Kürtler, onlarca yıldır baskı ve zulüm yapan devletin artık var olmadığını ancak PKK’nın ve iş birlikçilerinin devletin bıraktığı boşluğu doldurmaya pek hevesli olduğunu görüyorlar. Anne karnındaki yedi aylık bebeği, evini vermek istemeyen 70 yaşındaki dedeyi öldüren, herkesin gelip geçtiği yolları cephaneliğe çeviren, hastane, okul, yurt yakan, öfke ile sağa sola ateş açan şer şebekelerinin kendilerini korumayacağını çok iyi biliyorlar.
"Dersim, Cumhuriyet Hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti bakımından mutlaka lazımdır. Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak ve uygarlaştırmak suretiyle ıslahata alınmak hayalden başka bir şey değildir. (...) daha fazla geciktirilmeye tahammülü kalmayan Dersim meselesinin bir an önce halli uygun bir ileri görüşlülük olur."
Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in 2 Şubat 1926 tarihli raporundan alınan bu bölüm, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kürt meselesine bakışındaki sorunların kaynağı ile bizi karşı karşıya getiren önemli bir metindir. 1923'te kurulan Cumhuriyet, otoritesini kabul ettirmekte zorlandığı Kürt halkına yönelik olarak en başından itibaren ceberut bir bakış açısı geliştirmiştir. Bu bakış açısı 1935'te Tunceli Kanunu ile billurlaşmıştır. Bu kanunla Tunceli ilini yönetmek üzere hiçbir evrensel hukuk kuralına uymayacak biçimce yasama, yürütme, yargı erklerini kendisinde toplayan bir vali-komutan tayin edilmiş ve Dersim bölgesinde son derece baskıcı yöntemler uygulanmıştır. Bu baskı politikalarının neticesinde önce 1936'da ardından da 1938'de kanlı biçimde bastırılan isyanlar ortaya çıkmıştır. Devletin Kürtlerle, Kürtlerin de devletle ilişkisi bu travmatik tecrübeler eşliğinde şekillenmiştir. Devlet Kürtlere karşı daima sert, Kürtler de devlete karşı daima güvensiz bir ruh hali içindeyken her iki taraf da birbirini inkâr etmiştir.
1980 darbesinden sonraki yıllar devletle Kürt halkı arasında gerçek bir sevgisizliğin oluştuğu yıllar olmuştur. Bir yanda baskı ve inkâr politikaları, diğer yanda Diyarbakır Cezaevi'ndeki sistematik işkence vb. uygulamalar devletle Kürt halkının arasındaki uçurumu iyice derinleştirmiştir. Böylesi bir ortamda doğan PKK ilk büyük eylemini 1984 yılında Eruh'ta gerçekleştirerek Kürt halkını devletin baskıcı politikalarından koruma iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
Sonraki on yıllar PKK'nın vurkaç taktikleriyle eylemler yaptığı, devletin de sert şekilde bu eylemlere cevap verdiği yıllar olmuştur. Devlet bu yıllarda PKK ile mücadele ederken Kürt halkı ile örgüt arasında gerçek bir ayrım yapma yeteneğini gösterememiştir. Zira gerek Cumhuriyet'in kurucu kadroları gerekse sonraki yıllarda oluşan bürokratik gelenek bu ayrımı yapabilecek felsefi birikimden ve demokratik kültürden yoksundur. Cumhuriyet ideolojisinin katı milliyetçilik söylemi ve Kürt isyanlarının yarattığı travma ile malul devlet, Kürt vatandaşı ile bir türlü barışamamıştır. Bunun sonucunda uzun yıllar süren OHAL uygulamaları, köy yakma ve boşaltma olayları, faili meçhul cinayetler, kültürel hakların inkârı türünden doğrudan Kürt halkına zarar veren uygulamalar hayata geçtikçe, Kürt halkı da kendisini ceberut devletin zulmünden koruması umudu ile terör örgütüne bel bağlar halde bulmuştur. Bir tarafta ceberut devlet, diğer tarafta eli silahlı bir örgüt arasında sıkışan Kürt halkı, kendisini bu sıkışmışlıktan kurtaramadığı için yıllarca süren terörle mücadelede bir türlü sonuç alınamamıştır.
