Derda Küçükalp: BATI POLİTİK NİHİLİSTTİR

BATI POLİTİK NİHİLİSTTİR
Giriş Tarihi: 31.1.2024 13:53 Son Güncelleme: 31.1.2024 13:53
Rönesans, Reform ve Aydınlanma ile birlikte Batı’da yeni bir dönem başladı. Dogmalar terk edildi, rasyonel akıl keşfedildi ve yeni kutsal, akıl oldu. Bu dönemin ürünü olan birtakım evrensel insani değerler, birkaç yüzyıl boyunca önemli toplumsal açılımlar sağlamakla beraber bir yandan da sömürgeci genetiği taşıyan Batılı devletlerin yeni sömürü biçimlerini gölgelemede birer araca dönüştüler. Bugünlerde post-modern düşünürler, Aydınlanmacı değerlerin artık geçerliliğini yitirdiğini, Hümanist maskenin düştüğünü ve Avrupamerkezci dünya tasavvurunun ifşa olduğunu düşünüyor. 7 Ekim’den bu yana Gazze’de yaşananlara rağmen Avrupa devletlerinin ve kurumlarının, kendi ürettiği değerleri hiçe sayarak İsrail’e koşulsuz destek vermesi, başta kendi toplumları olmak üzere bütün dünyanın bu değerlerin ikiyüzlülüğünü idrak etmesine imkân sağladı. Siyaset felsefesi alanında önemli çalışmalara imza atan Prof. Dr. Derda Küçükalp’le modern Batı düşüncesinin yaşadığı tıkanmayı, Aydınlanmacı değerlerin geçerliliğini nasıl yitirdiğini, Batı’da başlayan ve bütün dünyada müzminleşen inanç krizini, metafiziği neden yeniden düşünmek gerektiğini konuştuk.

"Batı'nın çöküşü" söylemi sizde ne çağrıştırıyor? Siz çöküş nazariyesine katılıyor musunuz?

Katılıyorum. Batı'nın çöküşü deyince Batı'nın temsil ettiği değerlerin geçerliliklerini yitirmesini anlıyorum. Bu değerlere baktığımızda, Aydınlanma düşüncesiyle birlikte özgür, eşit ve kardeşçe bir dünya vaadi ile yola çıkıldığını ve bugün baktığımız zaman bu ideallerin hayata geçemediğini, hatta bu değerler kullanılarak her türlü zalimliğin yapıldığını, her türlüşiddetin meşrulaştırıldığını görmek mümkün. Dolayısıyla Batı'nın çöküşü deyince ben Batılı siyasal değerlerin geçerliliklerini yitirmesini, insanlık için bunların bir anlamının kalmamasını anlıyorum.

Bahsettiğiniz değerler insanlığı kuşatma kabiliyetinden mi uzak yoksa bunların uygulama pratiğinde mi bir problem görüyorsunuz?

Ben değerlerle siyaset arasındaki ilişkinin iki yönlü bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Siyaset felsefesi, doğası gereği siyaseti birtakım değerler üzerinden tartışma ve değerlendirmeye ilişkin bir faaliyeti ifade ediyor. Yani bir hayat yaşıyoruz, bu hayatta birtakım olaylar oluyor ve bu olayların adaletini, doğruluğunu, meşruiyetini değerlendireceğimiz bir ölçüye, kıstasa ihtiyacımız oluyor. Bu değerlendirme ihtiyacı da insan olmamızdan kaynaklanıyor. Çünkü insan, anlamlandırabilen bir varlık. İnsan, hayatı anlamlı kılmaya çalışıyor, Aristo'nun söylediği gibi "iyi yaşamaya" çalışıyor. İyi yaşamanın konforlu yaşamak değil, ahlaklı ve doğru yaşamak olduğunu söylememize gerek yok herhalde…

Dolayısıyla insan ister istemez kendini değerlendirir, yaşadığı toplumu değerlendirir, siyaseti değerlendirir. Tabii değerlendirirken, yaşadığımız durumu iyileştirmeye, sorunları ortaya koymaya çalışırız. Bu çerçeveden baktığımızda değerler, toplumsal yaşam ve düzen için bir referans noktası oluşturur ve bunun üzerinden bir tartışma yaparız. Fakat değerlerle yaşam arasındaki ilişkinin bir başka boyutu var: Değerler bazen de yaşanan olayları meşrulaştırmak için bir araç olarak kullanılıyor. Yani o değerlerin gölgesi altında haksızlıklar makul gösteriliyor. İşte tam burada ahlak kirletiliyor ve araçsallaştırılıyor. Marx'ın "Din afyondur" sözü tam olarak bunu ifade eder. Marx'ın burada dinden kastı değerlerdir. Gerçekten de değerler, hâkim güçlerin aracı olabiliyor.


