Hakkı Öcal: ÇÜRÜME İLE ÇÖKÜŞ ARASINDAKİ BAĞLANTI

ÇÜRÜME İLE ÇÖKÜŞ ARASINDAKİ BAĞLANTI
Giriş Tarihi: 6.02.2024 13:34 Son Güncelleme: 6.02.2024 13:34

ABD ile Türkiye arasında 30 yıl süren ve on yıl kadar önce sona eren her yıl sayısız gidiş gelişlerimizi biraz çekilir hale getirmek ve biraz renklendirmek için değişik rotalar, duraklar uygulardık. Bu yolculuklardan birinde, 2017 Mart'ında, Londra üzerinden gelmeyi tercih ettik, çünkü o tarihte Uluslararası Şeffaflık Derneği, yeni yayınlanmış Unmasked: Corruption in the West (Maskesini indiriyoruz: Batıda Yolsuzluk/Çürüme/Rüşvet) başlıklı kitabın
yazarları İngiliz ekonomist Laurence Cockcroft ile Alman siyasal bilimci Anne-Christine Wegener ile üç konuğu çağırdığı bir etkinlik düzenlemişti.

Konuklar, Daily Telegraph gazetesinin araştırma bölümü şefi, Claire Newell, kurumun banka skandalları araştırma bölümünden Murray Worthy, New York Üniversitesi öğretim üyesi ve Kamuyu Bilgilendirme Enstitüsü yöneticisi Prof. Simon Head idi. Kitap, yazarlar ve konuklar 11 saatlik yolculuğu ikiye bölmeye ve araya bir Londra sıkıştırmaya değer diye düşünüyordum.

Erdoğan'ın ve AK Parti'nin 2001 Devrimi'nden sonra, hiç beklenmedik 2013 FETÖ ve 2015 Başarısız Hükumet Darbesi, Türkiye ile ilgili her düşüncenin yolu, ister istemez Batı Aleyhtarlığı'na ve Batı'nın çürümüşlüğü algısına çıkıyordu. Kitabın tanıtımı, bu çerçevede bir yeni düşünce perspektifi vaat ediyordu:

"Batı ne kadar yozlaştı? Avrupa ve Kuzey Amerika'nın resmi özalgısı kamusal yaşamdaki yüksek standartlara dayalı… Ancak yine de yolsuzluk hem kurumsal hem de siyasi dünyayı etkileyen yüksek profilli vakalarla Avrupa, Amerika ve Kanada basınında giderek daha fazla ilgi görüyor. Bu kitap, bu tür vakaların ardındaki itici güçleri, özellikle de siyasi finansın, lobiciliğin, bankacılık sisteminin ve organize suçun rolünü tanımlıyor."

"Yabancılar geldi, bizi bozdular!"

Yazarlar ve diğer katılımcılar, konuşmalarında spor, savunma ve ilaç gibi en hayati ve en insani alanlarda bile yolsuzluğa özellikle yatkın sektörleri ele aldılar. Yazarlar, kitabı yazarken yaptıkları araştırmalarda yolsuzlukla mücadele mevzuatının neden etkili olmadığı sorusuna cevap aradıklarını söylediler. Batı ülkelerinde yasal düzenlemelerin ticaret ahlakında ve özellikle kültürlerin rüşvete giderek daha yatkın hale geldiğini belirlediklerini anlattılar. Diğer katılımcılar da Avrupa ve ABD'de yolsuzlukla mücadele konusuna gerçekten ciddi önem verilmediğini örnekleriyle anlattılar. Bu durumu tersine çevirmek için neler yapılması gerektiğine dair görüşlerini sıraladılar.

Anne-Christine Wegener, Almanya'dan örnekler verdi; 1970'lerde başlayan "misafir işçi" kavramının 1990'larda "göçmen esnaf" ve 2000'lerde "etnik yatırımcı" kavramlarıyla yer değiştirdiğini ve "yolsuzluk" durumunun giderek daha kötüleştiğini anlattı. Wegener, bir bakıma "Biz Almanlar ahlaklıydık; ama yabancılar geldi, bizi bozdular!" demeye getirdi. Buna karşı çıkanlar oldu; ama itirazlar "milliyetçi savunma" çizgisinden öteye geçmedi.

Toplantının tümü, benim anlayışımdaki "corruption" ile tam uyuşmuyordu ve hatta bu konferans için o kadar ekstra bilet ve otel masrafı yaptığıma da
üzülmedim değil. Çünkü cevabını aradığım soru, yolsuzluk, çürüme, rüşvet kelimeleriyle anlatılan bir durum değil, topyekûn bir çöküşün sebeplerine ilişkindi. Yani ne oluyordu da Batı hem kendi içinde hem elini soktuğu her toplumda kurumları ifsat ediyor, ahlakı çökertiyordu?

Üç beş kuruş bahşişten ponza şebekelerine

Kanada ve Avrupa'da "izah edilemeyen zenginleşme" kavramı çerçevesinde sorular yönelttiler ve açıkçası hiçbir cevap alamadılar. Yolsuzluk, sadece birtakım kamu görevlilerinin rüşvet almalarından mı ibaretti? Evet, bu da var yolsuzluk kavramının tanımında. Kimse yaptığı görev karşılığı, ona
kamunun verdiği maaştan başka bir kazanç elde etmemeli. Elbette. Ama bu mudur toplumu ahlaken çöküşe götüren?

