AŞI KARŞITI CERRAHIN MARİFETLERİ
1998'de İngiliz cerrah Andrew Wakefield, itibarlı bilimsel araştırma dergisi The Lancet'te on iki çocuk üzerinde yapılmış araştırmasını yayınladı. Bunların bazılarının kızamık-kabakulakkızamıkçık (MMR) aşısının uygulanmasının ardından bir tür otizm geliştirdiğini iddia etti. Bu araştırmanın yayını, özellikle Birleşik Krallık'ta aşı uygulamalarında ciddi düşüşe ve beraberinde kızamık vakalarında artışa yol açtı. Ancak sonuçları test etmek için aynı araştırmayı tekrarlayan başka biyologlar nedense aynı sonuca ulaşamadılar. Bu durum Wakefield'ın çalışmalarını şüpheli duruma düşürdü. Haliyle basın peşine düştü. Nihayet 2004 yılında bir gazete Wakefield'ın aşı nedeniyle otistik olduğu iddia ettiği çocukların aslında aşılanmadan önce otistik olduklarını ortaya çıkardı. Daha da ilginci gazete, Wakefield'ın aşıyı üreten laboratuvara karşı tazminat davaları açmak isteyen bir avukat ile anlaşmalı olduğu ortaya çıkarıldı. Tahkikatın sonunda Wakefield'ın araştırmasının sonuçlarını aslında tamamen bu amaçla uydurduğuna kanaat getirildi. Wakefield'ın aşı karşıtı bir propaganda kampanyasıyla desteklenen bir iş kurmayı planladığı ileri sürüldü. İngiliz Genel Tıp Konseyi cerrahı verileri uydurmaktan suçlu buldu ve onu Birleşik Krallık'ta meslekten men etti. Bu hadiseden sonra Wakefield ABD'ye giderek aşı karşıtlarının kanaat önderlerinden biri haline geldi. Şu da var ki sahtekârlık iddialarını daima inkâr etti. Kimileri ise onun vakasını ilaç sanayinin komplosu olarak nitelendirdi.
EVRİM TEORİSİ ÜZERİNDEN ŞAN-ŞÖHRET UĞRUNA YAPILAN BÜYÜK ALDATMA
Bilim dünyasında yankı uyandıran hilekârlıkların çoğunun Alan Sokal'ınki gibi iyi niyetli olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin Piltdown Adamı vakası olarak bilinen Evrimci kandırmaca vukuundan sonra evrim teorisi destekçilerinin hepsinin yüzene vurulan bir argümana dönüşür. Charles Dawson adlı İngiliz paleontologun tüm dünyada hararetli tartışmalara neden olan evrim teorisi üzerinden şan-şöhret bulma gayreti bilim tarihinin en büyük şarlatanlıklarından birini doğurur. Dawson 1910'lu yılların başlarında kazılar yaptığı Piltdown kasabası yakınlarında yeraltında keşfettiğini iddia ettiği
kafatası parçalarının evrim teorisini kanıtladığını ilan eder. Bir kafatası ve kemiklerden oluşan bu keşif maymun ile insan arasında bir türe ait görünmektedir. Buluş haliyle büyük sansasyona yol açar, hatta ünlü British Museum tarafından sergilenmekle kalmaz üzerine bir de insanlığın yarım milyon yıl önceki hali olarak lanse edilir. Bu kafatasının sahibi olduğu düşünülen adama da Piltdown Adamı adı verilir. Evrim taraftarlarının baş tacı ettiği Piltdown Adamı 40 yıl boyunca sayısız çalışma tarafından ele alınır. Üzerinden türlü tezler üretilir. Tam evrim teorisi ispatlandı derken teknoloji gelişir ve birileri "şunu bir de yeni teknolojilerle araştıralım" der. 1950'li yıllarda yapılan tetkikler sonucu evrimcilerin medar-ı iftiharı Piltdown Adamı'nın aslında o kadar eski tarihli olmayan ve kimyasal maddelerle eski görünümü verilmiş insan ve maymun kemiklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir sahtekârlık olduğu ortaya çıkar.
