Birol Biçer: “BEYAZ TÜRK”LERİN YAŞADIĞI ŞEY BİR ŞİZOFRENİ

“BEYAZ TÜRK”LERİN YAŞADIĞI ŞEY BİR ŞİZOFRENİ
Giriş Tarihi: 15.8.2023 10:33 Son Güncelleme: 15.8.2023 10:33
Türkiye geçtiğimiz mayıs ayında iki aşamalı bir seçim sürecinden geçti. Bu süreç, siyasi gruplar kadar tüm toplumsal kesimler için de son derece ders alınması gereken sonuçlar doğurdu. Özellikle toplumun bazı kesimlerinin bilincinde ve bilinçaltında yatan ne kadar patolojik durum ve kompleks varsa adeta hepsi topluca ortalığa döküldü. Ortaya saçılanlar arasında bilhassa kendini elit ve ülkenin asıl sahibi gören kesimin narsisizmi ve milletin kalan kısmını hakir görme eğilimi son derece belirgindi. Dönüm noktası sayılabilecek bu sürecin nelere ışık tutuğunun, toplumsal etkilerinin, gözler önüne serdiği nevrotik grupların, kendi halkına ve kültürüne üstenci bakan zümrenin etraflı bir röntgenini çekmek istedik ve sosyoloji ile siyaset alanından yetkin bir uzmana Prof. Dr. Yasin Aktay’a başvurduk.

Bir köşe yazınıza "Sandıklardan çıkan seçim sonuçları bir toplumun mevcut durumunu anlamak, hakkında sosyolojik çözümlemeler yapmak için en güçlü verileri de ortaya koyar aslında" sözleriyle başlıyorsunuz. 14- 28 Mayıs 2023 seçim süreci ve sonuçlarından Türkiye'ye dair ne gibi sosyolojik sonuçlar çıkarıyorsunuz?

Seçim sonuçları her zaman en kapsamlı anketlerdir. Aslında seçim öncesi bütün anketler bu büyük anketin sonucunun ne olacağını tahmin etmek üzere yapılır. Başarılı ve usulüne uygun yapılan anketler sonucu tutturduğunda anket işinin hiç de yabana atılmayacak bir gerçekliği yansıtabildiğini görmüş oluyoruz. Ancak bu işlerin hilesi de ne yazık ki çok oluyor. Neticesi hemen belli olan, seçim günü foyayı ortaya çıkaran hilelere tamah eden anket firmalarının aslında sadece para kazanmak için değil, yaptıkları işleri bir propaganda aracı olarak kullandıkları da anlaşılıyor. Neticede büyük evren hakkında küçük örneklemler alarak çıkarımlar yapmak yerine seçim sonuçları bize bütün evren hakkındaki gerçek dağılımı birebir olarak vermiş oluyor. Ortaya bir metin çıkıyor. Seçmen evreninin tamamının birlikte yazdığı bir metin. Yorumunu sağlıklı bir biçimde yaptığınız takdirde toplumu en iyi şekilde tanıyabileceğiniz paha biçilmez veriler bunlar. Türkiye'deki demokratik katılım ve bilincin seviyesi, kentsel dönüşümün, değişimin etkileri, Kürt sorunu, Alevilik, milliyetçilik, uzun süre iktidarda kalmanın etkileri, ekonomik etkiler, gelir dağılımındaki farklılaşmanın oy verme davranışına etkisi vs. konularda manzarayı görebileceğimiz çok ciddi veriler çıkıyor ortaya.

