Bercan Tutar: KÜRESEL VE ULUSAL SİYASETTE “BÜYÜK ŞEHİRLER SORUNU”

KÜRESEL VE ULUSAL SİYASETTE BÜYÜK ŞEHİRLER SORUNU
Giriş Tarihi: 28.03.2024 11:46 Son Güncelleme: 28.03.2024 11:46
Küresel sistem her açıdan tıkanıyor. Mega kentler olgusu da bunun bir göstergesi. Mega kentler eksenli yeni feodalizm ile yeni federalizm eğilimleri dünyayı bir ahtapot gibi sarabilir.

ABD başta olmak üzere bazı aktörler uzun zamandır kentsel bir ülkeye daha doğrusu metropolitan bir dünyaya dönüştü. Nüfus ve ekonomik aktivite artık büyük şehirlerde ve çevre bölgelerde yoğunlaşmış durumda. En önemli büyükşehir bölgelerinden yani metropolitanlardan yirmisinin toplamı neredeyse ülke ekonomisinin yüzde 52'sini oluşturuyor. ABD'deki bu ekonomik tablo dünyada "büyükşehir devrimi" denilen temel bir olguyu temsil ediyor.


Ülkemizde de yerel seçimler nedeniyle büyükşehirler için yoğun bir rekabet yaşanıyor. Özellikle ülkemizin mega kenti İstanbul için. Bir metropolitan olarak bütçesi 7 bakanlıktan ve diğer birçok önemli ulusal kurumdan daha fazla olan İstanbul, bu ekonomik gücü yanında demografik ağırlığıyla da ulusal siyasetin rotasını belirlemede de adeta lokomotif konumunda.

38 milyon nüfusuyla Tokyo-Yokohama metropolü ile 35 milyonluk Cakarta, 31 milyonluk Yeni Delhi, 27 milyonluk Guangzhou-Foshan, 25 milyonluk Mumbai, 24 milyonluk Şanghay, 23 milyonluk Seul, 22 milyonluk Kahire, 21 milyonluk Meksiko, 21 milyonluk Kalküta, 21 milyonluk Sao-Paulo, 20 milyonluk Karaçi, 19 milyonluk Dakka, 18 milyonluk Bangkok, 18 milyonluk Pekin, 17 milyonluk Moskova ve yine en az 10 milyon üzerindeki popülasyonlarıyla dikkat çeken Buenos Aires, İstanbul, Los Angeles, Paris, Londra, Tahran, Lima gibi dünya üzerinde 44 mega kent var.
Bir bakıma küresel ve ulusal siyaset ile ekonomi bu metropoller ile hinterlantları üzerinden dönüyor. Haliyle üretim ilişkileri açısından kapitalist öncesi döneme ait olarak lanse edilen feodalizmin ve siyasi açıdan da yeni federalizmin doğuşunu temsil ediyor metropol olgusu. Metropalitanizmin tetiklediği yeni federalizm düşüncesi ulusal kimliği ve merkezi hükümetin ekonomik gücünü sorgulayan bir trende dönüşüyor. Yeni federalizm daha çok "Ekonomik büyüme eyaletler arası rekabete atfedilebilir veya sadece merkezi hükümetler sosyal refahla ve kaynakların yeniden dağıtımı ile etkili bir şekilde ilgilenebilirler…" düşüncesine karşı çıkıyor.

Süperstar şehirler
Kuşku yok ki ekonomik faaliyet ve siyaset mega şehirlerde yoğunlaştıkça, bu şehirlerin ülkeyi düzenleme biçimine müdahalesi artıyor. Bu da geleneksel mali yapının kabul ettiği dağıtım modelini sekteye uğratıyor. Şehirler güçlendikçe devletin ulusal finansmanı daha fazla sarsılmaya başlıyor. Çünkü mevcut üretim alanları arasındaki uyumsuzluk ve uçurum; ekonomik aktiviteleri düzenleme ve kaynakları yeniden dağıtımını sağlayan en etkili aktör konumundaki merkezi hükümetin hem dayandığı meşruiyeti erozyona uğratıyor hem de hesap verilebilirliğini yeniden gündeme taşıyor.

Burada nükseden güç ve güçlük, ister istemez siyasi kutuplaşmayı artırıyor. Dünyada bu bağlamda ekonomik kalkınma ile mekânsal kutuplaşma arasındaki makas her geçen gün daha da açılıyor. Bu olgu pek çok ülkede "süperstar şehirler"in ikincil şehirler ve küçük kasabalar aleyhine artan hâkimiyeti doğal olarak ekonomik, sosyal ve politik bölünmeleri daha da keskinleştiriyor.


Mega kentlerin yükselişi ve diğer sıradan kentlerin göreli düşüşü politika yapıcıları, önceliklerini yeniden düşünme ve daha dengeli bir kentsel kalkınma paradigmasını benimsemeye de zorluyor.