SAHTEKÂR İNSAN KLONCUSU: ÖNCE ŞÖHRET SONRA SORUŞTURMA
Son dönemlerde canlı varlıkların klonlamak ahlaki tartışmalar dışında artık sıradan bir iş olarak görülüyor. Ancak bundan 20 yıl kadar önce büyük heyecan veren bir teknik olarak hayalleri süslüyordu. İlk canlı klonu olan Koyun Dolly tüm dünyada büyük ses getirmiş ve orijinallerinin bile elde edemediği bir şöhreti yakalamıştı. Artık biyoloji alanında şöhret elde etmenin çıtası insan klonlamaya kadar çıkmıştı. Ancak hem sonucun neler getireceği hem de etik çekinceler yüzünden kimse buna cüret edemiyordu. Bilimsel sükseyi yakalamak için son derece uygun bir ortam vardı ve bu fırsatı da ilk olarak Güney Koreli bir biyolog kullandı. Seul Üniversitesi'nden Woo-suk Hwang adlı biyolog klonlama tekniğiyle deri hücresinden insan kök hücresi elde ettiğini ilan edince tüm dünyanın odağına dönüştü. Çıkan tartışmalara karşı en büyük argümanı hasta insanlar için artık yeni organ üretme imkanına sahip olduklarıydı. Kısa zamanda büyük şöhrete ulaşan Woo-suk Hwang Güney Kore'nin övüncü haline geldi ancak kısa bir süre sonra milli utanca dönüşecekti. Bir süre sonra heyecan yaratan çalışması hakkında iddialar ortaya atıldıkça deney sonuçlarını çarpıtmanın dışında haksız para toplamaya ve dolandırıcılığa kadar birçok suçlamanın hedefi haline geldi ve soruşturmalara uğradı. Öyle ya da böyle, büyük bir skandalla da olsa bilim tarihine geçmeyi başardı.
BOYADIĞI KOBAYLARI TIP DÜNYASINA BİLİMSEL KEŞİF OLARAK SATAN İMMÜNOLOG
Kayserilinin eşeği sarıya boyayıp babasına satmasıyla ilgili fıkrayı hepimiz duymuşuzdur. Muhtemelen New Yorklu tıpçı William Summerlin de bunu duymuş ve bilim dünyasını şaşkınlığa sürükleyen deneyleri için ilham almış olmalı. 1974 yılında Summerlin immünoloji alanında yaptığı deneyler hakkında ilginç iddialarla ortaya çıktı. Summerlin organ nakli için yeni bir teknik geliştirdiğini ileri sürüyordu. Organ nakillerinde farklı türlerden yapılan doku nakilleri organizma tarafından reddediliyor ve nakli başarısız kılıyordu. Summerlin kendi yöntemiyle bu sorunu çözdüğünü ileri sürüyordu. Fare ve tavşan gibi kobaylara farklı türlerin hatta insan organları nakletmeyi başardığını iddia ediyor, deri ya da kornea nakillerinde başarılı sonuçlar aldığını söylüyordu. İddiaları o dönemin tıbbının en yeni alanlarından biri olan organ nakli açısından devrim niteliği taşıyordu ve bu immünologu şöhret yapmaya yetmiş de artmıştı bile. Ancak her "başarı"nın bir hasmı olur ya, "kıskanç" meslektaşları onun deneylerini inceden inceye tetkike giriştiler ve sonuç olarak bizim fıkradaki eşeği boyama hadisesinin Amerikanvari uyarlamasıyla karşılaştılar. Türler arasında naklettiğini iddia ettiği kornea ya da deri gibi dokular arasındaki renk farklarını aslında boya kullanarak oluşturduğu ve böylece farklı tür dokusu intibaı oluşturduğu derhal ortaya çıkartıldı. Summerlin için itiraftan başka seçenek kalmayınca o da şu gerekçeye başvurdu: "Üstlerim çalışmalarımdan çabuk netice alınması için beni sıkıştırıyorlardı, bu baskı nedeniyle hileye başvurmak zorunda kaldım."
