Hukuk fakültesi birinci sınıfta medeni hukuk dersindeyiz, sınıftaki tüm öğrenciler bütün dünyada adaleti tesis edeceğinden ilk günden umutlu. Dersi anlatacak olan hoca bizden daha çok umutlu olacak ki, sınıftaki tanışma faslından sonra tahtaya doğru ilerleyerek, kocaman harflerle tahtaya şöyle yazıyor: "HUBER" ve ekliyor: "Arkadaşlar bu ismi tanıyanınız var mı?" Sınıfa çöken derin sessizlikten anlaşılacağı üzere kimsenin bir cevabı yok.
"Eugene Huber" diye kendi kendini cevaplıyor hoca: "Hepiniz bu ismi dedelerinizin isminden daha iyi bileceksiniz." Sınıftakiler merakla: "Neden?" diye soruyorlar ve hoca yanıtlıyor: "Çünkü bugün sizin soyadınıza dedeleriniz değil, 1849'da İsviçre'de küçük bir kanton olan, Zürih Kantonu'nda doğan bu adam karar veriyor. Ve bugün siz kendi hukukunuzu icra etmedikçe sizin isminize, soy isminize, aileye dair kurallarınıza kadar her şeye ismini dahi duymadığınız yıllar evvel küçük birkantonda doğmuş bu ve benzeri adamlar karar verecek."
Batı ile olan ilişkimizin çarpıcı bir temsili olarak Eugene Huber'in ismi bugün dedemin ismi gibi aklımdadır. Her ne kadar "iktibas" olarak adlandırılsa da Batı'dan ithal ettiğimiz tüm beşeri ilimler, kavram ve kurumlarla ilişkimizi sarsıcı bir şekilde temsil eden Huber; bugün yeniden bakıldığında kuşatılmışlığımızın ve tercihsizliğimizin sadece market reyonlarındaki, alışveriş listelerindeki ürün ve markalardan ibaret olmadığını acı bir şekilde ispatlıyor. Bugün bize sunulan ve gündemimizi, düşünce ve değer yargılarımızı belirleyen temel kavramların pek çoğu Batı'nın ürettiği kavramlardır. "Adalet, eşitlik, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları kavramları 18. yüzyıl Fransız Devrimi ile "Modern Batı Topluluklarına" özgü olarak üretilmiş ve dünyaya "evrensellik" adı altında ithal edilmiştir.
"İnsan"dan kasıtları "Batılı insan"
Modernleşme ile dini aidiyetler, soy mensubiyetlerine dayalı ilişkiler Aydınlanmacı, bireyci anlayış üzerinden yeniden kurgulanmış ve başrole bizatihi "insan" yerleştirilmiştir. Protagoras'ın ünlü ifadesiyle "İnsan her şeyin ölçüsü" sayılmış, tüm politik, hukuki zemin insanı merkeze alarak yeniden inşa edilmiştir. Modern Batı topluluklarının ideolojilerini dayandırdığı temel hukuk kavramlarından biri olarak; "insan hakları" söylemi de Batı'nın icat ettiği bir dogma, etkileyici bir mit, ikna edici bir idea olarak bu dönemde sahneye çıkmıştır. Tarihe iz bırakan toplulukların ve uzun ömürlü devletlerin, siyasal iktidarlarını hukuk ile temellendirerek örgütlenmeleri bir tesadüf değildir.
İnsanın yegâne ölçü sayıldığı modern dönemde, "insan" kavramı ile kastedilenin "Batılı insan" olduğunu anlamak çok zor değildir. Öyle ki; 1915 Bildirgesi'nde ilk kez kategorik olarak ortaya çıkan savaş suçları dahi, insanlığa karşı suçlar kategorisinde düzenlenmemiş, "Hristiyanlığa ve medeniyete karşı suçlar" başlığı ile tesis edilmiştir. 1915 Bildirgesi, Osmanlı hükümetinin Ermeni nüfusu katletme iddiasına binaen bir kınama yayınlamış ve hükmetin tüm üyelerini sorumlu tutmuştur. Ancak Fransız ve İngiliz kolonilerinde yaşayan Müslümanları kışkırtmamak için "Hristiyanlık" yerine "insanlık" ifadesinin kullanılmasına karar verilerek "insanlığa karşı suçlar" ismini almıştır. Tarihi süreçten anlaşılacağı üzere insan haklarının ve insanlığa karşı suçların koruma alanına giren insan kavramı, Batılı söylemin inşa ettiği insan tanımlamasından ibaret olup, muğlak ve belirsizdir. İnsanlığa karşı suçların faillerinin kim olabileceği, uluslararası hukuka göre kimin koruma alanı bulabileceği de aynı perspektif ile belirlenmektedir.
