Tahir Elçi eski devletin gadrine yeterince uğramıştı, evet. Fakat PKK’nın da ondan pek hazzettiği söylenemez. Barışçı biriydi. Sorunların demokratik yöntemlerle, diyalog yoluyla çözüleceğine inananlardandı. Böyleleri, savaştan medet umanlar tarafından pek de makbul bulunmazlar. Çatışanların yükseltmeye çalıştığı savaşçı dili yumuşatmalarından hoşlanılmaz…
'Dava insanı diye bir insan tipi varsa bu tanımı tam da Tahir Elçi hak ediyor. Cizre'nin bir Kürt köyünde doğup ikinci dili Türkçeyle ilkokulda tanışan Elçi, Kürtlüğün getirdiği bütün zorlukları yaşayıp ama o zorluklarla mücadele etmekten ömrü boyunca vazgeçmemiş tam olarak bir dava insanıydı. Buradaki 'ömrü boyunca' sözü bir klişe olarak söylenmiş değil. Gerçekten de Dört Ayaklı Minare'nin ayakları dibinde öldürüldüğü son dakikaya kadar, tüm ömrü boyunca Kürt meselesinin çözümü için kafa yormuş, harekete geçmiş, aralıksız mücadele etmiş bir isim.
Öldürüldüğü gün, İstanbul'da Democratic Progress Institute (DPI) organizasyonuyla düzenlenen çatışma çözümü konulu bir toplantıda, aynı konuda çalışan başka arkadaşlarıyla birlikte bulunuyor olacakmış. Fakat o, az sonra ölüme gideceğinden habersiz, Diyarbakır'ın yüreğindeki tarihi minareye hasar veren çatışmaların, hendeklerin, operasyonların durması için, 15-20 arkadaşıyla birlikte ses çıkarmak üzere kalmaya karar vermiş. Kalmayıp da gitse o gün ölmeyecek, gittiği toplantıda yine Kürt meselesinde çatışmanın çözümü için çabalıyor olacaktı.
1990'lı yılların ağır savaş koşullarında, derin devletin acımasız uygulamalarına karşı hukukçu kimliğiyle mağdurların yanında yer aldı. 92'deki 'avukatlar operasyonu'nda kendisi de tutuklanıp cezaevine girdi, işkence gördü. AİHM'de 'Elçi ve diğerleri' başlıklı ve Türkiye'nin ceza aldığı bir dava görülmüş olduğunu hatırlatalım.
Ne İsa'ya, ne Musa'ya
Tahir Elçi eski devletin gadrine yeterince uğramıştı, evet. Fakat PKK'nın da ondan pek hazzettiği söylenemez. Barışçı biriydi. Sorunların demokratik yöntemlerle, diyalog yoluyla çözüleceğine inananlardandı. Böyleleri, savaştan medet umanlar tarafından pek de makbul bulunmazlar. Çatışanların yükseltmeye çalıştığı savaşçı dili yumuşatmalarından hoşlanılmaz. Ermeni meselesinde Hrant Dink örneğinde olduğu gibi. Çıkarı savaşta olanlar barışçıların ortalıkta dolaşmasını istemez.
Nitekim 7 Haziran seçimlerinin ardından tekrar çatışmaya dönen PKK da hoşlanmadı Elçi'den. Bunun çok açık kanıtlarından birini, 9 Eylül 2015'te, Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanan, M. Delila (Cemil Bayık) imzalı 'KDP, Bakur'daki devlet saldırılarını cesaretlendiriyor' başlıklı yazıda görebiliriz. M. Delila, yazıda devletin Kürtçe kanalı TRT Kurdi'den (yazıda TRT 6 deniyor), KDP'ye kadar çok sayıda kişi ve çevreyi 'Kürt Özgürlük Hareketi'ne düşmanlık' yapmakla suçluyor. Sık sık ağır ithamların yer aldığı yazıda şu cümle yazının ruhunu yansıtması bakımından dikkat çekici:
"AKP içinde kendine Kürt diyen Orhan Miroğlu, Muhsin Kızılkaya, Galip Ensarioğlu gibi soysuzlar tarihin en büyük ihanetçisi olarak tarihteki yerlerini alacaktır."