Her şeyden önce seçimlere katılım oranı, başka herhangi bir demokratik toplumda kolay görülemeyecek bir seviyede. Yüksek katılım aslında demokrasinin toplumsallaşmışlığının, demokrasiye veya siyasete inancın da bir göstergesi. İnsanlar oylarıyla bir şeyler değiştirebileceklerine inanıyorlar. Tabii bir başka açıdan devlet ve hükümet aygıtının sorunları çözme, bir yarar sağlama konusunda çok belirleyici bir rolünün olmasıyla da ilgili. İkincisi, toplumda özellikle CHP ve HDP seçmeninin oy verme davranışının çok ideolojik motivasyonlara dayandığı bir kez daha görülmüştür. Seçim sonuçlarıyla ilgili Millet İttifakı taraftarı birileri AK Parti seçmeninin muhafazakâr olduğu ve bu motivasyona göre oy verdiğini söylese de durum tam tersi. AK Parti seçmeni kendi partisini temsil zafiyeti veya hizmet kalitesine bakarak anında cezalandırıp ödüllendiriyor, oy vererek veya vermeyerek. O yüzden AK Parti'nin oyları yüzde 34,5'la başlamış, yüzde 42, 45 ve 49,5'u gördükten sonra yine tekrar yüzde 42 ve yüzde 35'e kadar düştü. AK Parti seçmeninin rasyonel veya ideolojik olmayan davranışının tipik bir göstergesi. Oysa CHP seçmeninin özellikle İzmir, Antalya gibi bölgelerde oy oranının hiç düşmediği, orada belediyelerdeki en kötü yönetime rağmen oy almaya devam ettiği görülür. Tunceli, Samandağ ve Defne'de AK Parti'ye özellikle depremle birlikte sergilenen politikalar dolayısıyla bütün deprem bölgelerinde oylar artarken neredeyse AK Parti'ye hiç oy vermeme davranışı devam etti.

Seçimlerden önce Alevi olduğuna epeyce vurgu yapılan, bizzat kendisi de bunu açıklayan Kılıçdaroğlu'na Alevilerin oylarından yüzde 37 daha fazla oy çıktı. Yani Türkiye'nin yüzde 37'si Sünni olan bir seçmeni bir Alevi'ye oy vermiş oldu. Böylece Sünnilerin Alevilere karşı aşılmaz bir tutumlarının olmadığı da görülmüş oldu. Oysa Erdoğan ve AK Parti zikrettiğimiz bölgelerin oylarını baz aldığımızda hiçbir zaman Alevi oyu alamamıştır. İyi analiz edilmesi gereken bir husus. Aynı şekilde HDP seçmeninin de oy verme davranışının son derece ideolojik temelli olduğu yine çıkarsanabilir. Ancak yine de HDP'nin CHP ile örtük ittifakının her iki partinin oylarını aşındırmış olduğu da görüldü. Yani siyasette ittifakların aritmetik toplamı birebir getirmiyor. Tabii seçimlerde mülteci sorunu, ekonomi gibi faktörler gündemde önemli bir yer tutmuş olduğu halde beka sorunu ve istikrar arzusu karşısında o kadar belirleyici olamadıkları da görüldü.

Bir yazınızda bu seçim özelinde Türkiye'deki bir kesime "sosyal medyada kendi yarattıkları simülakr bir dünya" benzetmesinde bulunuyorsunuz. Aslında daha geniş anlamda da bu kesimlerin kendilerince sanal bir Türkiye yarattıklarını söyleyebilir miyiz? Eğer öyle ise, bu sanal Türkiye nasıl bir yer?

Çok açık. Kendi yarattıkları ülkede yaşıyorlar. Radikal Sol partilerin en fazla oy aldıkları yerlere baktığınızda bu dünyanın nasıl şizofrenik özelliklere sahip olduğu da ayrıca görülür. Etiler, Cihangir, Bakırköy, Kadıköy, Muğla, Bodrum gibi bölgeler hem sol partilerin hem de CHP'nin en fazla oy aldıkları yerler. İşçi sınıfının esamisinin olmadığı yerler bunlar, ama işçiler adına bolca konuşan, onlar adına ahkam kesen zengin nüfusu. "İnsanlar aç, aç" diyerek açlık edebiyatı yaparlar ama ne açın halinden anlarlar ne de böyle bir tecrübeleri var. Türkiye'de seçmen davranışının mahiyetini anlamaktan fersah fersah uzaklar. Seçmenin AK Parti'ye neden oy verdiğini anlamıyorlar. Teorik olarak aç olması lazım insanların, dolayısıyla isyan ediyor olmaları lazım. Mizansenler olabildiğince sinematografik ve edebiyat tasvirleri gibi. Yarattıkları sanal dünyalarda, yankı odalarında birbirleriyle konuşup Türkiye'yi burada birbirlerine tasvir ettikleri yerde sanıyorlar. Tabii o kadar çok inanmış insanların seçim sonuçları acı gerçeği, içine kapandıkları dünyanın ne kadar gerçeklikten uzak olduğu gerçeğini kendilerine hatırlattığında bir şok yaşamaları mukadderdi. Medyada gördük, histerik nöbetlere tutulmuş çok sayıda insanın bu travmayı atlatması çok zor olacaktır.

