İNSAN GİDEREK KÜÇÜLDÜ, BÖLÜNDÜ, ATOMİZE OLDU
İnsan, içinde yaşadığımız çağda hem düşünce sistemi hem de teknolojiyle beraber tarihte hiç olmadığı kadar şekillendirilen, tasarlanan bir varlık oldu. İnsanın değişmesine neden ihtiyaç duyuluyor?
İşin esası insanın en başta nasıl tanımlandığı. Batı, insanı özünde kötücül görür. Her Batılı ideolojide bu böyle. Kapitalizm ya da sosyalizm; Hıristiyanlığın insanların içine işlediği bir sabite bu. İnsanı böyle gören bir anlayış elbette kötülüğü doğal ve hatta giderek gerekli görmeye başlar. Batı Rönesans'tan sonra insanı önce "tanrı-insan" hâline getirdi, sonra evrim teorisiyle "hayvan-insan", son asırda da "şey-insan" hiline getirdi. Yani insanın konumu da, tanımı da değişti. Hatta bugün "insan" kelimesi bile bilimsel jargonda pek kullanılmaz oldu. Onun yerine "birey" anlamında "individual" kelimesi kullanılıyor. Bu kelime "daha fazla bölünemeyen" demektir. Orada da bu anlama uygun şekilde insan giderek küçüldü, bölündü, atomize oldu. Fert toplumdan, kalp akıldan, insan doğadan koptu. Üstelik yıkarak ve yıkılarak... Son yarım asırdır insanı bedensel, şehevî, metabolizmik, cinsel tanımlamalarla sürekli bölüyorlar. İnsan hem biricik konumunu kaybetti hem de çevresiyle, diğer varlıklarla hatta kendisiyle ilişkileri koparıldı. İnsan güya "birey" denilerek ıssızlaştı, yalnızlaştı. Bugün İngiltere'de ve Japonya'da Yalnızlık Bakanlığı bile var. Çünkü bizdeki "insan" kavramının temelindeki ünsiyet, yani "kaynaşma, yakınlık gösterme" anlamı yok oldu. Tükettiği ölçüde, çıkarını, hazzını elde ettiği ölçüde birey olabiliyor. Kısacası insan zaten çoktan araçlaşmış, mamülleşmiş hâlde. Avrupa ve ABD'de, yani insan haklarının ve hukukun en önde olduğu ülkelerde ırkçılık genetik hâlde. Her seçim kampanyasında mutlaka ilk üç konu arasında ırk gerilimi ve çatışması var. Çünkü deri rengine göre bile bölmeye yatkınlar. Bu bölünme, insanı bir yandan hak ve özgürlükler söylemiyle yüceltirken onu bir yandan da müşteri veya "şey" konumuna indiriyor. Bu "insansızlaşma" süreci sadece Batı'da kalmıyor. Oradan başlayarak Batı'ya kafasını, gönlünü teslim etmiş her toplumda yaşanıyor. Bu toplu bir insanlıktan çıkma hâli. Ha, Batı "insan" derken de kendini kastediyor, o da başka bir konu. Felsefesinden sanatına, siyasetinden savaşına dev bir kibir örneği... Yıllar evvel gençler bana sormuşlardı: "Robotlar dünyayı bir gün gelir ele geçirir mi?" diye. Onlara "Buna gerek yok, zaten insanlar robotlaştı" diye cevap vermiştim. İnsanın bütün soyut ve içsel boyutlarından soyularak sadece bir metabolizma, bir tüketim aracı olarak tanımlanması zaten yeterince büyük bir yıkım. İnsanlar bu asosyalleşmenin verdiği hissizleşmeyi uyuşturucu, sapkınlıklar, adrenalin sporları gibi türlü yöntemlerle gidermeye çalışıyorlar.
Peki, değişecek ve tasarlanacak insan modeli için bilim insanlarının söylediği gibi "mükemmel insan" ya da "daha mükemmel insan" var olabilir mi?