'Makbul Türk' tanımı yapan Kemalist söyleme ne kadar benziyor değil mi? Kendi yaptıklarını sorgusuz sualsiz onaylamayan herkesi ihanetle suçlayan yazar Tahir Elçi'ye de 'ağzının payını' veriyor:
"En son Cizre'ye giden Amed Baro Başkanı'nın açıklamaları da şaşırtıcı olmuştur. AKP'nin saldırısına karşı tutum alacağına, kültürel soykırımcı devletin Kürdistan'daki zulmünü göreceğine, Kürt halkının en meşru ve haklı demokratik özerklik ilanına karşı çıkarak AKP politikalarına ve devletin Kürt halkına saldırmasına meşruiyet zemini yaratmıştır.
Amed Baro Başkanı da kendi halkının demokratik özerklik kararını asayişi bozma olarak görmektedir. 'Asker ve polis demokratik özerklik ilanına karşı girişim yapabilir. Bizim isteğimiz bu yapılırken kimse ölmesindir' diyerek saldırıları meşrulaştırmıştır. Bir Baro Başkanı böyle düşünürse, Türkiye devleti de birkaç gün sonra saldırarak asayişi sağlamaya çalışır.
Saldırıların yapılmasını Türkiye devletinin kültürel soykırımcı kafası ve uygulaması olarak göreceğine, kazılan hendekleri saldırı gerekçesi olarak göstermiştir. Böylece de saldırılarını meşrulaştırmıştır. Bir Baro Başkanı böyle derse, asker ve polis de Cizre'ye saldırarak asayişi sağlama adına öldürmeyi de yaralamayı da meşru görür."
Yani Tahir Elçi, hendeklerin güvenlik güçlerinin müdahalesine yol açacağını, yeni ölümler olmasını istemediğini söylediği için, asker ve polisin 'öldürme ve yaralamalarına meşru zemin' hazırlamış ve sırf bunu söylediği için "AKP politikalarına ve devletin Kürt halkına saldırmasına meşruiyet zemini yaratmış" oluyor. Böylece bir anda, ismi ağza alınmaya değmez (ismini kullanmak yerine dört kere "Baro Başkanı" demiş), kıymetsiz bir nesneye dönüşüveriyor.
Bu zihniyetle herhangi bir fikri tartışmaya girmek mümkün mü? Kandil'in bir numarasından gelen bu açık tehdide direnmek kolay mı? PKK hareketini yakından izlediğine kuşku duyamayacağımız Elçi, o yazıyı okumuştur büyük ihtimalle. Okumamışsa bile buradaki uyarılar kendisine 'münasip bir vasıtayla' iletilmiştir.
Elçi'nin PKK'ya bakışını ve ona (üstelik de Diyarbakır gibi bir yerde) 'kafa tutmanın' ne kadar zor olabileceğini gösteren bir örneği de ölmeden önce Aydınlık gazetesine verdiği bir röportajdan okuyalım.
"Şimdi Kürt halkına bütün istediklerini verdik diyelim. Tabii bağımsızlık dışında... PKK silahı bırakır mı?
Bence bırakmaz. Çünkü varlığı silaha dayalı bir örgüt. Silah gitti PKK bitti. Yani rant bitti. Siz olsanız bırakır mısınız? Bırakmazsınız. Bir de biraz önce söyledim ya Kürt aydını buradan besleniyor diye. Varlığı Kürt'e bağlı diye. PKK burada kayıt dışı ekonomiyi de elinde tutuyor. Silah kaçakçılığından al da, sigara kaçakçılığına kadar... Bu büyük bir ekonomik gelir PKK için.
Kürt halkı bu yanlışları görmüyor mu? Görüyorsa neden hâlâ destekliyor?
Kürt halkı bunları tabii ki görüyor. Çünkü barikatlar yüzünden, silahlar yüzünden çocuğu okula gidemiyor. Kendisi işe gidemiyor. Bunları açık açık görüyor. Eleştirirsen dışlanıyorsun ya da yok ediliyorsun. Bir de bu tarafı var bu işin. Çaresizlik var bir taraftan da. Destekliyor evet çünkü alternatifi yok bu topraklarda PKK'nın."