Ülkemizde geniş bir kesim özellikle AK Parti'ye oy veren kitleyi açıkça aşağılamaktan ve ona hakaret etmekten geri durmuyor. Sizce bu nasıl bir hazımsızlık olabilir?

Kendisine oy vermeyeni aşağılamak tipik bir elitist tavır. Kendisini bu millete fazla gören, ama hep yönetme hakkını da kendinde gören insanlar. "Aslında demokrasi çok güzel şey ama ah şu seçimler olmasaydı" der gibi bir halleri var her zaman. Bu hazımsızlık aslında demokrasi hazımsızlığıdır. Siyasi gelenekleri topluma her zaman tepeden bakmak. Devrimci tavırları "halka rağmen, halk için" diye formüle etmiş bir anlayışa dayanıyor. Siyasi tarihlerinde hiçbir zaman topluma, toplumun rızasını alarak bir değişim önerebilmiş değiller. O yüzden seçimlerle iktidara gelmekten yana hiçbir umutları yok, olmamıştır. Belki son zamanlarda ve bilhassa bu son seçimde, İstanbul ve Ankara seçimlerini almış olmalarının verdiği bir motivasyonla bir seçimi alma umudunu yakalamışlardır, ama bu kendilerine oy vermeyene karşı tavır ve duygularında bir değişim yaratmamıştır. Halen kendilerine oy vermeyenler ya aptal, ya cahil ya eğitimsiz ya da oyunu bir makarnaya, kömüre satacak kadar şuursuzdur.

Bunun altında sanırım kendi halkını ve toplumun geniş gövdesini inancı, tercihleri, gelenekleri, kültürü ve yaşam biçimi üzerinden hakir gören bir zihin yapısı söz konusu. Siz bu toplumsal manzarayı nasıl tahlil ediyorsunuz? Bu sadece siyasetle sınırlı değil anladığım kadarıyla.

Tabii ki Türkiye'de aslında Cumhuriyetten bile önce var olan bir tarz-ı siyaset veya bir bölünmüşlük sorunu var. Bir kesim kendini bu ülkenin insanlarının inancıyla, kültür ve değerleriyle, anlam dünyasıyla aynı yerde görmüyor. Batılılaşma birçokları için aynı zamanda bir aidiyet meselesidir de. İşin ilginç tarafı bu kesimlerin Türkiye halkını temsil etme iddiasını ulusalcı formülasyonlarıyla, ideolojileriyle kapatmaya çalışıyor olmaları. Ülkenin inancına, değerlerine, kültürüne ve anlam dünyasına yabancı bir ulusalcılık. Aslında kendilerine yeni bir ulus yaratma projesi. Bir dönem hayli tutmuş bir proje. Önemli bir toplum kesiminin zihnine Müslüman ve Arap düşmanlığını ulusalcı bir yeni kimlik adına ektiler. Tabii ki sadece siyasetle sınırlı değil. Son yüzyılda eğitim sistemimize hâkim olan ideolojik söylem toplumun değerlerini aşağılama üzerine. Bu eğitim sistemine rağmen toplumun ciddi bir kesimi köklerinden kopmadı, kendini her zaman yeniden bulacak kanalları açık tuttu. Ortaya birbirinden çok farklı hissiyatları, kimlik algıları ve anlam dünyaları olan ama bir arada yaşayan toplumlar çıktı. Fiziksel olarak bir arada ama alabildiğine farklı hayat tarzlarıyla ve birbirine uzak anlam dünyalarıyla.

Ülkemizde özellikle "Beyaz Türkler" olarak isimlendirilen bir kesimin Anadolu insanına, taşralıya, dindar ve muhafazakârlara ve bazı etnik kimliklere karşı üstenci, kibirli, küçümseyen bir tavrı söz konusu. Siz bu kesimi nasıl tanımlıyorsunuz ve bu tavrın altında ne gibi sebepler olduğunu düşünüyorsunuz?