Toplumsal, politik, ahlaki vb. değerlerin kaynağı metafizik midir?

Benim okumalarıma ve değerlendirmelerime göre değerler, metafizik bir alana ait. Bu dünyayı aşan, yaşadığımız hayat düzeyinin üzerinde bulunan bir alan… Dolayısıyla değerler bize bir ışık tutar, biz de bu ışıkla hayatı anlamlandırırız. Biz, değerler sayesinde "iyi" yaşarız. Fakat değerler, metafizik alandan bu hayat düzeyine düşünce; hayattaki çıkar ilişkileri, güç ilişkileri, isteklerimiz ve ihtiraslarımız o değerlere bulanınca değerler ideolojikleşir yani birtakım güçlerin çıkarlarını meşrulaştıran araçlara dönüşür. Bence Batı'nın evrensel değerleri bugün itibariyle Batılı devletlerin, kurumların ve önemli ekonomik güçlerin çıkarlarını meşrulaştırmaktan başka bir karşılık ifade etmiyor. Tabii ki bu durum, değerlere ihtiyacımız olduğu gerçeğini değiştirmiyor. O değerlerin kullanılış biçiminin yanlış olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Ulusal veya uluslararası siyaseti denetleyen bir değerler sisteminin olmayışı neye yol açar?

Aslında söz konusu olan bu durum, "politik nihilizm"in bir tezahürü… Politik nihilizmi, genel olarak bir siyasi topluluğun benimsemiş olduğu, hem politik yaşamı mümkün ve anlamlı kılan hem de politik iktidarın meşruiyetine referans teşkil eden değerlerin geçerliliğini kaybetmesi olarak anlamak gerekir. Nihilizm'i Nietzsche, "Tanrı'nın ölümü" metaforundan yola çıkarak ifade "Din afyondur" sözüyle paralel düşünmeliyiz. Yani, ezeli ve
ebedi değerlerin ölümü olarak düşünebiliriz. Ben temelde değerlerin geçerliliğini yitirdiği ve politik nihilizmin hüküm sürdüğü bir dünyada bahsettiğiniz
problemlerin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Weber'in meşhur "demir kafes" metaforunda olduğu gibi dünyanın büyüsünün bozulmasıyla metafiziğin, aşkın değerlerin elimine edildiği kupkuru bir dünya ortaya çıkıyor.

Eğer ezeli ve ebedi değerler ve aşkın bir "iyi" yoksa bunun iki türlü sonucu olduğunu düşünüyorum: Birincisi "kuvvet politikası". Eğer siyaseti, kendisine göre değerlendirebileceğimiz metafizik ölçütler yoksa bunun sonucu kuvvet politikasıdır. Güç, kendinden aşkın bir değerle kısıtlanmazsa gücün bizzat kendisi değer haline gelir ve bu çok tehlikelidir. Çünkü artık bu noktada güçlü olan haklıdır ve güçlüyseniz çıkarınıza göre her türlü eylemde bulunabilirsiniz. Aslında bugün başta Filistin'de yaşananlar da bundan kaynaklanıyor, Suriyeli göçmenleri Avrupa devletlerinin kabul etmemesi ve bunun için türlü türlü pazarlıklara girişmeleri de… Bunun siyaset bilimindeki karşılığı bence "reel politik". "Gazze'den bize ne", "bizim Suriyeli sığınmacılarla ne işimiz var", "Önce kendi devletimizin menfaatlerine neden odaklanmıyoruz" gibi cümlelerle sık sık karşılaşıyoruz; bu, reel politik zihniyetin bir sonucu. Politik nihilizmin ikinci sonucu da "faydacılık." Burada değerler, yaşam konforumuzu arttırdığı ölçüde kıymetli olur ve genellikle savaşların olmadığı dönemlerde sık sık dile getirilir. Eğer herkesin yararınaysa "barış" hali ortaya çıkar ve burada insan hakları, özgürlükler devreye girer.

