültür adamına karşı konumlanışı da demektir ki; bizde devlet sanatçıyı, sadece rakip değil aynı zamanda tehlikeli bir varlık olarak görür. Geçmişin defterleri yeterince kirlidir. Gelecek güven verici değildir. Dahası sanat ve sanatçı devletin gölgesine yaklaştıkça silinir ve ezilir, devletse sanatın ve sanatçının çizgisine yaklaştıkça gelişir, yücelir, demokratikleşir. Ne var ki bu adımın atılabilmesi için devletin ontolojik endişe ve korkularından arınması gerekir. Bugün acı olan, kültür adamı görünümlü kişilerin, devletin ontolojisine gıda olmaya teşne gözükmesidir. Kültür başkaldırıdır. Kültür adamı, cümleyi tersinden kurar. Akıl yürütmesi farklıdır. Pragmatizmden beridir.
Kültür yaratımları niyetle değil özgürlükle ve estetik ölçülerle değerlendirilir üstelik. Kültürü, sanatı politikalar, devlet adamları, kurumlar değil özneler yaratır ancak bu öznelerin eser ve görüşlerine müdahale edilmeden mümkünse bir kültür politikası üretilebilir. Böylesi bir görüntüde eksiklikten değil bir büyük yoksulluktan söz edilmeli. İzlenmesi gereken yola gelince, demokrasi, salt bir yönetim kavramı değil sınırları tespit edilemeyen ve herkesi koruyacak yegâne ortak bağlanıştır benim gözümde. Totaliter rejimler de kültür politikaları üretirler ama bu patates üretiminin hesaplanmasına benzer. Türkiye'nin hem asıl meseleleri hem de yumuşak karın noktaları kültür sanat konularında kilitlenir. Bu coğrafyada bulunuşumuz bir medeniyet ve insanlık tasavvurunun yansımasıdır. Tek bu da değil, kendimizden önceki uygarlıkların doğal mirasçısı durumundayız.
Kültür adına cümle kuran, adım atan, proje geliştiren kurumların, yöneticilerin bu çoğul algıyı unutmayıp yaşatmaları gerekir. Bu olmadığı sürece, kültür politikaları tarihin ve toplumsallığımızın özünden sıyrılıp, seçim ve hükmetme çabalarının birer faaliyetinden öteye gidemez. Kültür politikası önce yüzleşmekle başlar. Üleşmek ve üleştirmekle değil.
Son yıllarda başlayan kültürel atılımların kalıcı olması için, hem genel çerçevede hem de görsel ve basılı medyada neler yapılabilir?
Halime Kökçe: Kültür ile devrim bir arada pek yakışık alır kavramlar değil ama şunu biliyoruz; modern Türkiye kültür devrimleriyle kuruldu. Nasıl giyineceğimizden ne dinleyeceğimize, bizi neyin mutlu edeceğinden neyin muasırlaştıracağına kadar pek çok şey kültür alanında yapılan devrimlerle hayata geçirildi. Kültür yeni bir toplum yaratmanın aracı olarak kullanıldı. Bugün 'Beyaz Türkler' dediğimiz elit kesim, işte bu kültürel devrimlere tutunanları, varlığını modernleştirici kültürel devrimlere borçlu olduğunu düşünenleri ifade ediyor. Türkü ile operanın karşıtlaştırıldığı bir zeminde çevrenin, kırsalın, dine dair olan her şeyin ötekileştirildiği bir süreç yaşandı. Bugün içinde yaşadığımız 'karma' kültürel kodlarımız çevre ile merkezin çekişmesinin yarattığı tahribatı da ama bir o kadar da yenişememenin getirdiği zenginliği de barındırıyor.
Ne yapmak gerektiğine gelince; geçmişte yapılanlardan çıkarmamız gereken en önemli ders herhalde ötekileştirmemek olmalı. Yöntem, yok etmek ya da yok saymak değil, zaten var olan malzemeden yeni şeyler mayalayabilmek olmalı. Anadolu mayası böyle bir şey zaten, her katmanında farklı bir medeniyet ve kültür yatıyor. Hepsi bizim. Dışlayarak değil bütün kültürel ürünleri içselleştirerek benimsemek ve üzeri tozlanmış, unutturulmak istenmiş, ortaya çıkmasına mani olunmuş olanı da iade-i itibarla ve belki biraz da pozitif ayrımcılıkla ortaya çıkarmak ve yeni ışkınlar vermesini sağlamak gerek. Müzik, tiyatro, sinema gibi popüler kültür alanına da giren dallarda hak edenin desteklenmesi kuşkusuz çok önemli. Eğitim sistemimizin, edebiyat dergilerinin, bilumum basın yayın organlarının keşfedici, teşvik edici ve destekleyici olması gerekiyor. Çok çok önemli bir husus da ülke zenginlerinin, kültür ve sanat alanında destekleyici olmalarıdır. Bu alanda az sayıda ve belli zihniyetin temsilcisi sayılabilecek isimler öne çıkmakta. Bu isimlerin hem sayısının arttırılması hem de çeşitlenmesi sağlanabilir.
Ayrıca tıpkı sporcu sponsorluğu gibi sanatçı sponsorluğu da kurumsallaştırılabilir. Öteden beri tartışılan kültürel kamuda kimlerin iktidar olduğu meselesi de böylece karşıtlık oluşturulmadan vuzuha kavuşturulabilir. Sosyolojik güç ile mütenasip biçimde edebi-kültürel gücün tezahürüne imkân tanıyacak yaklaşımlar geliştirilebilir.