İNSANLIĞI YAPILANDIRMA PROJESİNİ ANLAMAK
2012 yılı, akıllı telefonların hayatımıza girdiği tarih olması bakımından çok önemli bir tarih. 2012'den bugüne kadar geçen süreci dikkatle takip ettiğimizde, her gün saatlerce baktığımız ekranlar vasıtasıyla adım adım insanlığı kontrol altına almaya başladıklarını görürüz. Günlük kullanımımızda ziyaret ettiğimiz sayfalar, yaptığımız alışverişler, takip ettiğimiz insanlar ve bunun gibi birçok veriyi toplayıp bizim hakkımızda bir profil elde ediyorlar ve bize bu doğrultuda bir internet evreni oluşturuyorlar. Oluşturdukları evrenden büyük bir maddi kazanç ve siyasi çıkar elde ettiklerini söylememiz lazım. Diğer taraftan insanlığı daha kontrol edilebilir bir noktaya getirmeye hatta insanlığı yeni baştan inşa etmeye çalışıyorlar. Peki, kim bunlar? Sosyal medya piyasasının büyük bir kısmını elinde bulunduran Mark Zuckerberg ve büyük veri sağlayıcısı Google'ın kurucuları Larry Page ve Sergey Brin.
Bu söylediklerimin izlerini Yuval Noah Harari'den de takip etmek mümkün. Türkiye'de bir milyondan fazla satış rakamına ulaşan ve bütün dünyanın ilgiyle takip ettiği büyük düşünür (!), Homo Deus kitabının sonunda bazı önemli itiraflarda bulunuyor. Belki itiraf da dememek lazım, asıl planları pervasızca dile getiriyor: İnsanlığın bir veri birikimine dönüştüğünü, bu anlamda kontrol edilmeye muhtaç olduğunu ve küçük bir azınlığın dışarıda kalarak düşünemeyen büyük çoğunluğu kontrol etmesi gerektiğini söylüyor.
Toplumsal cinsiyet belasının baş kurmayı Amerikalı sosyolog Judith Butler da; "Gerçekten de uluslararası lezbiyen ve gey ajandasının görevi, gerçekliğin yeniden yaratılmasından, insanın yeniden oluşturulmasından ve neyin yaşanabilir olup neyin yaşanamaz olduğu sorusunun arabuluculuğundan başka bir şey değildir. Peki böyle bir çalışma niye adil olmasın? Ya yeni toplumsal cinsiyet biçimleri mümkünse?" diyor.
"İnsanlığı yeniden yapılandırma" projesi
Maddi ve politik amaçlarla ve bunun da ötesinde yeni bir insan "yaratma" amacıyla açtıkları bütün cephelerin, dikkatli bir okuması yapıldığında Yahudi
tarihiyle doğrudan ilişkisi var. "Never Again" yani "bir daha asla" olarak adlandırabileceğimiz bu proje, tarih boyunca oradan oraya sürgün edilen ve çeşitli zulümlere uğrayan Yahudilerin bir daha benzer olaylarla karşı karşıya gelmemelerini amaçlıyor. İşte tam olarak bunun için yani kendi ikballeri için daha kolay kontrol edilebilir, gardı düşürülmüş yeni bir insan modeline ihtiyaçları var ve bu insanı inşa etmek için onu "fazlalıklarından" arındırmaya çalışıyorlar.
Son kitabım Hekaton'la Son Tango'da detaylarıyla anlattım fakat meselenin öz halinde anlaşılabilmesi için "insanlığı yeniden yapılandırma" projesini çatı halinde anlatmak istersek, bu projenin hayata geçirilebilmesi amacıyla altı temel cephe açtıklarını söyleyebilirim: Kadim terbiye sisteminin çökertilmesi, kadın hakları derken "erkek kadın" yaratma projesi, baba otoritesinin yok edilmesi, eşcinsel hayat tarzının, her türlü cinsel sapkınlığın ve sübyancılığın küresel çapta eş zamanlı olarak arttırılması, toplumsal cinsiyet ideolojisi, tabii duyguların kasıtlı olarak başka alanlara yönlendirilmesi (üstel bir hızla arttırılmış hayvan sevgisi).
İnsanlığı tamamıyla kontrol edilebilir kılmak için otoriteye karşı bir savaş açmaları gerekiyordu. Aile içinde baba otoritesini, makro planda da devlet otoritesini hedef aldılar. Bu anlamda bu güçler, "açık toplum" prensibine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Açık toplum teorisi, Yahudi asıllı İngiliz filozof Karl
Popper'ın ürettiği ve yine Yahudi asıllı milyarder George Soros'un Açık Toplum Vakıfları'na 32 milyar dolardan fazla bağış yaparak desteklediği
büyük bir proje. Burada da temel hedefin otoriteyi yok etmek olduğunu söylemeliyiz.