2000 sonrasında Kürt meselesi
Ne var ki 2001 yılında iktidara gelen AK Parti ile Kürt meselesi için yeni bir dönem açılmış oldu. Cumhuriyet tarihinde ilk kez Kürt meselesinde bagajı olmayan, katı milliyetçi anlayıştan uzak ve Kürtlerin tecrübe ettiği inkâr ve baskı politikalarını başka biçimde tecrübe etmiş bir kesim, AK Parti eliyle iktidara geliyordu. AK Parti'nin iktidara gelişi cumhuriyetin kurucu felsefesi içinde demokrasi ve insan haklarına uygun olmayan yönlerin revize edilmesi, dışlanan toplum kesimlerinin sisteme dâhil edilmesi anlamında bir fırsattı. Bu fırsatı değerlendiren AK Parti elitleri ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan demokratik açılım adı altında pek çok farklı toplum kesiminin sorunlarını gündeme getirirken Kürt toplum kesiminin sorunlarını en üste koymuştu. Başta kültürel haklar konusundaki eksikliklerin giderilmesi olmak üzere inkâr ve baskı politikalarını bitiren yeni yönetim anlayışı Kürtlerin eşit vatandaşlığı temeline dayanıyordu ve 'Çözüm Süreci' adı altında temayüz etmişti. Recep Tayyip Erdoğan 11 Ağustos 2009'da yaptığı grup toplantısında süreci şu sözlerle ifadelendirdi:
"Bizim niyetimiz son derece halis… Gencecik fidanların, delikanlıların, ana kuzularının sararıp solmasına artık tahammülümüz yok. Ağıtlara tahammülümüz yok. Annelerin gözyaşlarına, evlat acısına, feryat-figana daha fazla tahammülümüz yok(…) Biz artık Botan Çayı'nda serinlemek, Zap Suyu gibi coşmak, Dicle, Fırat, Murat gibi barışa, kardeşliğe akmak istiyoruz. Derdimiz bu. İstiyoruz ki Munzur dağlarında hep birlikte kardelenler toplayalım. Cudi Dağı'ndan yediverenler, Ağrı Dağı'ndan çiğdemler dermek istiyoruz. Ülkemin yedi coğrafyasından derilmiş çiçekleri, ülkemin annelerine, o tertemiz yüreklere vermek istiyoruz."
2010 yılında hız alan süreç karşılıklı görüşmeler eşliğinde devam ederken PKK'dan beklenen en önemli görev silahları bırakması ve sınır dışına çekilmesiydi. Bu süreçte hükümet son derece yumuşak politikalar izleyerek Kürt halkının güvenini ve sevgisini kazanmayı başarırken, PKK'nın kendisinden bekleneni yapmakta son derece isteksiz olduğu dikkatlerden kaçmıyordu. Ne var ki devlet süreci yine de ilerletiyor ve PKK'ya dönük son derece müsamahalı bir politika izliyordu.
Suriye iç savaşı ve Kürt meselesi
Tüm bunlar yaşanırken 2011 yılında Suriye'de bir iç savaş patlak verdi. Bu iç savaş ortamı PKK'nın yıllardır aradığı fırsatı ayağına getirmiş, bağımsız bir Kürt devleti arayışı için umut ışığı olmuştu. Ne var ki PKK bu niyetini devletten gizlemeyi ve barış süreci içerisinde görünmeyi tercih etti. 2014 yılına gelindiğinde Suriye'deki gelişmelerin tırmanışa geçmesini fırsat bilen PKK, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı yeni bir savaş başlattı. 'Askeri yol', 'askeri baraj' gibi anlaşılmaz sebepler öne sürerek savaşı başlatan PKK'ya, Suriye'de bağımsızlığını ilan eden Kürt kantonlarıyla birleşme fikri önemli bir motivasyon sağlıyordu.
Ne var ki Kürt halkı Çözüm Süreci'ne ikna olmuş ve moda tabirle barışı satın almıştı bir kez. PKK'nın ise Kürt halkını, tam da onlarca yıl süren acıların bittiğine dair umut dolu oldukları bir dönemde yeniden savaşa ikna etmesi gerekiyordu. Bu süreçte yardıma, DAEŞ tarafından Kobani'ye yapılan saldırılar yetişti. Kobani üzerinden Kürt halkını mobilize etmek görevi ise HDP'ye ve onun liderlerinden Selahattin Demirtaş'a verildi. Kürt halkını öldüren caniler olarak DAEŞ'in AK Parti desteği ile hareket ettiğine dair çizilen resimle, aslında Kürt halkının devletle ve barış süreci ile bağları koparılmak isteniyordu. Bu, bir oranda başarılı oldu ve 7 Haziran seçimlerinde Kürt halkı AK Parti'ye en az desteği verdi. Yine başka toplum kesimlerinin de desteği ile ilk kez olmak üzere HDP'nin seçim barajını aşarak meclise girmesini sağladı. Bu durum Kürt halkı ile devlet arasında ilk defa kurulan bağların kopuşu ve güvenin tahrip oluşu anlamına geliyordu.