Pek çok ülkede son kırk yıldır yaşanan mekânsal eşitsiz gelişme, metropol bölgelerde zenginlik ve sosyal fırsatların artan yoğunlaşması ile karakterize edildi. Akademisyenler Saskia Sassen ve Edward Glaeser'in belirttiği gibi finans, ticari hizmetler ve teknolojik yenilikler için merkez görevi gören büyük şehirler, liberalleştirici reformlardan ve küresel ekonomik entegrasyondan büyük faydalar elde etti.


Çoğu akademisyen ve politika eliti, büyük şehirlerdeki bu patlama zamanlarını kutladı. Dünya Bankası ve McKinsey Global Enstitüsü'nün kentsel gelişim çalışmaları da mega metropollerin daha fazla inşa edilmesine ve daha fazla göç olasılığına dayanan stratejileri onaylıyor.

Metropolitanizm ve kutuplaşmış gelişme
Fakat metropolitanizmin tetiklediği kutuplaşmış gelişme sosyoekonomik eşitsizliği artırırken siyasi rekabeti ve küresel ekonomiyi de giderek daha kırılgan hale getiriyor. Mekânsal olarak eşitsiz gelişme (yerler arasındaki eşitsizlikler ve adaletsizlikler) otomatik olarak sosyoekonomik eşitsizliğe (insanlar arasındaki eşitsizliklere) dönüşme potansiyeline sahiptir. Çünkü eşitsizliğin iki biçimi sıklıkla el ele gider.


Örneğin ABD'deki ekonomik araştırmalar, büyük şehirlerdeki ücret eşitsizliğinin küçük şehirlere göre daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. Ancak daha da büyük endişe verici olan, kentsel bölgeler arasındaki eşitsizliklerin artmasıdır. Her ne kadar teoride daha fakir bölgelerdeki bireyler daha zengin yerlerdeki fırsatları takip etmek için yer değiştirebilseler de pratikte daha yüksek yaşam maliyetleri ve sosyal bağlantı eksikliği genellikle hareketliliği caydırıyor. Üniversite eğitimi almış bireylerin, daha düşük eğitim seviyesine sahip olanlara göre evden uzaktaki fırsatları arama olasılıkları daha yüksek.

Kentsel bölgeler arasındaki ekonomik eşitsizlikler aynı zamanda farklılaşan sosyal ve sağlık sonuçlarıyla da ilişkilidir… Daha yoksul bölgelerde aynı zamanda daha yüksek boşanma oranları ve daha düşük yaşam beklentileri görülüyor. Bu nedenle bugün sıkılaşan ikamet kuralları ve fahiş yaşam maliyetleri nedeniyle daha fazla göçmen büyük şehirlerden dışlanıyor. İyi eğitim almış çalışanların bir kısmı bile artan maliyetler nedeniyle büyük şehirlerde barınamaz hale geliyor.

Gelişmekte olan birçok ekonomide mekânsal ve sosyoekonomik eşitsizlik de bir arada mevcut. Çin'de iş arayan on milyonlarca kırsal göçmen Şangay ve Shenzhen gibi önde gelen şehirlere akın etti, ancak birçoğu yasal ve sosyal koruma eksikliği nedeniyle kendilerini ikinci sınıf sosyoekonomik statüye düşmüş halde buldu. Gelişmekte olan dünyada kırdan kente göç edenlerin çoğunun bulunduğu ikincil şehirler, yoğun yoksullukla boğuşuyor. Bu olgu kamu mallarının, ekonomik fırsatların ve siyasi ilginin dağıtımındaki "metropol önyargısı"nı yansıtıyor.

Mekânsal eşitsiz gelişme

Eşitsizliğe katkıda bulunmanın ötesinde, mekânsal olarak eşitsiz gelişme, kurumları çürüten bir "kızgınlık siyaseti"ne yol açıyor. Katherine J. Cramer'in belirttiği gibi kırsal kesimde ve küçük yaşayan Amerikalılar, metropol seçkinleri tarafından aşırı vergilendirildikleri ve kültürel olarak marjinalleştirildiklerine inanıyor. İngiltere'de 2016 Brexit Referandumu'na verilen destek, küçük kasaba ve şehirlerin ekonomik güvensizliğinden ve Londra merkezli kültürel düzene yönelik öfkeden kaynaklandı.

Diğer tarihsel dönemlerde ve coğrafi ortamlarda da ayrıcalıklı metropoller ile hüsrana uğramış iç bölgeler arasındaki çatışmalar ulusal siyasi sistemleri istikrarsızlaştırdı. Buenos Aires ile Arjantin'in eyaletleri arasında uzun süredir devam eden anlaşmazlıklar buna bir örnek teşkil ediyor. Tayland'ın Eylül 2006'daki askeri darbeden bu yana yaşadığı siyasi dalgalanma bir başka durum daha sunuyor. Jeremy Wallace'ın araştırmasında görüldüğü üzere yüksek "kentsel yoğunlaşma"nın olduğu ülkelerde rejim çökmeye daha yatkın.