Aydınlanma felsefesinden bugüne Batı, metafizik ölçülerin yerini neyle doldurdu?

Batı'da, ezeli değerlerin boşluğunu doldurmak için kullanılan en önemli düşünce akımı "Hümanizm" olmuştur. Terry Eagleton, Hümanizm'i "Tanrı yerine Tanrı'nın vekillerinin konulması" olarak tarif ediyor. Yani Tanrı'nın ölümünü kabul edemeyen insan bir anlamda onun yerine yeni bir Tanrı koyuyor ve insanı kutsallaştırıyor. Bu çerçevede insanı değerli kılan şeyin ne olduğunu, varoluşu itibariyle neden değerli ve kutsal olduğunu düşündüğümüzde bir sonuca ulaşamayız. Bu değer kendinden menkul değil metafizik bir değerdir. Dolayısıyla metafizik olmayan bir düşünme biçimiyle insana kutsiyet atfetmek onu Tanrılaştırmaktan başka bir şey değildir.

İnsan hakları, evrensellik, eşitlik, özgürlük gibi değerler Hümanizm'in ortaya çıkardığı değerler olduğu için Batı'nın çöküşünü de bir anlamda Hümanizm'in yani insan merkezli değer sistemlerinin iflası olarak yorumlamak gerekir. Bunu post-modern düşünürler çok güzel ifade ederler ve "sadece Tanrı'nın değil öznenin de ölümü" olarak yorumlarlar. Bu durum, Avrupamerkezci yaklaşımla da ilişkili bir mesele. Batı, insani değerlerle kendini özdeşleştirdi. Bütün insanlık tarihinin en ideal yaşama seviyesi Batılı yaşam olarak lanse edildi. Bu çerçevede Hümanist değerler de Batı'nın çıkarları konusunda araçsallaştırıldı. Bence bu ifşa olmuştur ve bizzat Batılı insan tarafından sorgulanmaya başlamıştır.

Çağdaş düşünürlerde süreci sizin ortaya koyduğunuz perspektifte yorumlayanlar var mı?

Çağdaş siyaset düşüncesine baktığımızda, özellikle post-yapısalcılar ve postmodernler evrensel değerlerin birtakım güçlere hizmet ettiği ve evrenselliğin zulmü meşrulaştırmada bir araç olduğu düşüncesini çok yoğun işliyorlar. Mesela Gianni Vattimo Nihilizm ile birlikte gücü meşrulaştırma
aracının ortadan kalktığını, değerlerin bu anlamda artık kullanılamayacağını söylüyor. En önemli eleştirilerinden birini de Batılı insanın diğer toplumları kendi ölçüleriyle değerlendirme hastalığına yöneltiyor. Fakat çağdaş siyaset felsefesinin yorumu burada tıkanıyor ve metafiziği yeniden düşünme eylemini ortaya koyamıyor. Ben dünyanın bugün içinde bulunduğu durumun "yeniden metafiziğe" kapı aralayabileceğini düşünüyorum.


İnsan, az önce de söz ettiğim gibi, yapısı gereği anlamlandırabilen bir varlık. İnsan fıtratı bir noktada haksızlığı sezinler. Bugün her ne kadar güç odakları Filistin'de yaşananları görmezden gelerek İsrail'e destek verme yarışına girseler de kitleler ortada bir zulüm olduğunun farkında.
Dünyanın her yerinde büyük kalabalıkların bu durumu protesto ettiğini, boykot uyguladığını görüyoruz. Bu anlamda ümitvar olmamak için bir sebep yok. Çünkü insan, fıtri özellikleri sebebiyle dünya seviyesini aşan bir vicdana sahip ve öyle ya da böyle metafiziğe yönelmiş bir varlık. Bu bir imkândır.

Avrupa, birçok ideolojik kırılmanın sonucunda ideolojisizlikten karar kıldı ama bunun da bir ideolojiye dönüştüğünü söyleyebiliriz. Hakikati kavrama ve kapsama noktasında düşünce kalıplarının eksik kaldığı söylenebilir mi?