7 Haziran'dan sonra
7 Haziran seçimlerinden sonraki hikâye bambaşka bir hikâyeydi. HDP eliyle inisiyatifi PKK'nın eline bırakan Kürt halkı bu süreçte PKK'nın ceberut yüzü ile filtresiz olarak karşı karşıya gelmiş oldu. Mecliste temsilcisi olan bir Kürt halkının artık terör üzerinden meşruiyet aramasına gerek olmadığına inanan insanlar derin bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Zira PKK gözünü Türkiye dışına, Suriye'ye dikmiş ve buradan koparacağı toprak parçası üzerinden hesaplar yapmaya girişmişti. Buna müsaade etmeyeceği aşikâr olan Türkiye Cumhuriyeti ile barış müzakereleri yapmanın da anlamı kalmamıştı. Bu nedenle PKK eylemlerine daha da hız verdi ve şehirlere inerek daha yıkıcı bir strateji izlemeye başladı. Gayesi bir seçim hükümetiyle yönetilen devleti iyice köşeye sıkıştırmak ve hedeflerine daha kolay ulaşabilmekti. Bu süreçte meclis çatısı altında yer alan HDP'ye PKK'nın eylemlerinin halkla ilişkiler ve uluslararası ilişkiler stratejisini yürütme görevi verildi. PKK şehirleri savaş alanına çevirirken HDP sürekli barış ve özgürlük vurgusu yaparak kamuoyunu ikna etmeye çalıştı. Ancak bu süreçte Kürt halkı yeniden büyük bir baskı ve zulüm ortamının içinde kaldı. Bir kez daha ortalık kan gölüne dönüyordu ve bu, devlet Kürt halkı ile ilk defa barışmışken ve onlar da barış olsun diye meclise bir parti göndermişken yaşanıyordu. Kürt halkının bu duruma itirazı 1 Kasım seçimlerinde HDP'nin oylarının düşmesi, AK Parti'nin oylarının yükselmesi ile kristalize oldu. Yaşananları içine sindiremeyen ve itiraz etmeye başlayan Kürtler terör örgütü lideri Karayılan'ın şu sözleriyle bir kez daha sarsıldı:
"Artık anlaşılmıştır ki halk yanımızda yer almıyor, desteği bize değil askere veriyor. Acımayın, aldanmayın, akıllı hareket edin ve ayrım yapmayın. Evleri, okulları, hastaneleri yerle bir edin. Ambulansları hareket ettirmeyin, hedef alın vurun."
Ardından da KCK başkanı Bese Hozat'ın açıklamaları geldi:
"Türkiye metropollerinde yaşayan milyonlarca Kürt, Türkiye metropollerinde ayaklanmalı ve isyana kalkmalıdır. Türkiye'yi yangın yerine çevirmelidirler. Türk ve farklı etnik kökendeki gençler de aynı şekilde ayağa kalkmalıdır. Hem Kürdistan'da hem Türkiye'de. AKP'ye ait binalara ve yerlere saldırı meşrudur. Bu anlamda AKP'ye ait her şeyi yakıp yıkmalılar. Kürdistan ve Türkiye'de bu katliam politikalarını destekleyen ve içinde yer alan tüm güçler hedeftir."
Yeni paradigma
Terör şebekesi mensuplarının ve ona destek olan odakların anlamakta zorlandığı şey şu. Kürt halkı artık savaştan, ölümden ve zulümden bıktı usandı. 30 yıldır süren bu kavgada Kürt halkı hiçbir zaman kazanan tarafta yer almadı. Tarihin bu dönemecinde Kürt halkı ve diğer tüm toplum kesimleri yeni bir toplumsal sözleşme ile ülkenin asli unsurları olarak kenetlenmenin eşiğinde duruyorlar. Öte yanda kendi küçük devletlerini yaratmak için onları feda etmek isteyen muhterisler ise fırsat kolluyorlar.
Kürtler, onlarca yıldır baskı ve zulüm yapan devletin artık var olmadığını ancak PKK'nın ve iş birlikçilerinin devletin bıraktığı boşluğu doldurmaya pek hevesli olduğunu görüyorlar. Anne karnındaki yedi aylık bebeği, evini vermek istemeyen 70 yaşındaki dedeyi öldüren, herkesin gelip geçtiği yolları cephaneliğe çeviren, hastane, okul, yurt yakan, öfke ile sağa sola ateş açan şer şebekelerinin kendilerini korumayacağını çok iyi biliyorlar. Öte yandan devletin 30 yıldır terörle yaptığı mücadelede kendi kendisini sorguladığını, vatandaşı ile şer odaklarını ayırma kapasitesine sahip yeni bir ruh halinin ortada olduğunu ve devletin ilk defa bu ruh hali ile silkelenip başta Kürt halkına zulmeden terör örgütünün karşısına dikildiğini görüyorlar. Yavrusunu her türlü kötülükten korumak isteyen bir annenin içgüdüsünü devletin gözlerinde görüyorlar ve bu onlara yeterince güven telkin ediyor. Diğerlerinin vadettiği ölüm ve zulümden çok daha güzel bir duygu bu…