JAPON MUCİZESİ ARKEOLOĞUN MUCİZEVİ BULUŞLARI
Shinichi Fujimura adını muhtemelen duymadınız ama bir zamanlar Japonya başta olmak üzere arkeologların sihirbazı olarak anılıyordu. 80'li ve 90'lı yıllarda yaptığı kazılarda öyle buluşlara imza atıyordu ki meslektaşlarını çılgına çeviriyordu. Zira kimsenin beceremediği işleri yapıyor, kimsenin bulamadıklarını çıkarıyordu toprak altından. Japonlar da onun bu sansasyonel başarılarını onu Tohoku Paleolitik Enstitüsü'nün yöneticisi yaparak taçlandırdılar. Çoğu paleolitik döneme ait öyle objeler buluyordu ki Japonlar o çok övündükleri tarihlerini 500- 600 bin yıl öncesine dayandırma aşamasına kadar gelmişti neredeyse. Hani az daha kazsa Hz. Adem'in devrine kadar keşfedecekti adeta. Ancak beklenmedik buluşları meslektaşlarını kıskandırmakla kalmamış aynı zamanda fena şüphelendirmeye de başlamıştı. Bu sansasyonel şöhret onun açığını atayanları da ayartmıştı bir kere. Ve nihayet Japonya'nın altın çocuğunun sonunu getiren Japon turistlerin ellerinden düşürmedikleri bir kamera oldu. 200 yılında gizlice peşine düşen gazeteciler onu bir kazı sahasına bazı eski görünümlü taşları gömerken görüntülediler ve beklemeye başladılar. Bu hadiseden beş gün sonra Fujimura aynı yerde yeni bir keşifte bulunduğunu ilan edince büyük bir skandal patladı. Hakkında açılan soruşturma bu skandalın buzdağının sadece ucu olduğunu ortaya çıkardı. Mucizevi arkeolog Fujimura'nın yaptığı 150'yi aşkın kazının tamamında şekil verilerek antik objelere dönüştürülmüş taşları gömdüğü ve bir süre sonra da onları keşfetmiş gibi yaptığı ortaya çıktı. Onurlu bir Japon olmadığı için harakiri yapmadı.
DÂHİ SANILIRKEN ÜÇKÂĞITÇI ÇIKAN FİZİKÇİ
2000'li yılların başlarında yazdığı makalelerle parlamaya başlayan genç bir fizikçi geleceğin büyük beyinleri arasında gösteriliyordu. Adı Jan Henrik Schön olan bu Alman birçok buluşa imza atmış, Bell laboratuvarlarının yıldızları arasına girmişti. Süper makaleler yazıyor ve çalışmalarında inanılmaz bulgulara ulaşıyordu. Üstelik son derece üretken bir bilim insanıydı, çalışma ve makalelerine sürekli yenilerini ekliyordu. Ancak yayımladığı oldukça ses getiren makalelerinden biri hakkında intihal iddiası ortaya atılınca usulen diğer çalışmaları da incelemeye alındı. Bir yıl süren soruşturmanın ortaya çıkardığı gerçek oldukça acıydı zira Schön'ün büyük yankı uyandıran bilimsel makalelerinin neredeyse tamamı hile ve intihallerle doluydu. Soruşturma bu kadarla kalmıyordu; ilerletilince Schön'ün araştırma sonuçlarını tahrif ederek istenilen sonuçları elde ettiği ortaya çıktı. Schön'ün tüm bunları baskıdan mı yoksa başarı hırsından dolayı mı yaptığı ayrı bir tartışma konusu olarak kaldı.
BÜYÜK EFSANE: DEVRİDAİM MAKİNESİ
Bir dönemler bilim-kurgu meraklıları arasında çok meşhur bir fikir vardı: "Devridaim makinesi." Bu makine bir kez hareket ettirildi mi artık dışarıdan enerji girişine gerek kalmadan kendi kendine sonsuza dek çalışan bir mekanizmayı ifade ediyordu. Birçok mühendis bu fikri gerçekleştirmek için çalıştı. İtiraf edeyim çocuk aklımla ben bile ev gereçleriyle kendi çapımda deneyler gerçekleştirdim ve başarısız oldum. Ama oldukça geçerli bir
mazeretle avundum zira bu işe kalkışan hiçbir alim, mühendis ya da mucit başarılı olmamıştı. Buna rağmen başarısızlığı kabul etme olgunluğunu
göstermeyip devridaim makinası icat ettiklerini açıklayanlar oldu. Bunların da çoğu sonraki vakitlerini rezil olduklarını kabul etmemek için bahaneler üreterek geçirdiler. Bunlar içinde en fazla sansasyona yol açan 1882 yılında ortaya çıkan Amerikalı Charles Redheffer'in iddiası oldu. İcat ettiği makine dışarıdan herhangi bir güç ya da enerji almadan kendi kendine sürekli çalışabiliyordu. En azından öyle görünüyordu. Bu aleti sergileyerek bir hayli para kazanan Redheffer'in buluşu 19. yüzyılın hayallerinden biriydi ve insanlar duyarsız kalamazdı çünkü bu dünyadaki pek çok şeyi değiştirecek muazzam bir buluştu. Bu yüzden makine uzmanlar tarafından kontrole tabi tutuldu ancak kimse sırrını çözemediği gibi hilesini de ortaya çıkaramadı. Nihayet mucidinin para hırsından yararlanarak makinayı yakından inceleme fırsatı bulan ünlü makine mühendisi Fulton, sıkı bir araştırmayla makinanın ardındaki duvarın arkasına saklanmış bir adamın, makinaya kadar ulaşan ama gizlenmiş bir manivela vasıtasıyla hareket
sağladığını ortaya çıkardı. Redheffer kazanmayı hayal ettiği paralardan olurken kıskanç mucitler de rahat bir nefes almış oldular.