Ben ideolojileri iki yönlü değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. İdeolojiler toplumsal ve siyasi açıdan iyi ve adil bir hayat tasavvuru içerir. İdeal olanı kendine göre verdiği bir cevapla bulmaya çalışır. İdeolojiler, insanın anlamlandırabilen bir varlık olması itibariyle ihtiyaç duyduğu bir şeydir ve hakikatten bir parça taşır. Bu yönüyle çok değerlidir ve ideolojisizlikten yeğdir. Fakat bütün bir hakikati ihtiva edecek bir insani düşünme sistemi olamaz, ideolojiler bundan maluldür. Bütün ideolojilerin değer sistemleri bir yönüyle çıkarları meşru göstermeye de eğilimlidirler ve bu yönüyle sorgulanmaları gerekir. Günümüzde neo-liberal düzen ile birlikte artık ideolojilerin sona erdiği iddia ediliyor. Ben bunun insanlık açısından çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Zira "ideolojilerin sonu" tezinin kendisi de bir ideolojidir ve şu an hâkim olan güçlerin çıkarlarını meşrulaştırma işlevi görür. "İdeolojinin sonu" tezini kabul etmek, bizi var olan haksızlıkları eleştirme imkânından mahrum bırakır.


Karşımızda düşünce kriziyle birlikte bir inanç krizi de var. Bu kriz için bir çözüm öneriniz var mı?

Eğer metafizikten bahsediyorsak bu durumda inançtan da bahsediyoruz demektir. Zira metafiziksel değerler, üzerine düşünebileceğimiz değerler olduğu kadar inanabileceğimiz değerlerdir de. Dolayısıyla metafizikten yoksunluk olarak karşımıza çıkan kriz bir inanç krizidir. Bugünün dünyasında karşı karşıya olduğumuz kriz de, metafiziğin elimine edilmesi sonucu tam anlamıyla bir inanç krizidir. Toplumsal hayatın düşünce planında değiştirilebileceğine ilişkin bir zan da bana çok naif geliyor. Düşünce tabii ki toplumsal hayata etki ediyor fakat daha çok yaşantımız düşüncelerimizi belirliyor. Dolayısıyla yaşadığımız hayatın gerçeklerinin ne olduğunu, kapitalist ve bireyci bir dünyada yaşadığımızı, rekabetin esas teşkil ettiği bir dünyada yaşadığımızı iyi idrak etmemiz ve bu realitenin içinde daha iyi bir hayatın nasıl tesis edilebileceğine dair kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Ve tabii ki az önce de söylediğim gibi metafiziği yeniden düşünmemiz gerekiyor…

İslam bu krizde nerede konumlanıyor? Müslümanların bir kısmı, İslam'ın modern dünyada yaşanılabilirliğini sorguluyor.

Bence bu hayat şartlarının İslam'a uygun olmadığını düşünmek, hayat ve İslam arasında bir düalite oluşturmak ve bu ikisinden birini tercih ederek diğerinden uzaklaşmak çok büyük bir yanılgı. Hayatımızda artık belli başlı realiteler var ve bunlar bizim tercihlerimizin ötesinde. Mesela bireycilik artık bir realite… Osmanlı toplumunda birey diye bir kavram da yoktu, problem de yoktu. "Bu benim hayatım, benim tercihim" demiyordu geleneksel toplum. Ama bugün insanlar diyor.

Bizim bu realite içerisinde, bu realiteyi anlayarak İslam'a yaklaşmamız gerekiyor. Dini realiteye kurban edelim demiyorum, bir şekilde yaşadığımız hayatla dini uzlaştırmaktan bahsediyorum. Diğer türlü din, riyakârca yaşanır; yaşarız ama yaşamıyor gibi davranırız. Bildiğiniz gibi İslam'da mezhepleşme, hayatın bugüne nazaran çok yavaş aktığı bir dönemde gerçekleşti. Belki o tarihlerde yaşasaydık artık bütün teolojik meselelerin halledildiğini, artık bir değişime gerek kalmadığını düşünebilirdik. Fakat biz bugün değişimin korkunç derecede hızlı yaşandığı bir dönemdeyiz. Dolayısıyla o günkü anlayışla bugünü anlamamız mümkün değil. Ben, kelamcılarımıza ve fıkıhçılarımız bu noktada çok iş düştüğü kanaatindeyim.

BİZE ULAŞIN