Oğlumun doğumundan yaklaşık 10 gün sonraydı. Banyodaki aynaya bakarken bulmuştum kendimi. Hani çok yoğun bir tempoda çalıştığınız, koşturduğunuz bir hafta olur, hem bedeniniz hem de zihniniz öyle yorgundur ki sizi motive eden tek şey hafta sonu olur. O gün uzun uzun dinleneceğinizi, keyifli bir kahvaltı yapacağınızı hatta evden hiç çıkmayıp bütün günü boş boş geçireceğinizi hayal edersiniz ya, işte öyle bir haftanın içindeydim sanki. Sonra o aynaya bakıp şunu dediğimi hatırlıyorum; "O hafta sonu hiç gelmeyecek sanırım…"
Şimdi düşününce yüzümde kocaman bir gülümseme oluyor. Evet, öyle bir hafta sonu bir daha hiç gelmedi. Gelmedi çünkü bir kere anne olunduğu zaman bir daha geriye dönmek asla mümkün olmuyor. Ama çok daha farklı ve çok daha güzel hafta sonlarım oldu, binlerce kez şükrettiğim…
Peki, hepsi bu mu? Yani anne oldum ve her şey daha da mı güzelleşti? Hayır, pek de öyle sayılmaz. O zaman yazının bundan sonraki kısmına madalyonun diğer tarafıyla devam edeyim.
Geleneksel toplum içinde kadını, anneliğinden ayırarak tanımlamak çok zor. Bir kadın anne olmamayı seçtiğinde ya da fizyolojik olarak anne olamadığında genel anlamda bir eksiklik ya da bir yetersizlik hâli atfedilir. Sürekli anneliğin ne kadar özel ve ne kadar muhteşem bir duygu olduğu anlatılır ve insanların bu duygudan muaf olmaları bir acınma sebebi hâline gelir.
Evlenme yaşını geçtiği düşünülen genç kızlar için bile en büyük endişe kaynağı, "Ne zaman çocuğu olacak?" sorusunun cevabı olur. Hatta içinde sıkıntılar barındıran bir evliliğe çare olarak kadının anne olması, aileye bir bebeğin katılması bile uygun görülür. Peki, kadının bir çocuğunun olması yeterli olur mu? Genellikle hayır. Arkasından "İkinci ne zaman? Ama arayı çok açmayın" gibi söylemler başlar. Kısaca bir kadın ne kadar çok anneyse, etrafındakiler o kadar rahatlarlar.
Madalyonun öteki yüzü
Öte yandan kimse uykusuz gecelerden, en az iki yıllığına ortadan kaybolan sosyal hayattan, hamilelik, doğum ve doğum sonrası ortaya çıkacak muhtemel sağlık sorunlarından, bozulan sinirlerden ya da karmakarışık olan duygusal ve hormonal sistemden bahsetmez. Aslında tam da burası, madalyonun diğer tarafıdır.
İngiliz çocuk doktoru, psikiyatr Donald Winnicott ve Bulgar asıllı psikanalist, felsefeci Julia Kristeva bazı yazılarında anne-çocuk ilişkisindeki olumsuz taraftan bahsederler. Yani bir annenin çocuğuna öfkelenmesini gerektirecek bazı sebepleri olabileceğinden… Mesela, hamilelik ve doğum, annenin bedeninde hayati bir tehlikeye neden olabilir. Hamileliğin son ayları ve doğum sonrası en az iki sene, annenin sosyal düzeni tamamen çocuğuna göre şekillenmek zorunda kalır. Programını bebeğin uykusuna, beslenmesine ya da sağlığına göre ayarlar. En zor kısmı da, annenin çocuğuyla ilgili yaptığı ya da yapmadığı her şeyden dolayı kendini sorumlu hissetmesi ve bunun sonucunda da kendini suçlamasıdır.
Kristeva, bütün bu olumsuz duygularla başa çıkmayı sağlayan şeyin, annenin bebeğine olan tutkusu olduğunu söyler.