Otorite kavramını yok etmek
Peki, Yahudilerin otorite kavramıyla yaşadığı problemin asıl kaynağı ne? Sigmund Freud'un "Oedipus kompleksi" adını verdiği meşhur ama bence saçma teori, çocuğun karşı cins ebeveynine bir alaka beslemesi, kendi cinsinden olan ebeveynini de rakip olarak görmesini ifade ediyor. Yani erkek
çocuk annesine karşı birtakım hisler besliyor ve bu konuda babasıyla içten içe bir otorite savaşına giriyor. Yahudiler, tarih boyunca yaşadıkları ve özellikle de son yüzyılda Almanlardan gördükleri zulümleri Oedipal teoriye bağlıyorlar. "Nasıl olur da Almanlar milyonlarca soydaşımızı göz göre göre katlettiler, bu öfkenin kaynağı ne" diye sorguluyorlar.
Aslında burada "yer değiştirmiş" bir öfke söz konusu. Psikolojide yer değiştirme, bir duygunun ilk ve tabii nesnesinden farklı bir nesneye yönlendirilmesi anlamına geliyor. Örneğin bir patronun evden eşiyle kavga ederek çıkması neticesinde işyerinde çalışanlarını azarlaması buna bir örnek. Dolayısıyla, Freudien teoriyle açıkladıkları, Almanların içinde biriken Oedipal öfkenin kendileri üzerinden ortaya çıktığını düşünüyorlar. "Never Again"i hatırlarsak, bir daha asla benzer zulümler yaşamamak için de bu öfkenin kaynağını, yani aile içinde baba otoritesini, makro ölçekte de
devlet otoritesini yok etmek gerektiğini düşünüyorlar.
Baba otoritesini yok etmenin başka bir neticesi daha var: Aile kurumunu ortadan kaldırmak ve nüfusu azaltmak. Kadınları erkekleştirme, feminizm,
toplumsal cinsiyet ve hayvan düşkünlüğü gibi farklı araçlarla eşgüdümlü giden baba otoritesi karşıtlığı neticede insanların aile kurmasına engel olacak, kurulmuş aileleri ifsad edecek ve insanları çocuk yapmaktan imtina edecek bir noktaya getirecek.
Bugün çevremize baktığımızda bu planlı hareketin maalesef başarılı sonuçlandığını görebiliriz. Evlilik yaşının 30'ları geçmesi, evliliklerde artık en fazla bir çocuk olması, çocuk sahibi olma yaşının 40'lara yaklaşması, insanların çocuk yerine evcil hayvan beslemeyi tercih etmeleri ve çocuk sevgisinin hayvan sevgisine yönlendirilmesi hep gözlemlediğimiz şeyler…
Giderek artan bir propaganda
Evrende müthiş bir denge var. Milattan önce 500'lerde yaşayan Lao Tzu, bu dengeyi "yin-yang" diyagramıyla açıklar. Bizim geleneğimizde de bu denge celal ve cemal dengesi olarak adlandırılır. Bu ikilem bir araya geldiğinde ortaya tevhi ve tevfik çıkar. Celal ve cemalin insandaki zuhuru da kadın ve erkektir. Kadın ve erkeğin meşru birlikteliği birlik halini ve kusursuz senkronizasyonu oluşturur. Yaratılışın tabiatında bu dualite ve tevhid
hali birlikte işliyor. Bu durumu kuantum fizikçileri de anlamışlar, metinlerinde tevhi düşüncesine, cemal-celal birlikteliğine sık sık rastlamak mümkün.
İzah etmeye çalıştığım denge, "Never Again" in önündeki en büyük engellerden biri. Bu dengeyi yok etmek için de, yin-yang diyagramındaki artı ve eksi kutupları birbirine karıştırma gayreti içindeler. Sahip oldukları Hollywood, Netflix, Google gibi imkânlarla son yıllarda giderek artan bir eşcinsellik propagandasıyla karşı karşıya olduğumuzu söylemeliyiz. Peki, eşcinsellik tabiata uygun mu? Bu durumu bir örnek üzerinden anlatmaya çalışacağım.
Benim ilk eşcinsel terapi vakam, mesleğimin ilk yıllarında Zürih Üniversitesi Psikiyatri Polikliniği'nde gerçekleşti. Eşcinsel bir tiyatro oyuncusu depresyon şikayetiyle bana geldi. "Beni çok hayal kırıklığına uğrattılar. Kiminle ilişki yaşadıysam ihanete uğradım" dedi ve maruz kaldığı ihanetleri anlatmaya başladı. Ben de ne kadar ilişki yaşadığını sordum ve "500'ün üzerinde" cevabını alınca dondum kaldım. Meğer her gece umumi tuvaletlere gidip gözüne kestirdiği insanlarla ilişkiye giriyormuş… Böyle bir münasebet tarzından nasıl sadakat doğacağını düşündü de hayal kırıklığına uğradı acaba?
Tabii ilerleyen yıllarda böyle vakalarla çok karşılaştım, bu konuyla ilgili çok da araştırma okudum. Hepsinin bir ortak özelliği var: Umumi tuvaletlerde, saunalarda veya bu tür işler için düzenlenmiş karanlık oda gibi ortamlarda yüzlerce, binlerce ilişki yaşıyorlar ve bu ilişkiler neticede mutlaka psikolojik acılara ve somatik hastalıklara dönüşüyor.