Üstün görülen "Batılı modern insan"
Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirgesi'nde insan kavramının soyut ve belirsiz bırakılması, muğlak kavramların evrenselleştirilebilmesi için gerekli addedilmiştir. Söz konusu kavramlardan bahsederken dahi, Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirgesi olarak isimlendirilmesi, barındırdığı
çelişkinin bir tezahürü olarak günümüz pratiğine kadar yansımaktadır. Koruma altına alınan, hak ve özgürlük verilen insan, üstün görülen "Batılı modern insan"dır. Kutsal olan söz konusu insan için evrensel değerler üretilmiş, demokrasi, özgürlük, insan haklarının merkezine bu insan kavramı
yerleştirilmiştir. Tüm dünyadaki büyük katliamlar, sömürgeleştirmeler, yıkımlar bu insanın haklarını korumaya ve iyileştirmeye yönelik olarak yapılmıştır. Costas Douzinas'ın da ifade ettiği üzere; son yüzyıllarda yaşanan savaş ve işgaller tamamen ya da kısmen insan hakları, demokrasi ve özgürlük adına yürütülmüştür.
Bugüne gelince, yine Douzinas'ın ifade ettiği üzere 21. yüzyıl eğer insan hakları çağıysa, bu hakların zaferi hayli paradoksaldır. 21. yüzyılı toplu katliam, etnik temizlik, sömürgeleştirme, ırkçılık yüzyılı ve soykırım çağı olarak isimlendirmek daha yerinde olacaktır. 7 Ekim 2023'le başlayan Filistin
soykırımı bu çağın en vahşi örneklerinden biri olarak, insan hakları kavramının bir mitten daha fazlası olmadığının ispatı olarak tüm dünyanın karşısında durmaktadır. Batı adeta kendi elleriyle inşa ettiği insan hakları putunu, acıkınca nasıl yediğini bir kez daha göstermiştir. Gazze'de en ağır
"insanlığa karşı suçlar" işlenirken, "insan hakları" sistematik olarak ihlal edilirken, Batılı Modern hükümetlerin tavrı tüm evrensel hukuk kurallarının, insani değerlerin kendi sistemlerinin bekası için inşa edildiğini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir.
Zalimi meşrulaştırma kalkanı
Ekim 2023'ten bugüne kadar geçen sürede; Ukrayna'nın işgalini savaş suçu ve soykırım olarak nitelendiren Batılı hükümetlerin söz konusu Gazze olunca hiçbir mazeret üretmeye tenezzül etmeksizin soykırımı desteklemeleri, dünyanın pek çok yerinde vicdan sahiplerinin tepkisini çekti. Amerika'da, Kanada'da, İspanya'da, İngiltere'de, Fransa'da ve pek çok büyük şehir meydanında tarihinin en büyük eylemleri, boykotları düzenlendi ve düzenlenmekte. Görünen o ki Batılı hükumetler tüm propaganda araçlarını işletmelerine, algı operasyonu ve dezenformasyon için yoğun efor sarf
etmelerine rağmen, işgalci İsrail'i desteklemek için kendi halklarını ikna edemediler.
Roger Waters'dan, Susan Sarandon'a, Jenna Ortega'dan, Sean Bean ve Hadid'lere pek çok ünlü yabancı isim konserlerinin iptal edilmesini, kariyerlerinin bitmesini, sözleşmelerinin feshedilmesini göze alarak insanlık için vicdani çağrıda bulundu. Modern Batı'nın insan hakları, demokrasi, özgürlük söylemi yine güçlü ve zalim olan tarafın zulmünü meşrulaştırmak için kullanılan bir kalkan olmaktan öteye geçemedi. Hastaneler, okullar, mülteci kampları bombalandı, ambulanslar, beyaz bayrak taşıyan insanlar, kadın ve çocuk taşıyan araçlar bombalandı. Bu örnekler yeterli gelmediyse eğer; yaralı taşıyan atlar, sokakta yaşayan kediler, köpekler, kuşlar, hayvanlar da bombalandı.