Bu tutkunun içinde hem nefretin hem de sevginin barındığını ifade eder. Yani aslında anneliğin tamamıyla sevgiden, hoşgörüden, mutluluktan ibaret olmadığını, içinde öfkenin, uzaklaşma arzusunun ve yorgunluğun da olabileceğini anlatır. Yani bir anne çocuğunu "sadece" büyük bir tutkuyla sevmez aynı zamanda ona öfkelenebilir de…
Bir anne olarak eminim bütün kadınlar bu olumsuz duyguların hepsini hissederler. Fakat sıkıntı, bunu ifade edemedikçe ortaya çıkar. Çünkü annelerden beklenen, çocuklarına karşı sonsuz bir sabırla, hoşgörüyle ve teslimiyetle yaklaşmalarıdır. Bu beklentiye göre anneler çocuklarına kızmamalıdır, sinirlenmemelidir, çocuklarından gelen ne varsa sevgiyle karşılamalıdır.
"Anneliğe aykırı" duygular
Aslında bu, annelikle beraber kısmen otomatik olarak da gelir. Bir annenin çocuğuna olan sabrı, hoşgörüsü başka hiçbir ilişki biçiminde görülmeyebilir. Ama bu, annenin hissettiği öfke gibi bir duyguyu yok sayıp tamamen çocuğu için yaşaması gerektiği anlamına da gelmez. Evet, annelik zaman zaman öfkeyi, zaman zaman uzaklaşma isteğini ve büyük oranda da suçluluğu barındırır ve bu normaldir. Ama geleneksel sistem, bu duyguları "anneliğe aykırı" olarak değerlendirdiği için anneye yakıştırmaz.
Çevre tarafından onaylanmayan bu duygular bastırıldıkça, hiç olmadık bir yerde, hiç olmadık bir zamanda, çocuğun ufacık bir hareketiyle kocaman bir alev topu şeklinde ortaya çıkar ki bu, anneyi sonrasında daha da suçlu hissettirir.
Bir anne, eşine, arkadaşına hatta kendi annesine olduğu gibi çocuğuna da kızabilir. Ama bu ona sözel ya da fiziksel şiddet uygulama hakkı vermez. Bu noktada önemli olan, bu duygusunu, çocuğuna zarar vermeden ifade edebilmesidir. Öfkesini göstermemeye çalışarak bu duygusunu bastırırsa, üstüne başka kızgınlıklar eklendiğinde çok küçük bir sebepten çocuğuna avazı çıktığı kadar bağırır duruma gelebilir. Sonrasında kendini suçlu hisseden çocuklar ve kendini suçlayan anneler çıkar sahneye…
Hâlbuki bir annenin çocuğuna, kişiliğine, kimliğine kızmadan, küsmeden, onu suçlamadan, sadece o anki duygusundan bahsederek "Şu an çok kızgınım, sakinleşmek için biraz zamana ihtiyacım var, sonra konuşalım" diyebilme hakkı olmalıdır.
Çünkü anne de bir insandır ve içinde hem iyi hem de kötü duygular barındırır!
Üstelik anne bu hakkını kullandıkça çocuk öfkenin de gayet insani bir duygu olduğunu, bunu uygun bir yolla nasıl ifade edebileceğini ve ifade ettikçe de hem kendine hem de etrafındakilere zarar vermeyebileceğini öğrenmiş olur.
Dolayısıyla annelik bütünüyle muhteşem duygulardan oluşmaz. Hatta içinde bolca sıkıntıyı da barındırır. Bir kadının anneliğini değerli kılansa, olumlu-olumsuz her duygusunun samimiyetle farkında olması, ihtiyacı olduğunda eşinden, ailesinden ya da bir uzmandan destek alması ve paylaştığı bu sıkıntılarla birlikte, sahip olduğu bütün sıcaklıkla çocuğunu tutmasıdır.