Her geçen gün bir köşede acımasızca katledilen Müslümanların haberleriyle uyanıyoruz. Suçsuz yere idam edilen gençlerin isimleri rutin bir kaza haberi gibi gözümüze çarpıyor. Kitlesel soykırımdan kaçmaya çalışan masum ve çaresizlerin hikâyesi, bir film sahnesi gibi düşüveriyor ekranlara… Baskı ve zulüm gören Müslüman kitleler, düşen petrol fiyatlarından daha az ilgi görüyor "beyaz" adamın kara zihninde… Masumları idam edenlerle el sıkışan demokrasi tüccarlarının, beyaz dişleri arasından sızıyor utanmaz tebessümler… Ne oldu da bu hâllere geldik?
Son yüzyılın en kanlı ve acımasız coğrafyasının adıdır İslam dünyası… Her bir köşesinde bir masumun can verdiği, nice hayatların daha genç ömre bile erişemeden sona erdiği hazin dünyanın kendisidir. 150 yıla yaklaşan bu trajedinin sebebi, yakın dönemlerde ortaya çıkmasına rağmen, huzur ve sükûnete ne zaman erişebileceğimize dair tarih hâlâ belirsiz… Kaç on yıl ya da kaç yüzyıl beklenecek ihtişamlı günlere yeniden kavuşabilmek için?
Hür ve eşit iradeyi vaz eden bir huzur çağrısı olarak insanlığa sunulan İslam dini, kâinatın ve insanlığın hem dünyada hem ahirette huzur ve adalet içinde yaşayabileceği bir öğretiyi de rahmet olarak bizlere bahşetti. İslam terbiyesi, uzun sayılamayacak bir süre içinde sınırları aşarak, koca bir süper güce dönüştü. Ancak hırs ve güç sarhoşluğu nedeniyle özden uzaklaştığı dönemlerde, iç savaşlar ve başka kavimlerin sömürüleri altında yok olma tehdidiyle karşı karşıya dahi gelindi. Tevhit ve adalet düzeni, sayısız defalar Haçlılar, Moğollar ve diğer istilacı güçler tarafından kuşatılsa da özünde taşıdığı imanı kendisine siper edinerek yeniden dirilmeyi başardı.
Kendi kusurlarımızda gizli
İslam tarihi, kahramanlık ve acıların bir arada yaşandığı hüzünlü bir gurur hikâyesidir. Ancak bin yıl önce yaşanan elim olayların yeniden tekerrür ettirilmesine karşı koyulamamasının nedeni, başkalarının hain emelleriyle birlikte kendi kusurlarımızda da gizlidir. Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri kitabında Doğu'nun yaşadığı hazin durumu bir hikâyeyle anlatan Hristiyan araştırmacı Amin Maalouf'un kaleminden yaklaşan Haçlı ordusu tehlikesi konusunda halkını uyandırmak isteyen Ebu Saad el-Haravi'nin hikayesi belki de bunun kısa bir özetidir:
"(Ebu Saad el-Haravi) 19 Ağustos 1099 cuma günü, arkadaşlarını Bağdat Ulu Camiine götürür. Öğlen olup da müminler dört bir yandan Cuma namazı kılmaya gelirlerken, ramazan olmasına rağmen saygısız bir şekilde yemek yemeye başlar. Birkaç saniye içinde etrafında öfkeli bir kalabalık oluşur, askerler onu tutuklamak üzere yaklaşırlar. Ama Ebu Saad ayağa kalkar ve etrafındakilere sükûnetle, binlerce Müslümanın katledilmesi ve İslamiyet'in kutsal yerlerinin tahribi karşısında tamamen kayıtsız kalırlarken, birinin orucunu bozması karşısında nasıl bu kadar alt üst olmuş gözükebildiklerini sorar. Böylece kalabalığı sus pus ettikten sonra, Suriye'nin (Bilad-eş-Şam) uğradığı felâketleri ve özellikle de Kudüs'ün başına gelenleri anlatır. İbn el-Esir, mülteciler ağladılar ve ağlattılar diyecektir."
Asırlarca ağlayan yüzleri güldürmek için yola çıkanların döktükleri gözyaşının okyanuslarla eşdeğer hâle gelmesi ne hazindir, değil mi?
Her toplumun geçtiği sınavdan bizim tarihimiz de defalarca başarıyla geçti. Ancak 17'nci yüzyılda başlayarak 18 ve 19'uncu yüzyılda hızla yayılan yeni emperyal düzenin karşısında kolay kapatılmayacak bir hasara da uğradı. Geriye doğru gidişin sebeplerine karşılık, yenilik ve yenilenme söylentisi, başkasına benzemek, başkasında olanı birebir kopyalamak olarak algılandı. İskoç marşını çalan Osmanlı Ordusu, "gâvur gibi güçlü" olmak için Osmanlı askerine giydirilmek üzere getirilen Avusturya Macaristan askerlerinin kıyafetleri… Nasıl oldu da bu hâllere düştük? Sorusunu herkes kendine sormalıdır. Bize saldıranların zihinleri kadar net cevaplara sahip olamadığımız için çözümü bulmamız da kolay olmuyor.