Acaba bu lafları eden insanlar kendilerini mükemmel görüyorlar mı? Bugün tek gayesi ve yaşama sebebini haz, çıkar ve gösteriş olarak tanımlayan birisi hangi kemâli elde edebilir ki mükemmeliyetten bahsetsin? İnsan nefsini kalbinden ayıramadığı müddetçe mükemmelliği bir tarafa bırakalım, insanlık makamına bile erişemez. Dünyada mükemmel olan bir şey yok. Ama dikkat ederseniz bahsedilen "insan" ve "mükemmellik" kavramları vasıflar, erdemler, nitelikler üzerinden değil işlevler, yapılar, yarayışlılık üzerinden tanımlanıyor. Yani yine insanı araçsallaştıran bir kafa. İnsan insan diyerek insanı bitiren bir kafa. İnsanı başka başka çıkar alanlarında evire çevire, kırpa kırpa hiçleştiren bir kafa. Bu işin sonunda insaniyete, samimiyete ve çıkarsız kaynaşmaya olan ihtiyaç daha da büyüyecek. İnsanların sevgi, merhamet ve şefkat dolu, sohbet edebileceği insan bulma özlemi büyüyecek. Belki de bunları bulabileceği kişileri para ödeyerek arayacak. Sanallıktan, yalanlıktan gerçekliğe dönmek için kendine empoze edilen bu sahte dini terk edecek ve gerçeğe, yani imana erecek. İşte belki ancak o zaman Batı'nın kuyruğuna takılmış biz müminler imanın kıymetini ve eşsizliğini anlayacağız.
Bu bahsedilen mükemmeliyet bedende değil ruhta olmadıkça insan sadece başka insanlar için daha elverişli bir araç olabilir. Batı, insanı bedenden ibaret görür. En yüce duygular, aşk bile biyolojik salgılar, psikolojik dürtüler, kimyasal tepkimeler ile açıklanmaya çalışılıyor. İşinde, gücünde, okulda "gözle görmediğime inanmam" diyenler nedense son 40 yıldır sürekli fantastik filmler, imgeler, gösteriler üretiyorlar. Yüzüklerin Efendisi gibi masallar, pagan imgeleri alabildiğine yaygınlaştı. Çünkü anlam, soyutluğun içindedir. Batı rasyonel kalıplar içine hapsettiği anlamı tükettiği için daha önce "irrasyonel" ve "hurafe" gördüğü tahayyülat ummanından medet ummaya çalışıyor. Kuantum gibi şeyler de bu işin içinde. Ama burada bile bir araçsallık ve işlevsellik söz konusu. Yani hayatını, kendini değiştirmeden içindeki büyük boşlukları kapatmak için bunları yama olarak kullanmak istiyor. Soyut sonsuzluğu kabul etmeyen birisi somut dünyada kendini, dünyayı kolonileştirmeye çalışsa da bu sadece yıkıma yol açar. Düşünün, dünya tarihinde ilk kez dünyanın en zengin, en güçlü, en bireyci toplumları aynı zamanda en çok uyuşturucu kullanan, suç işleyen, türlü sapkınlıkları normal addeden toplumlar hâlinde. İnsanların cinselliği iğrenç, akıl almaz boyutlara kadar düşürülmüş durumda. Bunun mu daha da mükemmelini üretecekler? Ha, bu arada biz de pek parlak sayılmayız bu konuda. Onu da unutmayalım. Batı'dan bahsediyoruz gibi kendimizi de saf ve kusursuz görmeyelim. İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım yani.
İnsanı yenileme, değiştirme, bir tasarıma dönüştürme çabasında ortaya tektipleşen bir insan çıkıyor. Tektipleşen insandan beklenti nedir?
