Nazlı Nur Baykan: Kendine Düşmanlık Sarmalında İslamofobi

Kendine Düşmanlık Sarmalında İslamofobi
Giriş Tarihi: 24.5.2019 15:00 Son Güncelleme: 24.5.2019 15:00
Batı dışı coğrafyalar, Batı’nın “ileri” medeniyetine göre konumlandırılıyor, “ikinci” ve “üçüncü” dünya ülkesi olarak tanımlanan ülkelerde bunlar ezberletiliyor, geride kalmanın sorumluluğu İslam başta olmak üzere din temelli yaşayışlar olarak gösteriliyordu.

90'larda SSCB'nin dağılışı, Berlin Duvarı'nın yıkılışı, sosyalist ideolojinin liberaller karşısında yenilmesiyle başlatılır genellikle İslam düşmanlığı. Daha sonra 11 Eylül saldırısının ardından planlı bir şekilde yükselişe geçer bütün bir Batı'da nam-ı diğer islamofobi. Ancak, 90'larda birdenbire, Hollywood sinemasında propagandasına başlanan İslam düşmanlığının elbette bir geçmişi vardır. Tarihin en eski çağlarından beri var olan Doğu-Batı ayrımına, 15'inci yüzyıldaki ilk coğrafi keşiflerin ardından özellikle aydınlanma ile birlikte bilimsel sahaya taşınan büyük oryantalizm çalışmalarına kadar izini sürebileceğimiz bir gerçekliktir aslında İslam düşmanlığı. Elbette, bütün bu tarihsel süreçler yaşadığımız yüzyıla bilinçdışında taşınırken, diğer yandan yaşadığımız çağın getirdikleri de bu düşmanlığı besleyip büyütür, belki de kılıfını oluşturur...

İslamofobi ile ilgilenen felsefeci Prof. Dr. Hans Koechler'e göre, Avrupa'da İslam'a karşı duyulan düşmanlık, varoluşunu bir düşmanın varlığı üzerine inşa eden toplum modelinden kaynaklanır. Düşman olarak bellenen "öteki" yani Müslümanlar, çeşitli göç dalgalarıyla Avrupa'da yan komşular hâline gelince, modern ve çağdaş olmanın tüm anlamı yeniden sorgulanır çünkü yanı başlarında kendileri gibi olmayan alternatif modernlikler yaşanmaktadır. Bu farkındalık, aslında üzerinde kendilerini inşa ettikleri temelin kökünden sarsılmasını beraberinde getirir. Çünkü oryantalizm, pek çok farklı açıdan değerlendirilse de esasında tek bir çizgi olarak, Doğu ve Doğu'ya ait her şeyi tehdit olarak görmek üzerine inşa olur. Ancak komşular hâline gelen "anti"ler, bu zemini derinden sarsar. Bu noktada, Batı'nın kendini bir "Anti-Doğu" imgesi üzerine inşa ettiğini bilmek, İslam düşmanlığının ardındaki bilinçdışını anlamayı da kolaylaştırır.

Nereden çıktı bu Doğu-Batı ayrımı?

Türk sosyolojisinin önemli isimlerinden Baykan Sezer'e göre Doğu ile Batı arasındaki ayrım, antik çağlardan bu yana Mezopotamya ve Avrupa topraklarında tarım ekonomisinin farklı biçimlerde örgütlenmesiyle başlayan bir ayrımdı. Her iki bölgenin coğrafi koşulları, demografik durumu farklı ekonomik örgütlenmeleri beraberinde getirmişti. Avrupa'da tarıma elverişli çok fazla arazinin oluşu ve ilk çağlarda bu bölgelerde nüfus yoğunluğunun yüksek olmayışı ekonomik bir serbestlik getirirken, Asya bölgelerinde tarıma elverişli alanların nüfusa göre sınırlı sayıda oluşu bu bölgelerde rekabeti, dolayısıyla ekonomik örgütlenmenin birer "devlet örgütlenmesi"ne dönüşerek korunmasını gerektirdi. Bilinen ilk devlet örgütlenmelerinin Doğu uygarlıkları olarak anılması bu nedenle tesadüf değildi.

Özetle, Doğu ile Batı'nın zihinlerde iki ayrı kategori olarak ayrılışı ilk çağlara kadar dayanıyordu. İlk çağlardan bu yana Doğu ile Batı arasında ticari ilişkiler olmuş, bu ilişkileri büyük oranda Yunan devleti örgütlemiş, ardından ise Makedon imparatorluğu ve Büyük Roma imparatorluğu, bu ticareti sürdüren büyük Batı devletleri olmuştu. Sezer'e göre, Batı devletleri, ilk çağlardan bu yana Doğu'nun örgütlü ve sistemli ekonomisinden artan üretiminden ticaret ya da fetihler yoluyla pay almak üzerine inşa olmuşlardı. Bu nedenle tarihteki ilk Doğu-Batı çatışması ekonomik sebeplere dayanıyordu.