Kuşatma altındaki biz
Örneğin, 200 yıl önce ilim ve medresenin merkezi Mısır'da, ayrılık sesleri ve güç kavgası uğruna feda edilen koca bir zenginlik, muhtaç ve Batı destekli bir diktatörlüğe dönüştürüldü. Hani antik Yunan'ı var eden, Thales gibi bilim adamlarının ders almaya gittiği, sonrasında medreselerin ve ilmin şehri hâline gelen Kahire'nin, diktatör Sisi'nin idamlarına onay veren utanmaz din adamlarının elinde acınacak hâle düşmesi… Nesillerdir döktüğü kanlarla dünyanın her köşesinde nefretle anılan İsrail'in hamilerine kurban kesen, mübarek beldede ismini anan hanedanların kutsal topraklarımızda el ele dolaşması… Günümüzde emperyalizmin kurucu fikir babası İngiltere ile okyanus ötesinde kurduğu yeni devleti ABD ve İslam dünyasının göğsünde Siyonist fikirlerle inşa edilen İsrail, dinmek bilmeyen türlü belaların müsebbibi olarak yaralar açmaya devam ediyor. Benzetilmeye, tek taraflı empati kurmaya zorlandığımız, emperyalist hegemonizmin, bizi parça parça öğütmeye çalıştığı, her geçen gün daha da aşikar hâle geliyor. İngiltere ve ABD eksenli kuşatma, safları sıklaştırmaya iteceği yerde, kendisine taraftarlar bulmakta zorlanmadan bizi boğazımızdan sıkmayı sürdürüyor.
Haçlı Savaşları'nın fikir ve sponsorluğunu üstlenen zihniyet, servet ve kudret merkezini inşa etmek için var gücüyle saldırdı. Kendi inancından olana bile tahammül etmeden, Müslümanla beraber Hristiyan ve Yahudileri de katletti. Yeni dünyada kurulmaya çalışılan Haçlı zihniyeti, İstanbul'u yağmalayan Latin istilası, Kudüs'ü ele geçirerek Kâbe'yi yok etmek için yüzyıllar boyu namlularını Doğu'ya yöneltti. İşbirliği yapmak isteyenlerin mutluluğu bir ömür kadar bile sürmedi. Selçuklu sultanı Kılıçarslan'ın karşısına dikildiği Haçlıların aynı dinden oldukları için kendilerini affedeceğini sanan Anadolu Hristiyanları, çoluk çocuk demeden katledildi.
Teslim olarak kurtulacağını sanmak kadar, büyük bir aldatmaca maalesef yoktur. Teslim olanların ihya olduğu bir dünya, yüzyıllardır tarih kitaplarında yer almamıştır. Sıffin'den Haçlı Seferleri'ne, Moğol istilasından 18'inci yüzyıla kadar nice ateş çemberlerinden geçmemize rağmen, yeniden dirilerek oluşturduğumuz savunma hattı, ne yazık ki 20'nci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren başlayan kırılma sonrası hâlâ inşa edilemiyor.
Teröristlerin mesajlarında neden Türkiye var?
Tarih; yanılgıya düşenlerin, aldatılanların, mazide kaybolup gittiği, ayakta kalanların büyük harflerle yazıldığı acımasız bir ilimdir. Geçmişinizi unutsanız, görmezden gelseniz bile, bin yıl boyunca her şeye rağmen ayakta kalan irade ve kelamınız, kin ve nefretle büyüyen kalabalıkların fırsat buluncaya kadar tebessümle dinlediği bir masaldan öteye geçmiyor. Yeryüzü herkesin eşit hak ve hürriyetle yaşayabileceği bir yerin adı ise, neden bir kısım yaşamları kabul etmeyenler için cehenneme dönüştürülüyor. Myanmar'da katledilen Müslümanların dramı, barış ve sevgi öğretisi olarak sunulan Budizm'in bir günahı olarak görülmüyor.
Binlerce kilometre uzaklıkta namaz kılan masumlara kurşun sıkarak katleden cani teröristlerin mesajlarında Ayasofya, İstanbul, Türkiye var; bunun cevabı, tarihin unutturulmaya çalışılan sayfalarında saklıdır. Ortodoksluk mezhebini yok etmek için düzenledikleri seferlerde 800 yıl önce yağmaladıkları Ayasofya'yı gözden çıkarmalarına rağmen bugün geçmişin kanlı ellerini gizleyerek, savurdukları tehditler ikiyüzlülüklerini de ortaya çıkarıyor. Biz yüzümüzü tarihin hakikatlerine değil de, egemen zihinlere doğru döndükçe, gerçeği anlamamız ve kendimize gelmemiz uzun yıllar alacak. Alzheimer yapılmak istenen milletin, kaderiyle yüzleşerek, kin ve öfkeyle değil, azim ve cesaretle hazırlıklı olması gereken bir yeni yüzyıl önümüzde bizi bekliyor. Biz nasıl görünmek istersek isteyelim, dünya üzerinde bize biçilen kaftanın üzerinde koca bir çarpı işareti bizleri damgalıyor. Osmanlı-Safevi savaşından itibaren başlayan ilmi gelenekteki sapmaları gidererek, iman ve ilim dengesini birlikte sürdüremezsek, beğenmediğimiz "gavur"un tüketici olarak sömürdüğü cendereden çıkmamız mümkün görülmüyor.
Saldırı sahiplerine gösteremedikleri cesareti, mazlumlara eleştiri oklarıyla yönelten siyasi ve aydın kimlikli isimler, hangi amaçlara hizmet ettiğini bilmeden veya bilerek, gemiyi delmeye çalışan iradelere yol veriyor. Bu yüzden yüzyıl önce Mehmet Akif'in dizelerinden dökülen feryat, günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyor:
Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan!/Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne Türklük kalacak, aç gözünü!/Dinle Peygamber-i Zişan'ın ilahi sözünü
Türk Arapsız yaşayamaz. Kim ki "yaşar" der, delidir!/Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir
Değil mi ki cephemizin sinesinde iman bir/Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir
Değil mi ki koşan Çerkez'in, Laz'ın, Türk'ün/Arap'la, Kürt ile bakidir ittihadı bugün"