Bir ürüne veya fikre ikna olmadan onu almazsınız. Dolayısıyla her şey aslında bizim bu fikirlere ne kadar ikna olup olmadığımıza bağlı. Yani eğer güç odaklarının devasa propaganda ağına ve tekniklerine karşı bilinçle karşı koyarsanız size zarar veremezler. Batı'nın en büyük gücü bütün değerli şeylerin merkezi olduğuna sizi inandırmasıdır. Bunu da medya, eğitim, akademi üzerinden size empoze ederler. Üstelik bu göz boyamadan hem para ve güç kazanır hem de para ve güç kazanmaya devam etmek için sizi gönüllü maraba yapmaya devam eder. Bunu da sürekli yeni illüzyonlar icat ederek yapar. Meselâ hiçbir Batılı güç size kendi mimari geleneğinizin değerini aktarmaz. Sanat tarihi, siyaset tarihi, düşünce tarihi kitaplarında Müslümanlar ve diğer medeniyetler ya hiç yoktur ya da 20-30 sayfaya sıkıştırılmıştır. Siz bu kitapları, dersleri okuyup da kendinizi size dayatılan bu miyopik mercekten görmeye başlarsanız, kusura bakmayın bu sizin suçunuzdur. Uyanma vazifesi uyuyana aittir. Uyutana değil. Her kabahati de başkasına atmayalım.
Ama siz "Bir dakika, o kadar da değil" demeye başladığınız anda bu tezgâhtan kurtulmaya başlarsınız. Önce içimize kadar nüfuz eden, evimize, ailemize, sokağımıza kadar giren bu yanılsamayı bizler engellemeliyiz ki modern maraba olmaktan kurtulalım. Batı'dan gelen her şeyi mübarek addetmek bizim iki asırlık bir marazımız. Onu terk ettiğin anda ikna da olmazsın. İkna olmayan kişi de onun bir aparatı, bir kölesi hâline gelmez. Fakat bu karşı koyuş, dünyaya açıklık ile beraber yapılması gereken bir şeydir. Yani ancak hikmeti bilen, hikmete talip bir mümin karşıdakine karşı koyarken, bir yandan da onun değerli ve güzel yönlerini süzüp kendi hamuruna katabilir.
Bütün o çoğulculuk laflarına rağmen insanlar hiç bu kadar tekdüze olmamıştı. Kıyafetten kavramlara kadar her şey birbiriyle benzeşiyor. Farklı kültürler arası benzeşme üç türlüdür. Birincisi aynı sorunlarla karşı karşıya kalan toplumların akl-ı selim doğrultusunda benzeri çözümleri geliştirmesidir. Aynı iklim kuşağındaki ev ve sokak yapıları birbirine benzeyebilir meselâ. İkincisi, toplumların başka toplumlarda görüp serbest irade ile benimsedikleri şeylerdir. Üçüncüsü ise tahakküm ve zorlama yoluyla benzeşmedir. Bizim bugün Batı dışı toplumlarda gördüğümüz Batılı tarzlar doğal bir etkileşimin sonucu değil. Tasarlanmış, üretilmiş, empoze edilmiş bir benzerlik. Çünkü her insanı gönüllü tüketici hâline getirince insan tükettiği ürüne göre renk almaya başlıyor. Hatta kendisi bir ürün hâline geliyor. Ürün deyince aklımıza sadece kozmetik, yiyecek, kıyafet, akıllı telefon gelmesin. Fikirler, sloganlar, kavramlar, ideolojiler de ürünler. Çünkü hepsi "en yüce değer" olan çıkar için üretiliyor. Alıcısı var, satıcısı var. Yani ürün hepsi. Onlara değer veren, kendini ürüne göre tanımlayan insan da giderek bir ürün hâline geliyor. Üstelik kendi parasını, aklını, bedenini satıcıya
vererek...
Bugün en çok tartıştığımız konulardan biri de tektipleşmeyle gelen eski inançlara karşı uzaklaşma, reddetme, yerine yeni bir şeyler inşa etme eğilimindeki yeni bir dünya aslında. Buna katılıyor musunuz?