Bu soruya "Evet" diyecek çok kişi var; muhtemelen siz de bu kişiler arasındasınız. "Eğer kişiler kendileri -ne kadar küçük de olsa- haksız kazanç elde etmeyi kendileri için mubah görmeseler, başkalarının da büyük-küçük hiçbir haksızlığını olağan saymazlar; toplumda ahlaki bir çöküş başlamış olmaz" diyorsunuz belki. Haklısınız; muhtemelen öyledir. Senin beni, benim ötekini affetmemiz, "Adaam sen de! Memleket batmıyor ya! Alırsa alsın üç kuruş hediye!" dememiz muhtemelen işin başlangıcıdır.

Ama bizim toplumumuzda (ki bunu beraberimizde Almanya'ya da götürmüşüz; öyle anladım bu sözünü ettiğim etkinlikte) işimizi yapan kişiye bir minik armağan vermek, eline üç-beş kuruş sıkıştırmak, "ahlaken çöküş" için ilk adım olabilir mi? Pandemi sırasında evlere hapsolup, her şeyi çevrim-içi aldığımız günlerde, kurye kardeşlerimizin olmayan sokak isimleri, yanlış numaralar ormanından ibaret kentlerimizde bizi bulup siparişimizi elimize teslim etmesi bize hiç de "karşılığını aldığı bir çaba" gibi görünmedi ve dış kapının yanındaki sehpanın üstünde "kurye için" gereken "üç-beş kuruşu" hepimiz hazır bulundurduk. Bulundurmadık mı?

Bununla, fenomenlerin işi banka soymaya ve banka müdürlerinin "Ponzi şebekeleri" kurmaya vardırmaları arasındaki köprü nedir?

ABD dışişleri ve savunma bakanlıklarındaki ABD'nin dünya demokrasi ihraç etmesi gerektiğine, dünyanın buna ihtiyacı olduğuna inanan bir avuç "küreselci" nasıl oluyor da binlerce yıllık bir uygarlık ve onun üzerine bina edilmiş 15 yüzyıllık bir ahlak abidesi olan İslam dinine rağmen, üstelik
beş kuruş rüşvete ihtiyacı olmayacak kadar zengin Arap liderlerini kendi yanlarına çekebiliyorlar?

Ahlaki çöküş mü ahlaki zorunluk mu?

Bu "o yandan olma" veya "bu yandan olma" hali, sizin veya benim tanımımıza göre ahlaki çöküş olmayabilir. Diyebilirsiniz ki bu Arap veya Hint veya
ne bileyim Latin Amerika eliti, o yandan veya bu yandan olmayı, bırakın ahlaki çöküş saymayı, tersine ahlaki zorunluk bile sayıyor olamazlar mı?
Yani mesele biraz fazla ırgaladığınız zaman ahlakın tanımına mı iniyor? Peki, Gazze'nin önce mezalime, sonra soykırımına ve yakında etnik temizliğe tabi tutulması Batı'ya karşı ilkeli karşı çıkış ve buna bağlı olarak, Gazze'nin 50 kilometrelik sahiline 50 kilometrelik bir donanma ile çıkartma yapmaya yol açmıyorsa, ne açabilir? Kudüs'ün doğusu İsrail tarafından işgal edildiğinde, Batı'ya petrol ambargosu uygulayan ülkeler, böyle bir reaksiyon için şimdi ne bekliyorlar?

Tamam; mesele sadece bir görevlinin minik bir hizmetine karşılık duyduğumuz şükranı minik bir hediye ile ifade etmek "büyük çöküntü"ye yol açmıyorsa, acaba Batı'ya yeni bir petrol ambargosu uygulamamak, ABD-Kanada-AB açısından böyle bir "minik hizmete minik şükran ifadesi" gerektirirse, bu da bir çöküntüye yol açmaz mı?

Minik'in tanımı nedir? Ölçüsü nedir? Çürüme ile çöküş arasında nasıl bir köprü olabilir? Böyle bir köprü var mıdır? Varsa ne kadar minik taşlarla döşelidir?

Uluslararası ilişkilerde, "Amerika'nın dostu düşmanı yoktur; çıkarları vardır" sözünü yeniden moda eden Henry Kissinger'ın kendisiyle birlikte öte tarafa götürmesini dileyeceğim bir diğer vecizesi, "Sen benim sırtımı kaşırsan, ben de senin sırtını kaşırım" sözü idi. Bazen o minik hediye, birinin sırtını kaşımak olabilir mi?

Bu gibi soruları irdeledikçe, 2017 Mart'ında Londra'daki o birkaç saatlik konferansın o kadar da boşa harcanmış bir zaman olmadığını düşünüyorum. Çünkü ahlak dışına giden adım ne kadar küçük de olsa, sonuçta bizi sadece çürümeye değil, fakat aynı zamanda çöküşe de götürüyor.

BİZE ULAŞIN