Eşcinsellik, şiddet, depresyon
Bu durumun psikolojisini anlamamız gerekiyor. Artı kutupla artı kutup, eksi kutupla da eksi kutup birbirini çekemiyor, itiyor. Bu durum da müthiş bir tatminsizlik ortaya çıkarıyor ve tabii ki tevhid zedeleniyor. İnsan, tabiatı itibariyle tevhide muhtaç; aslında onu arıyor. Fakat yolunu kaybeden insan eşcinsel birlikteliklerle bırakın bu tevhidi yaşamayı, ondan giderek uzaklaşıyor, tatmin duygusunu yaşayamıyor, psikolojik ve somatik açılardan parçalanmaya başlıyor.
Eşcinsel hayat tarzını benimseyenler somatik hastalıklara gebe oldukları kadar psikolojik hastalıklara ve depresyona da mahkumdurlar ve eşcinsellerde depresyon ihtimali diğer insanlara göre çok daha yüksektir. Bunun aksini savunanlar, insanın eşcinsel olması hasebiyle değil, toplum baskısından dolayı depresyona girdiklerini söylerler. Fakat kestirmeden söyleyeyim; bu temelsiz ve kasıtlı olarak saptırılmış yalan bir argüman ve bilimsellik utancıdır… Eşcinselliğin bırakın utanılacak bir davranış, iftihar edilmesi gereken bir durum olarak addedildiği Yeni Zelanda'da veya San Francisco'nun Castro semtinde eşcinsellik kaynaklı hem somatik patoloji hem de depresyon oranları diğer coğrafyalarla aynı! Dolayısıyla bu
tür bir hayat tarzı depresyonu, uyuşturucu bağımlılığını, alkolizmi ve sapıklığı beraberinde getirir.
Ben yıllardır eşcinselliğin doğuştan gelmediğini, aynen modern psikiyatrinin üç büyük ismi, S. Freud, A. Adler ve K. G. Jung'un tanımladıkları gibi "somatik ve psikolojik hastalıklara yol açan bir gelişim bozukluğu" olduğunu savunuyorum ve bunu her ortamda söylüyorum. Çeşitli çevrelerden
sürekli homofobik olarak yaftalamıyorum veya kin ve düşmanlık aşılamayla itham ediliyorum.
Bu konuda müthiş koordinasyonlu bir baskı ve kontrol mekanizması olduğunu hepimiz biliyoruz. Youtube'da trans eğilimli kızlara nasıl testosteron enjekte edileceğini gösteren 6000'in üzerinde video varken, LGBT aleyhinde yapılan konuşmalar algoritma tarafından siliniyor. Aynı baskı maalesef
Türkiye'de de var. Akademide öyle sıkı bir denetim var ki, aleyhlerinde yayın yapanlar hemen aforoz ediliyor. Psikoloji derneklerinde de durum farklı değil.
Ne yapmalı?
Bu kötü niyetli organizasyonla mücadele etmenin yollarını aramazsak yakın zamanda dünya yaşanamaz bir hal alacak, Türkiye de bunu izleyecek. Her şeyden önce, insanlığa karşı açılmış bir savaşın ortasında olduğumuzun bilincine varmamız gerekiyor. Adını koymalıyız; bu, bir avuç insan tarafından bize karşı açılmış bir savaş. Faraza, ülkemize Trakya'dan, Ege'den savaş cephesi açılsa ne yapılır? Genelkurmay Başkanlığı hemen bir operasyon merkezi kurar ve strateji hazırlar. Biz de savaşın şuuruna varıp vakit kaybetmeden bir Yüksek Stratejik Sosyal Araştırmalar Enstitüsü kurmamız gerekiyor. Savaşın cephelerini çok iyi anlayıp, devletin en üst kademelerinin desteğiyle bir stratejik plan hazırlamamız gerekiyor.
Bu savaşın en önemli yayılma alanı her gün maruz kaldığımız ekranlar. Ekranda geçirdiği zamanla orantılı olarak her insanın bir örtülmüşlük katsayısı var. Ne kadar çok ve ne kadar niteliksiz zaman geçiriyorsan o kadar fazla örtülüyorsun. Bugün maalesef insanlığın büyük çoğunluğu örtülmüş vaziyette. Bir arkadaşımızla yüz yüze sohbet ederken, bir toplantıda tartışma yaparken aklımızın büyük çoğunluğu gezindiğimiz sayfalarda kalıyor. Dolayısıyla ekrana bakmıyorken bile örtülmüş durumdayız. Şuurlu insanlar olabilmemiz için örtülmüşlük katsayımızı azaltmamız gerekiyor. Bunu başarabilmek için mutlaka bir algoritma mühendisliği çerçevesinde LLM (Large Language Models / Büyük Dil Modelleri), Transformer (deep learning architecture = derin öğrenim mimarlığı) gibi araştırmaları başlatmamız ve mutlaka bir rahmani yapay zekâ uygulaması geliştirmemiz gerekiyor. Gezindiğimiz sayfaları elekten geçirecek, dizi-film platformlarına yüklenen filmlerdeki subliminal öğeleri tespit edebilecek, ekranlarımızı adeta sterilize edecek bir sisteme ihtiyacımız var.