Etrafımızda giderek sıklaşan ve yoğunlaşan sapkınlık gösterimleri, teşhirleri, söylemleri insan kavramının ufaltılarak yok edilmesinin son aşamalarından biri. Zaten ahlık göreceli hâle geldikten sonra ortada doğru-yanlış diye bir şey kalmaz. "Ben öyle değilim ama herkes istediğini yapar" veya "O insanın kendi tercihi, ben karışmam" derseniz sizin de ahlaki bir kriteriniz yok demektir. Her şeye eyvallah edende doğruluk kalır mı? Asıl yaşanan şey ahlak kavramının iflasıdır. O ortadan kalkınca doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin hepsi insanların nefislerine göre, çıkarlarına göre, güçlerinin yettiği ölçüde insanları sevk ettiğine göre değişir. Orada artık doğru ve yanlıştan bahsetmenin manası kalmaz. Ahlâk olmayınca hayat sadece dürtülerin, isteklerin ve ihtirasın bir meydanı hâline gelir. Sekülerlik aslında nefsin hâkimiyeti demektir. Doğru ve yanlış fıtri ve ilahi referanslara göre değil nefsin işine yarayan, yani çıkarın üstün tutulduğu bir referans çerçevesine göre belirlenir. Müminlerde de nefis vardır ama inandığımız doğru ve yanlışlar ilahi kaynaklıdır ve her an göz önünde tutarsak ahirette selamet ümit edeceğimiz imtihanlardır.
Bizim geleneğimizin veya medeniyetimizin gerçek adı "tevhid" medeniyetidir. Doğu medeniyeti, Şark medeniyeti, Türk, Kürt, Fars medeniyeti değildir. Burada geleneği de doğru anlamak gerekir. Biz geleneği durağan bir şey addediyoruz. Oysa geleneği ben bir ağaca benzetiyorum. Ama kurumuş değil, yaşayan bir ağaca. O ağacı canlı tutan hem toprak altındaki kökleridir hem de toprak üstündeki dalları ve yapraklarıdır. Köklerden su ve mineralleri alır ki özü canlı kalır. Dallar ve yapraklar da güneş ışığı ve oksijeni alır, bunlar da canlılık sebebidir. Yani toplumlar, medeniyetler, insanlar hepimiz birer ağaç gibiyiz. Görünen kısımlarımız var. Bunlar genellikle işlerimiz, somut ürünlerimiz, binalar, kitaplar gibi unsurlardır. Bir de görünmeyen ama bu görünür işleri, olayları belirleyen içsel dünyamız var. İnançlar, duygular, tecrübeler… Dolayısıyla gelenek zaten her mevsim yeni dallar, yapraklar, çiçekler veren köklü bir ağaçtır. Ne sadece görünen yaprakları, meyveleri, dalları, gövdesidir, ne de sadece görünmeyen kökleridir. Başka bir deyişle gelenek ne sadece bugünden, ne de sadece dünden ibarettir. İkisi de birbiriyle bağlantılıdır.
Müminlerin hayatın her alanında diğer medeniyetlerden farklı olarak ortaya koyduğu işlerin farkı ecdatlarından tevarüs ettikleri geleneklerden kaynaklanıyor olabilir. Ama ecdadın farkı da imanı esas alan uygulamalardır. Meselâ kazanılan gelirde fakirin de hakkı olduğuna hiçbir mümin olmayanı ikna edemezsiniz. Bu düşünce ve ürettiği zekât, vakıf, sadaka gibi kurumlar Osmanlı veya Endülüs geleneği olduğu için değil, iman eserleri olduğu için anlamlıdır. İmanı ve tevhidi esas almadan sürekli ecdat demenin bir anlamı yok. Çünkü ecdadın her biri, her yaptığı da Hakk'a göre doğru değil. Demek ki müminlerin gelenek anlayışı da her şeyleri gibi bambaşkadır. Çünkü biz sadece geçmişten günümüze gelen birikimimizi değerli görmeyiz. Onu ebedî ilahî ölçülerle sürekli teyid, tasdik ve tecdid etmek durumundayız. Yani bir şey ecdatta var diye otomatikman yüceltmeyiz. O şey Allah ve Rasûlü'nün (sav) ölçülerine uygun mu, değil mi diye bakar, ona göre değerli olan ile olmayanı, doğru ve güzel olan ile olmayanı ayırırız. Biz ecdat olanların da, kırk derece yabancı olanın da doğrularına talibiz.