Beyaz Türkler denilen kesim kendilerini ülkenin sahibi olarak gören kesim, ama işin aslına indiğinizde bu sahiplik makamına nasıl geçtikleri de çok trajik. Ülkenin gerçek sahipleri açısından çok trajik. Çünkü bu insanların kökenlerine baktığınızda çoğu hiçbir savaşa gerçek anlamda katılmamış, bu toprakları vatan yapan savaşların sonunda gelip ganimete konmuş tipler. Her şeye bedavadan sahip olduğu için bedel ödeyenlere karşı zaten baştan itibaren bir enayi yerine koyma durumu var. Belki iyi okullarda okumuşlardır ama aldıkları eğitim o kadar matah değil, sadece kendilerini bu halktan ayıracak imtiyazlar üreten bir eğitim. Yoksa hiçbir bilim alanında şimdiye kadar bunlardan bir başarı veya atılım da görmüş değiliz, görecek de değiliz. Dikkat ederseniz son zamanlarda sayıları iyice artan üniversiteler ve üniversitede okuyan insanları sayısının artmasıyla birlikte bilimsel ve teknolojik alanda ciddi atılımlar ve gelişmeler kaydedilmeye başlandı. Bu gelişmelerde bunların bir payı olmadı. Çünkü bunlar eğitimi bilimi geliştirmek için değil, imtiyazlar oluşturmak veya imtiyazlarını artırmak için yaptılar. O yüzden yıllarca yeni üniversitelerin açılmasına da karşı çıktılar. Aslında şu anda artan eğitim seviyesi dolayısıyla eğitim alanındaki imtiyazlarını büyük ölçüde yitirdiler. Buna mukabil imtiyazlarının başka alanlarda sürdürmeye veya yeniden üretmeye yöneldiler. Bu konuda sarıldıkları şey sanat veya mizah. Aslında sanat demek de yanlış. Ciddi bir sanat performansları da yok. Daha ziyade eğlence sektöründeki performanslarına sanat diyerek sanatın sahip olduğu imtiyazları kapatmaya çalışıyorlar.

Bu kesimin halkın büyük kısmına yönelik bu hakir gören yaklaşımının patolojik bir narsisizme ulaştığını söyleyebilir miyiz? Burada kitlesel, sınıfsal, grupsal bir narsisizmden bahsedebilir miyiz?

Halkı hakir görmenin birçok psikolojik altyapısı tespit edilebilir tabii. Narsisizm de bunlardan biri. Ancak bu narsisizm karşılanmadığı ölçüde veya bu narsisizme cevap verecek, şiddetlerine nesne olacak bir toplum kalmadığı ölçüde bir öfkeye veya bir psikolojik kopuşa da sebep oluyor. Bugün bu kesimin yaşadığı şey daha ziyade bir şizofreni. Yaşamak zorunda kaldıkları dünya ile istedikleri dünya arasındaki giderilemeyen kopukluk daha komplike psikolojik rahatsızlıklara yol açıyor.

Bir sınıfın aslında fazla bir şey üretemediği halde sürekli olarak kendisini "eğitimli, elit, aydınlanmış, yüksek zekâlı" olarak, toplum geri kalanını ise "IQ'su düşükler" olarak görmesini nasıl açıklamamız gerekiyor. Sanırım Türkiye'de böyle bir sosyolojik gerçeklik var.

"Fazla üretemedikleri halde" deyiminin altını çizdik. Yıllarca başörtülülere uygulanan dışlayıcı tavırlarla hem bunu sorun eden kendileriydi hem de bu sorunla bu kadar oyalanmamızın bize kaybettirdikleri üzerinde duran da kendileriydi. Oysa yasaklayan, dolayısıyla ülke gündemine bir takıntı olarak getiren onlardı. Geri kalmışlığı dindar topluma bağlayan bu dindar olmayan kesimlerden şimdiye kadar kayda değer hiçbir bilimsel gelişme, icat, proje veya bilimsel performans görmedik. Olayı getirip IQ meselesine getirmek olabilecek en zavallı en sefil argüman aslında. IQ'su yüksek insanların okuyabildiği okullarda okumak insanın IQ'sunu her zaman geliştirmiyor, bilakis bu çevrelerin kendi IQ'larıyla bu kadar övünüp bunu bir imtiyaz, başkalarına karşı bir üstünlük gerekçesi olarak görüp göstermeye kalkışmaları zekâyı çok gerileten bir şey. Aslında yüksek zekânın yol açtığı ideolojilerin zekâyı körelttiği bilimsel bir gerçekliktir. Zekâ yeni bir kimlik gerekçesi haline geldiğinde, zekâdan hızla uzaklaşır. Türkiye örneğinde yüksek zekâ gerektiren okullarda nasıl bir bilimsel üretim olduğuna bakarak durumu görebiliriz. İnsanın ihtiyaç duyduğu şey sadece zekâ değil, çalışkanlıkta sebat ve istikamet zekâdan çok daha önemlidir.