Aydınlık muhabiri, röportajdan sonra Elçi'yi, bu söylediklerini canlı yayında tekrarlamak koşuluyla Ulusal Kanal'a da davet ediyor. Elçi'nin cevabı:
"Her şey her yerde söylenmez. Eğer söylersen her şeyi göze almak zorundasın demektir. Yapacak daha çok işimiz var İlyas Bey. Ama bir yolu bulunup ima edilir" oluyor.
Dört ayaklı minarenin altında bir yolunu bulup 'ima' etmişti Elçi. Yanında kendisi gibi 'ima etmeye' cesaret edebilen 15-20 arkadaşı daha vardı. Çatışmalarla tahrip edilen tarihi bir minareyi bahane ederek aslında örgüte seslenmeye cüret eden bir avuç insan.
Öte yandan, ölümünden yaklaşık bir buçuk ay önce, CNN Türk'te, katıldığı programda "PKK terör örgütü değildir. Silahlı bir siyasal harekettir" dediği andan itibaren, PKK'ya karşı olan tüm çevreler tarafından da hedef tahtasına kondu. Programda karşısında oturan, MHP milletvekili Uygar Aktan'ın ısrarlarıyla sarf ettiği bu sözler nedeniyle kısa süre sonra, hem de Diyarbakır Barosu'nun adli hizmet binasında, gecenin ikisinde gözaltına alındı. Dava açıldı ve 7,5 yıl hapis istemiyle hâkim karşısına çıktı. Tabii alışık olduğumuz biçimde, bu uygulama öncesinde Elçi'ye birkaç gün boyunca manevi linç uygulanmıştı. Tahir Elçi her iki tarafa da yaranamamıştı. Hâlbuki uzlaşma zemini arayan, kan dökülmesinin önüne geçmeye çalışan bir hukukçuydu.
Peki, kim öldürdü?
Cinayetin adli boyutu henüz (bu yazının kaleme alındığı güne kadar) aydınlanmış değil. Karanlıkta kalan noktalar var. Fakat benim ilk izlenimlerim, sanki bu çatışmanın ortasında bırakılıp meydana gelen kargaşada öldürülmek istenmiş olabileceği yönünde. Böyle düşünmeme sebep olan iki temel nokta var (diğer noktaları cinayetten iki gün sonra Serbestiyet'te, 'Tahir Elçi cinayetinde karanlık noktalar' başlığıyla ele aldım).
Birincisi, cinayetten birkaç dakika önce bir taksiden, iki polisi vurup Elçi'nin bulunduğu sokağa giren iki PKK'lının neden tam da o saatte, o sokak başında olduğu. O taksi yoldan geçip giderken o noktada durdurulmuyor. Kenara yanaştığı sırada (önceden ihbarı almış olan) polisler araca hızla yaklaşıp kapısını açmaya yelteniyor ve içeriden açılan ateşle vuruluyorlar. Yani şahıslar, bellerindeki silahlarla zaten orada inecekler.
Hatta sonradan gözaltına alınan taksi şoförü (ki polisle irtibat halinde olduğu anlaşılıyor) ifadesinde, para bozdurma bahanesiyle şahısları daha ileride (polislerin bulunduğu noktada) indirmeyi teklif ediyor. Fakat şahıslar verdikleri 50 TL'nin üstünü almaktan vazgeçip alelacele orada inmek istiyorlar. Adeta Elçi'nin basın açıklaması bitmeden yetişmeye çalışıyorlar.
Nitekim İçişleri Bakanlığı açıklamasında:
"… açık kimliği tespit edilen bir bölücü örgüt mensubunun ticari bir taksi ile 28. 11. 2015 Cumartesi günü saat 10.30 sıralarında Kayapınar Caddesi'nden hareketle Diyarbakır Sur bölgesine eylem amaçlı gittiği öğrenilmiştir… muhtemel bir eyleminin önlenmesi amacıyla tüm birimler uyarılmıştır."