Mümin, ayırt eden insandır. Toptancı değildir. Elinde ölçü olan insandır.. Kendini de başkasını da, geçmişi de bugünü de sağlam ölçülerle değerlendirir. Günün moda değerlerini esas alarak kendine adapte etmez. Bizim iki asırlık sıkıntımız ölçülerimizden haberimiz olmaması, üstelik onları öğrenmeyi merak bile etmememiz. Bu hususta ne muhafazakar söylem ne de Batıcı söylem sadra şifadır. Biri yücelterek, diğeri yok sayarak geleneği güncelden koparmakta. Kökleri, gövdeyi, dalları zedelemekte. Muhafazakârlık geleneğin üstüne kapanarak onu boğmakta, yeniden üretilmesini engellemekte. Batıcılık ise zaten önüne gelen her geleneksel unsuru imha etmekte.
Biz bu yüzyılda teknolojik gelişmeleri, uzaya çıkan insanları konuşurken diğer yandan ciddi bir kültürel savaş da tartışılıyor. Sizce bu çağda hâlâ neden bunları tartışıyoruz?
Kültür savaşlarını çoktandır yaşıyoruz ama acaba buna savaş demek ne kadar doğru? Çünkü savaş, en az iki tarafı olan bir mücadele. Oysa son iki asırdır yaşanan şey bir savaştan çok tek taraflı bir işgal. Batı, siyasi ve ekonomik gücünü kültürel fikirleri sömürdüğü her yere empoze ederek büyüttü. Bugün dünyada bulunan ülkelerden İngiltere'nin işgal etmediği ülke sayısı 10-20 tanedir. Bir düşünün! İngilizi, Fransızı, Hollandalısı, Almanı, Avusturyalısı, Belçikalısı, İtalyanı gittiği yerleri harap etmeyen bir tek Batılı ülke yok. Peki, Doğulu dediklerimiz daha mı iyi? Onlar da değerler sistemi açısından Batı'dan pek farklı değiller. Çin'i, Japonya'sı, Rusya'sı, Hindistan'ı da böyle. Ama Batılılar bu işin piridir. Diğerleri onları taklit etmeye çalışıyorlar. Batı'nın asıl işgali ve yıkımı gittiği yerlerdeki toplumları kendilerini hiç görmeye, hor görmeye ikna etmeleridir. "Batı her şey, biz hiçbir şeyiz" dediğiniz anda istediğiniz kadar bağımsızlık, kimlik lafları edin kıymeti yok. İşgali kendi elinizle, kendi aklınızla, kimse tepenizde silah sıkmadan kabullenmiş oluyorsunuz.
Son iki asırdır Müslümanlar dinlerini bile Batılıların tercihlerine, tezlerine göre değerlendirmeye alıştılar. Onların dediklerini alıp kendi din yorumlarına yamıyorlar. Oryantalizm içselleştirildi. Bir devirde Batı'da moda olan hangi teori varsa; modernist, tarihselci, yorumsamacı, postmodern, ne derseniz deyin güya dinimizi doğru anlamak iddiasıyla İslâm'a yamanmaya çalışılıyor. Leyleği kuşa benzetmek gibi dinimizin bu seküler izahlara uymayan kısımları kesilip atılıyor. Mümin, mümin olmaktan böyle çıkıyor. Allah'ı, O'nun kelâmını ve Rasûlünü seküler bir Batılı gibi anlamaya ve yorumlamaya başlayınca inancı ve yaşayışı da ona göre değişiyor. Ama bizimkinin haberi yok. Zaten fiili deist. Bir tek iyice zıvanadan çıkıp bunu ilan etmediği kalıyor.