İslamiyet'in tarih sahnesine çıkması ve ardından hızla bütün dünyaya yayılmasıyla birlikte, Doğu ile Batı arasındaki ayrım hızla bir düşmanlığa dönüşmeye başladı. İslam fetihlerinin yaygınlaşması, İslam devletlerinin gittikleri yere düzen ve huzur getirmesi, ulaştıkları bölgeleri İslamlaştırmalarını da beraberinde getiriyordu. Bu, Avrupa'ya ilk kez Hristiyan kimliğini kazandıran durum oldu. Yükselen İslam karşısında Hıristiyan birliği etrafında toparlanıyorlardı. Daha sonra, Doğu'ya düzenlenen Haçlı Seferleri'nin de en büyük temeli, bu ayrımdı. Doğu ile Batı arasındaki ayrımın dinler üzerinden keskinleşmesi ile birlikte özellikle Avrupa toplumlarında kilise temelli yayınlarda İslam karşıtlığı kuvvetlendiriliyordu. Prof. Yücel Bulut'un Oryantalizm araştırmasında ulaştığı üzere, Ortaçağ kilise metinlerinin çoğunda İslamiyet ve Hz. Muhammed karşıtlığı söz konusuydu. Bu metinler, bugünün yükselen İslam karşıtlığının da ardındaki referanslardı.

17'nci yüzyıl sonlarından itibaren kiliseyi ve doğal olarak dinî referansları geri planda bırakan bir Aydınlanma düşüncesi yükseldi. Bu yükselişle birlikte, Doğu ile Batı arasındaki ayrım da başka bir boyuta evrildi. Yücel Bulut'a göre "Doğu, Batı'nın kendisine uzaktan, farklı farklı açılardan bakmasına imkân veren bir araç olarak" kullanılacaktı (Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi s.71)

Sömürgeci oryantalizmin İslam'a bakışı

Oryantalizm de bu süreçle birlikte yükselişe geçti. İlk oryantalistler, Doğu'yu Batı'da inşa olan seküler bilim aracılığı ile tanımak girişiminde bulunsalar da daha sonra bu girişim, Doğu'yu Batı koşullarına göre tanımlamaya evrildi. Bu tanımlamaya göre Doğu ve Doğu'nun medeniyet taşıyıcısı konumundaki en büyük dini olan İslamiyet, Batı'nın koyduğu ilerleme çizgisinin gerisinde kalmayı tanımlıyordu. İslamiyet üzerinden Doğu medeniyetlerine yakıştırılan yönetim "despotizm"di. Doğu devletlerine despotizmi yakıştırmak, Avrupa'nın ilericiliğini ve aydınlanmışlığını ispatlamak anlamına geliyordu. Daha yakından bakıldığında İslam toplumlarına yakıştırılan despotizmin temelde Avrupa içi bir mesele olduğu anlaşılıyordu. Aydınlanmacılar içeride kiliseye karşı savaş verirken, dışarıda ona dayanıyor ve emperyalizmin yayılışında İslam'ın yaşandığı coğrafyalara karşı Hristiyanlığı kullanıyor-lardı.

Yani Avrupa, kendi medeniyetini kurmak için Doğu'yu ve İslam ülkelerini araçsallaştırıyordu. Oryantalizmin ardındaki siyasi çıkarlara ilk kapsamlı akademik dikkati çeken önemli isim Edward Said'di. Bu tanımlamalar elbette ki geçmişten bugüne aktarılan Doğu ve İslam düşmanlığı düşüncesini de bilinçdışında barındırıyordu. Bu düşünceye göre İslamiyet, "çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmada engel teşkil eden bir din"di. İslam düşmanlığı, modern dünyada, modern bilim ve tasavvurda oryantalizm aracılığıyla yeniden inşa ediliyordu.

Bu durumla birlikte gelişen daha vahim bir olay ise, oryantalizmin sömürgeci zihniyetle birleşip sömürülen diğer dünya coğrafyalarında Batı'nın ileri konumunu zihinlere kazımasıydı. Batı dışı coğrafyalar, Batı'nın ileri medeniyetine göre konumlandırılıyor, "ikinci" ve "üçüncü" dünya ülkesi olarak tanımlanan ülkelerde bunlar ezberletiliyor, geride kalmanın sorumluluğu İslam başta olmak üzere din temelli yaşayışlar olarak gösteriliyor ve ilerlemenin ancak Batı medeniyetine benzemekle mümkün olacağı işleniyordu. Bunun örneklerini 18'inci yüzyılda Hindistan'ı sömüren İngiltere'de Viktorya döneminde yazılan çocuk kitaplarında bulmak mümkündür. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Fatma Kübra Türker Kaya – Bir Kolonyalist Propaganda: Viktorya Devri İngiliz Çocuk Edebiyatında Oryantalizm)