Gazze soykırımı dünyanın önde gelen üniversitelerinin yönetimlerinde antisemitizm suçlamalarına rağmen güçlü ve cesur bir şekilde yürütüldü. Kampüs eylemleri yüzünden Pennsylvania Üniversitesi rektörü istifa etmek zorunda bırakıldı. Harvard ve MIT'nin rektörleri istifaya zorlandı. Ancak ülkemizde Boğaziçi Üniversitesi'nde rektör ataması nedeniyle ayağa kalkan akademisyenlerin, Gazze'de yaşanan soykırım ve insan hakları ihlalleri karşısında cılız sesler dışında, güçlü bir direniş destekçiliğine, katliam karşıtlığına şahit olamadık.
Batı temsillerimizin yapay refleksleri
Evrensel değerler ithali "halloween", "christmas" vb. kutlamalardan öte geçemeyen "aydın"larımız, Batılı halkların Gazze'de işlenen katliamlara karşı sorgulayıcı ve karşı duran söylemlerini taklit edemeyecek kadar şekilsel olduklarını ispatlamış oldular. Gezi'de ağaç için sokağa dökülen gruplar bebekler katledilirken, hastaneler bombalanırken üç maymunu oynadı. Söz konusu İran'da başörtüsüne karşı eylemler olunca sert bir insan hakları
savunucusu kesilen isimler, İsrail hapishanelerinde 12 yaşından beri gördüğü işkenceler yüzünden serbest bırakılınca annesini dahi hatırlayamayan Ahmed Almasra'yı ve binlerce ismi bir kez olsun anmadı.
Bir ödül gecesi konuşmasını öldürülen, hakları ihlal edilen hayvanlara adayan ünlüler Filistinli Wizard Bisan'ın İsrail bombaları yüzünden vahşice katledilen kedilerini görmedi. Bütün insanlığın tek yürek olmayı başardığı vicdani bir durumda dahi bizim Batı temsillerimiz yapay refleksler vermekleyahut görmezden gelmekle yetindi. Malcolm X'in ifadesiyle zihni prangaya vurulmuş ev zencileri, taklit ettikleri Batı'da dahi sisteme karşı ciddi özeleştiriler yükselirken, statükocu ve korumacı reflekslerle hareket ettiler.
Tarih sayfalarına kaydedilen utanç sayfalarından Bosna, Afganistan, Irak, Guatemala, Ruanda, Suriye gibi Filistin meselesi de Batı'nın söylem dünyasına önemli bir gedik açmış gözüküyor. Bugün sosyal medyanın da etkisi sayesinde, Birleşmiş Milletler'in ve söz konusu Batılı devletlerin imajı geri dönülemez şekilde sarsıldı ve insan haklarının sadece bir söylemden ibaret olduğu kesin delillerle ispatlandı.
Fakülte yıllarından bahsetmişken son olarak eklemek isterim; Lübnanlı uluslararası hukuk Profesörü Camille H. Habib'in bir tweetine denk geldim, şöyle diyordu: "Lübnan Üniversitesi'ndeki öğrencilerimden özür dilerim. Uluslararası hukuk, uluslararası insancıl hukuk ve Birleşmiş Milletler dersleri verirken çok katı davrandım. Gazze'de yaşanan Siyonist suçlardan sonra artık bu derslerin verilmesine gerek kalmadı. İktidar hakkı dünyanın efendisidir."
Sayın Habib'in tweeti üzerine üniversitelerin hukuk hocalarına, kanun koyuculara sormak isterim; acaba bizim de bir özre ihtiyacımız yok mu? Ve hatta Huber'lerin, Hugo Grotius'ların, Francisco de Vitoria'ların hani soyadlarımızı belirler gibi; hangilerimizin ölmeye, hangilerimizin yaşamaya
değer olduğunun sınırlarını çizdikleri hukuk kurallarına gerçekten ihtiyacımız var mı?
* Avukat
Dipnotlar:
1- Luban, D. (2017), İnsanlığa Karşı Suçlar, İstanbul: Tekin Yayınevi
2- Douzinas, C. (2017), İnsan Hakları ve İmparatorluk, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.