'Sur bölgesinde eylem'. Nerede? Basın açıklaması yapılan sokağın başında. Ne zaman? Tam açıklamanın yapıldığı saatlerde. Eğer taksi, mobese görüntülerinde bizim duymadığımız bir polis anonsuyla durdurulmuşsa keşke orada değil de başka bir yerde durdurulsaymış diyesi geliyor insanın. Ne de olsa bir gün önce üç polisi yaralamış ve 'Sur bölgesinde eylem' hazırlığında olan kişilerden söz ediyoruz. Ama böyle olmamış. Şahıslar o sokağa planlı olarak gidiyor.
İkinci nokta ise, PKK'nın olay yeri incelemesine engel olmaya çalışması. Bu duruma kimse yeterli bir açıklama getiremiyor. İçişleri Bakanlığı açıklamasına göre, cinayet günü saat 14:30 sıralarında savcı, olay yeri inceleme ekipleri ve avukatlar olay yerine doğru yola çıkıyor. Fakat bölgenin güvenliğini sağlamaya giden ekiplere beş ayrı noktadan roketler atılıyor ve uzun namlulu silahlarla ateş açılıyor. Bir zırhlı aracın geçişi sırasında, tuzaklanmış bomba patlatılıyor ve dört polis yaralanıyor. İnceleme yarım kalıyor. Sonraki günler boyunca da olay yeri incelemesi aynı yöntemle defalarca kez engelleniyor.
Adeta delillerin karartılması için özel çaba harcanıyor. Eğer PKK Elçi cinayetini devletin işlediğini düşünüyorsa neden delilleri sonsuza kadar karartacak böyle bir hamleyi gerçekleştiriyor? Oysa olayın ertesi günü çıkan Özgür Gündem'in manşeti 'Amed'in Ortasında Saray Kurşunu' idi. O halde 'Saray'ın cinayetini mi örtbas etmek istiyorlar? Yoksa başka bir iş birliği ile işlenmiş cinayetin delillerini mi karartmak istiyorlar?
Bu cinayet ister PKK'nın hendeklerinden açılan ateşle, ister önceden planlanmış ve 'derin' bir iş birliğiyle PKK'yla ortak biçimde, ister tamamen tesadüfi bir kaza kurşunuyla işlenmiş olsun; değişmeyecek bir gerçek var. Eğer PKK çözümden vazgeçip çatışmayı yeniden başlatmasa, o gün polislere saldırıp ikisini öldürmemiş olsa, Elçi ölmeyecekti. En azından o gün ve o şekilde ölmeyecekti. Asli sorumlu, çatışmaları başlatan PKK'dır.
Elçi'nin ölümüyle asıl kaybeden barış taraftarları oldu. Hem böyle sembol bir isimden mahrum kalmakla, hem de geride kalanlara verilen 'PKK'yı eleştirirseniz sonunuz bu olur' mesajıyla. O mesaj Elçi'nin ölümünden sonra çok daha sık ve pervasızca verilir oldu. Kandil'den her gün 'hendekleri eleştireni barındırmayın' fetvaları veriliyor. Demirtaş hendek siyasetini eleştirenleri 'AKP yalakası', 'Erdoğan seviciler' diye daha bir rahat tehdit ediyor artık.
Cesur bir adamdı Elçi. Bunlara kulak asmıyordu. 2015 Newrozu'na katılmak üzere İstanbul'dan yola çıkıp Diyarbakır'da biten bir Barış Treni yolculuğu yapmıştık. Diyarbakır'a girmeden bir gün önce HDP liderliği, bir miting alanından bizleri hedef gösteren açıklamalar yaptı. Ertesi gün Tahir Elçi trende bize destek ziyaretine geldi. Basın önünde bizimle fotoğraf verdi. O tehdide aldırmadı ve barış için gelen aktivistleri tereddütsüz destekledi. Trende bütün geceyi tedirgin geçirmiş olan genç barışseverler, onun gelişiyle büyük bir moral buldular. Tahir Elçi o anda onların ruhunu sonsuza kadar değiştirmişti. Savaş çığırtkanlarını gelecekte kimse anmayacak. Ama Tahir Elçi'nin dost eli sonsuza kadar barışseverlerin omzunda kalacak.
CENGİZ ALĞAN KİMDİR?
Gazeteci, yazar.