O yüzden bizim asıl meselemiz Batı değil. Batı'yı da takıntı hiline getirmeyelim. Bizim asıl derdimiz kendimizi bilmek, kendimiz olmak... Kimlik derken kişiliği unutmamak... Çünkü biz, Müslümanlar olarak iki asırdır kendimizi kaybetmiş durumdayız. Burada ve her yerde "kendilik" derken ne bir etnik kökeni, ne bir tarihi süreci, ne bir başka sıfatı kastetmiyorum. Benim kendilik dediğim kulluk tabii ki... Kendimizi o yüzden imandan, ihlastan uzak Batılı terimlerle tanımlamayı, işimizi-gücümüzü piyasaya göre yapmayı kanıksamış vaziyetteyiz. Kendi kavramlarımızı, değerlerimizi, geleneklerimizi demode, işe yaramaz görüyoruz. Kendini bilmeyen birisi nasıl işgalciye karşı duracak, hatta cevap verecek ve galip gelecek?
Bu işgal bizim için nasıl bir tehdit peki?
Bu sömürü iki asır önce başladı ve zaten devam ediyor. Üstelik bu sömürüyü gönüllü kabul eden Batıcılar kadar ve belki ondan da fazla şimdi muhafazakârlar o sömürüye gönüllü aracılık ediyorlar. Bizim Batı'dan sürekli bahsetmemizin, benim de kanıksadığım konularda Batı'nın yıkıcı yüzünü göstermeye çalışmamın asıl sebebi bir tehdit algısı oluşturmaktır tabii. Çünkü insan en büyük zararı beklemediği yerden vurulursa alır. Batı'nın dört bir yanımızı, hatta içimizi kuşattığı bir zamanda mümin kalmanın bir şartı da Batı'dan-Doğu'dan fark etmez, inanmayanlardan gelen her şey hakkında şüphe duyması, iyice araştırması ve ince eleyip sık dokumasıdır. Çünkü bu çağ yalanın sanat hâline geldiği bir çağ. Samimiyet en az rastlanan şey. Ama gelin görün ki biz inanmayanların işlerine değil, kendi kaynaklarımıza karşı şüphe gösteriyoruz. Üstelik onların tezlerini kullanarak bunu yapıyoruz. Dini dert edinenler var, bir de dinle derdi olanlar var. Her dinden bahseden dindar değil. Çünkü müminin dindarı ahlâkından belli olur. Din ahlâktır. Öyle dünyayı analiz etmek, büyük olay ve süreçlerden bahsetmek, Batı'dan şikâyet etmek, geçmişten-bugünden şikayet etmek, gençten-yaşlıdan şikayet aslında emek vermemek, gayret etmemek için yaslandığımız çürük payandalardır.
Ben senin ahlâkını nereden bilirim? Sen güce nasıl bakıyorsun, gücü nasıl elde ediyorsun ve kullanıyorsun? Siyaseti-ticareti nasıl yapıyorsun? Şoförlüğünde, öğretmenliğinde, memurluğunda, siyasetçiliğinde Allah ve Rasûlü'nün ölçülerini mi, kendi işine gelen şeyleri mi esas alıyorsun? İşte ben senin ahlâkını tercihlerinden anlarım. Somut işlerinden, tutturduğun yoldan anlarım. Kendim başta sözle bu kadar uğraşmamızın sebebi özümüzün zayıf olmasıdır. Öz azaldıkça söz çoğalıyor. Çünkü işimiz konuşmuyor. Ticaretimiz, siyasetimiz konuşmuyor. Onları hakkıyla yapmadığımız için üstlerini âyet, hadis ve dini söylemler ile boyuyoruz. Bu söylemleri üretmek için ağzımızı çok çalıştırıyoruz. Kendimiz berbat vaziyetteyiz o yüzden suçu hep topluma, başkalarına, birilerine atıyoruz. Hakk'a döneceğiz, kayıtsız-şartsız adam gibi adam, mümin gibi mümin olacağız. Başka çaresi yok.