"Beyaz Türk, laikçi, çağdaş" gibi sıfatlarla tanımlanan bu kesimin kendi toplumuna karşı bir kompleks içerisinde olduğuna dair tespitleri sıkça duyarız. Siz buna katılıyor musunuz? Bu kitlenin zihin yapısı ve psikolojisini neler şekillendiriyor olabilir? Olayın içindeki psikolojik faktörleri konuşuyorsak komplekslerin de olmaması mümkün değil. Ciddi bir İslamofobi kompleksi var mesela. Fobi tamamen psikolojik bir sorundur. İslam'dan neden korkuyorlar, veya İslam'dan neden nefret ediyorlar? İnsan bir şeyden korkuyor diye kınanamayabilir. O korkusuna yol açan bir tecrübe yaşamıştır, bu tecrübe bir algı oluşturmuştur. Peki, bugün insanların İslam'dan veya Müslüman halktan korkuları nasıl bir tecrübeye dayanmaktadır? Yüz yıldır ezilen, horlanan, aşağılanan, hakkı yenenler Müslümanlar. Müslümanlar şimdiye kadar hiç kimsede bir korku uyandıracak bir şiddetin veya baskının öznesi olmadılar ki. Dolayısıyla İslamofobi bir korku konusu olmaktan ziyade bir nefret konusudur. Burada kompleks bir durum veya duygular vardır. İslam'ı aşmış olduklarını, tabiri caizse öldürmüş olduklarını düşünüyorlar. O yüzden onun tekrar gün yüzüne çıkmasını bir "hortlama" terminolojisiyle karşılıyorlar. "İrtica hortladı" derken bir bakıma öldürmüş oldukları maktulün intikam almak üzere geri döndüğünü hissediyorlar. Korku varsa budur. Hortlakların maktullerinin hortlamasından korkması. Bir başka kompleks konusu da tabi bunların aşmış oldukları köylülüğün Müslümanlar eliyle tekrar kendilerine hatırlatılması. Aslında kendi utandıkları veya utandırıldıkları kökenlerini hatırlatan bir şeyden kaçıyorlar. Tabii aşağıladıkları kesimden gelen başarılar, özgüvenli atılımlar buradaki öfkeyi de, kendilerine dair hayal kırıklıklarını da artırıyor. Bu öfkeyi atlatmanın ve bu hayal kırıklığının gerektirdiği özrü dilemekten kaçabilmek için inkâr yoluna gidiyorlar.

Aynı kesimin nefret ve aşağılama söylemine hedef olan bir diğer unsur da mülteciler ve göçmenler. Bu denli büyük bir kitlenin toplumsal yapımıza ne gibi etkilerde bulunduğunu gözlemliyor ya da bulunabileceğini düşünüyorsunuz? Göçmen ve mültecilerin akıbeti konusunda öngörüleriniz nelerdir?