Büyük şehirlerin finansal, ticari ve inovasyon merkezleri olarak işlev görebilmesi hassas kentsel altyapılara bağlıdır. Doğal afetler, endüstriyel kazalar, terör olayları veya askeri çatışmalar nedeniyle bu tür sistemlerin bozulması büyük şehirleri felce uğratabilir ve bunlara büyük ölçüde bağımlı olan ulusal ekonomileri riske edebilir. Bu bağlamda bugünlerde olası bir İstanbul depreminin Türkiye ekonomisini nasıl çökerteceği senaryoları çok sık konuşuluyor.

Doğal afetler dışında metropolitan merkezlere yönelik siyasi afet diyebileceğimiz gelişmeler de sadece o alanı değil bir bütün olarak ülkeyi hatta küresel politikayı bile sarsabiliyor.

11 Eylül 2001 saldırıları, yalnızca korkunç can kayıplarına neden oldukları için değil aynı zamanda kilit şehirlerin ve dayandıkları ulusal ekonomilerin savunmasızlığını ortaya çıkardığı için de şok ediciydi. New York'un yapay tehditlerin yanı sıra doğal tehditlere karşı duyarlılığı, şehrin geniş bir bölümünü karanlıkta bırakan ve şehre yaklaşık 20 milyar dolarlık hasar veren 2012'deki Sandy Süper Fırtınası'nın insani ve ekonomik maliyetleriyle bir kez daha ortaya çıktı.

İnsanların, ekonomik faaliyetlerin ve kritik altyapının kilit şehirlerde yoğunlaşmasının jeo-stratejik maliyetleri de vardır. Örneğin, Seul'ün Kuzey Kore güçlerinin topçu ateşine karşı savunmasızlığı, Güney Kore ve müttefiklerinin güvenlik politikası seçeneklerini ciddi şekilde kısıtlıyor.

Mega kentler eksenli yeni feodalizm

Çoğu zaman gözden kaçırılan şey, mega kentlerin aşırı hakimiyetinin ve bunun yarattığı risklerin, yalnızca piyasa güçlerinin değil, yerel ve uluslararası politika tercihlerinin bir ürünü olduğudur.

Çin ve Hindistan gibi dünyanın en büyük gelişmekte olan ekonomilerinde, hükümet politikaları genellikle büyük şehirleri açıkça kayırıyor ve onlara ekstra kaynaklar ve özel politika ayrıcalıkları sağlıyor. Çin'deki politika yapıcılar, küresel anlamda rekabetçi büyük şehirleri geliştirmeye çalışıyorlar ve eyalet başkentlerine ve diğer önemli şehir merkezlerine siyasi düzenlemeler ve kaynak tahsisi açısından daha çok destek sağlıyorlar. Buna benzer tercihler diğer ülkelerin mega kentleri ve politikacıları için de geçerli.

Batı'daki liberal piyasa ekonomilerinde bile politik faktörler mega kentlerin başarısını güçlendiriyor. ABD hükümetinin finansal hizmetleri, endüstriyel rekabeti, bölgeler arası ulaşımı ve fikri mülkiyet haklarını (IPR) düzenleme biçimindeki değişiklikler, ekonomik rekabetin oyun alanını en büyük finansal, ticari ve inovasyon merkezlerinin lehine çevirdi. Bu tür yasalar, "birkaç baskın şehrin gücü tekeline alma eğilimini kontrol etmeyi" amaçlıyordu. San Francisco Körfez Bölgesi, Seattle ve Boston gibi çekirdek teknoloji merkezleri, 1980'lerden sonra mahkeme kararlarından ve patent sahiplerini güçlendiren mevzuattan, yerleşik sektör liderlerini cesaretlendiren ve büyük şehirlere yakınlığı yasal hale getiren trendlerden yararlandı.

21. yüzyıl için daha kapsayıcı ve sürdürülebilir bir şehircilik tasavvur eden ve aralarında Richard Schragger, Margaret Kohn ve Charles Marohn'un da bulunduğu çeşitli düşünürler, yerelci bir kentsel gelişme anlayışını yeniden canlandırmaya çalışıyor.

Çünkü 20. yüzyılda geliştirilen kent biçimleri özellikle ulaşım, konut, kamusal alan ve kentsel planlama açısından artık başarısız bulunuyor. Şu anki küresel ekonomik krizi yanlış kentleşmeye bağlayanlar bile var. Bu açıdan bakıldığında şu anki krizler bazı uzmanlara göre sadece finansal ya da ekonomik değil, aynı zamanda çevresel, sosyal ve işlevseldir. Sürdürülebilir olmayan bir kentleşme modelinin krizidir.

Ancak görülen şu ki küresel sistem her açıdan tıkanıyor. Mega kentler olgusu da bunun bir göstergesi. Hem ulusal hem de küresel çapta radikal fikirlerin ve akıllı vizyonların ciddi şekilde düşünülmesi gerekiyor. Yoksa mega kentler eksenli yeni feodalizm ile yeni federalizm eğilimleri dünyayı bir ahtapot gibi saracak. Bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz sahneler yani mekânsal, siyasal ve finansal kutuplaşma ve tecritler küresel çapta gerçeğe dönüşecektir.

BİZE ULAŞIN