Franz Fanon'un meşhur Siyah Deri Beyaz Maske'sinde Batı dışı uygarlıklarda tek doğru olarak kabul ettirilen Batılı insan kalıbı karşısında insanların kendilerine yabancılaşmalarını, Afrika kökenli yurttaşları üzerinden anlatır. "Siyah insan beyaz olmak istiyor. Beyaz insansa köleleştirici düzeneklerini ha bire çalıştırırken daha yüksek bir insanlık düzeyine ulaşmanın peşinde" derken, siyah derinin nasıl büyük bir kompleks sebebi olduğunu anlatan Fanon, aynı zamanda diğer coğrafyaların da benzer süreçlerini metaforlaştırmış olur aslında. Her birimiz, önümüze konulan uygarlık seviyesine ulaşma derdiyle koştururken aslında hiç bitmeyen bir çarkın içinde dönen fareleri andırırız. Fanon bu koşturmacanın çok acı veren bir gerçeklik olduğunu "siyah insan için tek bir alınyazısı var; ona kendini tüketircesine peşinden koşma coşkusu veren bir tek kader: beyaz olmak" diyerek özetler.

Bu sözler, Batı dışı coğrafyalarda yaşayanların kendilerine benliklerine karşı yabancılaşmasını en iyi özetleyen cümledir. Bu yabancılaşma, elbette ki belirli bir eğitimin sonucunda ortaya çıkar. Fanon bunu yine siyah insanlar üzerinden şöyle aktarır: "Eğitim görmüş zenci, bir noktadan sonra ırkının artık onu anlayamadığı hissine kapılır." Bu cümle, içimizdeki oryantalistlerin ruh hâlini en iyi özetleyen cümledir.

Bize düşen nedir?

İslam düşmanlığı, kademeli bir şekilde sürdürülürken, eğitim ve kültür endüstrisi gibi alanlarla Batı dışı coğrafyalara da kabul ettirilir. Böylece, Batı dışı modernlikler, yaşadıkları coğrafyayla ilgili büyük bir utanç ve kompleks duyar. Bu duygu, İslam düşmanlığının aslında Avrupa'nın siyasi konumunu güçlendirmekteki aracı konumunu gizlemeyi sağlar. Kitleler, kendi coğrafyalarının İslam nedeniyle geri kaldığına inanır. Her seçim zamanı mutlaka bir örneğine rastladığımız kendini kılık kıyafet üzerinden dışa vuran nefret bunun en büyük örneklerinden. İslam düşmanlığı sadece kompleksli Batı dışı kimliklere sebep olmaz. Kademeli bir şekilde üretilen bu düşmanlık, tersine bir düşmanlık olan oksidentofobi yani Batı düşmanlığını da beraberinde getirir. Bu düşmanlık, radikal pek çok grubun ortaya çıkmasına sebep olur. Böylece, İslam ideolojilere hapsedilir ve dolaylı olarak İslam düşmanlığına hizmet eder.

İslam düşmanlığının tarihini birazcık eşelediğimizde, karşımıza son günlerin en acı olayı olan Yeni Zelanda cami katliamının ardındaki referans noktaları çıkıyor. Kademeli bir şekilde yükseltilen ve karşımıza çıkarılan İslam düşmanlığının hedefinin ise daha çok radikalizm, daha çok nefret üzerinden birbirini tanımlayan bir zıt kutuplar dünyası olduğu aşikâr. Bu hikâye insana bazı sorular sorduruyor. İlk soru: Bu düşmanlıkla nasıl mücadele edeceğiz? Ancak buraya gelene kadar yüzleşmemiz gereken daha önemli sorular da var. Mesela, yüzümüze takılan beyaz adam maskesini ne zaman fark edecek nasıl tepki gösterecek ve dahası maskeyi çıkaracak mıyız? Maskeyi çıkarmak bugünün popülizm çağında mümkün mü? Belki de öncelikli olarak peşine düşmemiz gereken; Netflix'inden spor ayakkabı markasına, gezip görmeyi hayal ettirildiğimiz mekânlardan, zihnimizde yer eden güzellik standartlarımıza kadar üzerimize boca edilen kültür endüstrisi sarmalının içinden nasıl çıkacağımız, bütün bunlara ne tür cevaplar arayacağımız sorusu. Mühim olan buradan çıkış yolunu nasıl bulacağımız. İnsanlık adına yaşanan ilerlemeleri, tıpkı geçmişte medeniyetin Doğu'dan yükseldiği günlerdeki gibi, insanlığın ortak mirası olan bütün medeniyetleri kabul edip yola koyulmak, bunu yaparken oryantalist ya da radikal uç örneklere savrulmadan yerimizi bulmak için mücadele etmek, belki de İslam düşmanlığını çözme konusunda atacağımız ilk gerçekçi adımdır.

BİZE ULAŞIN