Göçmenler Türkiye'nin isteği, talebi veya teşviki üzerine gelmiş değiller. Özellikle Suriye'den veya ülkelerindeki savaş veya siyasi baskılar dolayısıyla kapımıza dayanan göçmenler karşısında bir imtihanla karşı karşıyaydık. Onları ya ölüme terk edecektik veya içeri alacaktık. Ölüme terk etmek asla yapılacak bir şey olamazdı. Suriyeli sığınmacıların sayısı arttıkça ve kalma süreleri de uzadıkça daha fazla dikkat çekmeye başladı. Aslında bu konunun siyasi bir malzemeye dönüşmesi olabilecek en kötü şeydi. Çünkü insani konular siyasete malzeme kılınmamalı. Türkiye bu göçmenlerin ülkeye gelmesini önlemek için kısa bir süre sonra ciddi önlemler almaya başladı. Suriye'de mevcut rejim var olduğu sürece bu göçmen dalgalarının Türkiye'nin kapısına dayanmak zorunda olduğunu gördü ve uluslararası toplumu bu konuda tedbir almaya, bilhassa Suriye içinde güvenli bir bölge oluşturmaya çağırdı. Ne yazık ki bu talebe bir karşılık gelmedi. Bunun üzerine Türkiye, ülkemize yönelen terör tehdidini de gündeme alarak Suriye içinde üç operasyon yaparak geniş bir bölgeyi fiilen Suriyeliler için güvenli hale getirdi. Aslında bu işlemin kendisi Türkiye'ye gelebilecek en az 4 milyon Suriyelinin gelmesini engellemiş oldu. O Suriyeliler Suriye içinde güvenli bölgede güven içinde yaşama yolu bulmuş oldular çünkü. Yani Türkiye'ye gelmeden orda kaldılar. Bir bakıma aksi urumda Türkiye'ye gelmiş olabilecek 4 milyon Suriyeli ülkesine bu şekilde gönderilmiş sayabiliriz. Türkiye'deki 3, 6 milyon Suriyelinin güven içinde dönmesini temin etmek üzere şu anda güvenli bölgede 250 bine yakın konut ve iş alanları inşa ediliyor. Bu proje sayesinde 1,5 milyon Suriyeli için geri dönüş şartları oluşturmuş olacak. Esasen sorunun kökten çözümü Suriye rejiminin değişmesidir. Suriyelileri bugünkü rejime güvenip gitmek konusunda ikna etmek mümkün değil. Halen hapishanelerinde yüzbinlerce insanın kayıp olduğu, kayıtlarının bile tutulmadığı bir rejimden bahsediyoruz. BU rejime kendi halkı güvenip gitmeyi göze almıyor. Haddi zatında böyle bir rejimin insafına insanlarını göndermek de insanilikten çok uzak olur.

Neticede bu insanların Türkiye'deki varlıklarının elbette ciddi sosyolojik sonuçları ve yansımaları oluyor. Bunların hepsini olumsuz olarak nitelemek mümkün değil. Suriyelilerin seçim malzemesi olarak kullanılması ne yazık ki, onlar hakkında çok büyük ve asılsız şayiaların yayılmasına da yol açıyor. Hepsinin sınırsız ve Türklerden bile fazla sağlık sisteminden faydalanıyor olmaları, vergi vermiyor olmaları, devletten bedavadan maaş alıyor olmaları, istedikleri okullara sınavsız girebiliyor oldukları, hiç vergi vermiyor olmaları vs. Hepsi de yalan olan bu iddialar ne yazık ki dolaşmaya devam ediyor.

Prof. Dr. Yasin Aktay kimdir?

1966'da Siirt'te doğdu. Siirt İHL'yi 1985'te tamamladıktan sonra ODTÜ Sosyoloji Bölümünde 1990'da lisans, 1993'te Political and Intellectual Disputes on the Academisation of Religious Knowledge isimli teziyle Yüksek Lisans; 1997'de de Body, Text, Identity, Islamist Discourse of Authenticity başlıklı tezle doktora derecelerini aldı. 1999 yılında Uygulamalı Sosyoloji Alanında Doçent, 2005 yılında da Kurumlar Sosyolojisi alanında Profesör oldu. ABD'de Utah ve Maine Üniversitelerinde akademik çalışmalar yaptı, dersler verdi. 1992-2012 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyeliği yaptı. Halen Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesidir. 1991 yılından itibaren Tezkire Dergisini, 2002 yılından itibaren de Sivil Toplum Dergisini çıkarmaya başladı. 2010-2014 yılları arasında Ankara'da bulunan Stratejik Düşünce Enstitüsü'nün Başkanlığını yaptı. Eylül 2012'de AK Parti 4. Olağan kongresinde MKYK üyesi seçildi. 2014-2015 yıllarında AK Parti Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. 25 ve 26. Dönem AK Parti Siirt Milletvekilliği yapmıştır. Parlamentolar Arası Birlik Türkiye Delegasyonu Başkanlığı yaptı. Türkiye-Katar Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Başkanlığı yaptı. 2016-2017 yıllarında AK Parti İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü, AK Parti Genel Başkan Danışmanı olarak görev yapmıştır. Çeşitli TV kanallarında programlar yapan Aktay, yurt içi ve yurt dışı birçok dergide Türkçe, Arapça ve İngilizce kitaplar ve makaleler yayınladı. TÜBA Üyesi de olan Aktay, halen Yeni Şafak Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.

BİZE ULAŞIN