ANTROPOLOJİ DÜNYASINI ALDATAN "TAŞ DEVRİ KABİLESİ"
Manuel Elizalde 70'li yıllarda hükümette de görev alan Filipinli bir girişimciydi. 1971 yılında herkesi heyecana sürükleyen bir açıklamada bulundu. Buna göre Filipinlerdeki sayısız adalardan birinde bugüne dek medeni hayat ile temas kurmamış ve halen ilkel bir yaşam süren bir kabile keşfetmişti. İddialarına göre keşfettiği bu ilkel topluluk kendilerine has bir dil konuşuyor ve taş devri şartlarında yaşıyordu. Antropoloji dünyasında büyük yankı uyandıran ve taş devri kuramını ispatlıyor gibi görünen bu kabileyi görmek için araştırmacılar derhal harekete geçtiler ancak politik bir engelle karşılaştılar. Dönemin dikta rejimi antropologların araştırma çabalarına izin vermedi. Bilim insanlarının söz konusu kabileyi inceleyebilmek için 15 yıl beklemeleri gerekecekti. 1986 yılında Marcos rejiminin düşmesiyle birlikte kapılar açıldı ancak bu defa antropologları büyük bir sürpriz bekliyordu. Bölgeye giden araştırmacıları taş devri insanlarıyla değil de modern hayata göre yaşayan gayet sıradan insanlarla karşılaştılar. Görünüşe göre ilkel kabile 15 yılda günümüz insanına dönüşmüştü. Araştırılınca şu gerçek ortaya çıktı: Manuel Elizalde politik gücünü kullanarak bölge halkını rol yapmaya ve taş devri insanları gibi pozlar vermeye zorlamış, sonra da adayı yabancı araştırmacıların ziyaretine kapattırmıştı. Daha da ilginci; Elizalde sadece bilimsel görünümlü bir sahtekârlıkla yetinmemiş ve bu sözde taş devri kabilesine yönelik kurduğu vakıf aracılığıyla büyük meblağları
zimmetine ele geçirerek birkaç yıl önce sırra kadem basmıştı.
ALAN SOKAL'IN SAHTE MAKALESİ
Bilimsel sahtekârlıkların tamamı kötü niyetli değildi, içlerinde istisna da olsa iyi niyetle yapılanları da oldu. Sahtekârca görünmesine rağmen aslında başlı başına bir deney olan Alan Sokal vakası bunların en bilinenidir. Bir fizikçi olan Sokal bilimsel dergilerin güvenilirliğini sorgulamak
üzere oldukça ilgi çekici başlığa sahip bir makaleyi 1996 yılında ünlü bazı akademik dergilere gönderir. Bu makalenin "Sınırları aşmak: Kuantum çekiminin dönüştürücü hermenötik yorumuna doğru" başlığı genel okuyucular için fazlasıyla cezbedici görünse de aslında içeriği oldukça hatalı tespitlerle ve saçma ifadelerle doludur. Nitekim pek çok derginin uzman editörleri bu tuzağa düşmez ama zokayı yutanlar da eksik olmaz. Oldukça itibarlı Social Text ve Science Wars dergileri bu ilginç başlıklı makaleyi sorgusuz sualsiz yayınlarlar. Sokal amacına ulaşmış ve bilimsel dergilerin o kadar güvenilir olmadıklarını ispatlamıştır dolayısıyla bu deneysel sahtekârlığını fazla uzatmaz ve derhal makalesinin bir saçmalık olduğunu bildiren bir ilanı gazetelere verir. Böylelikle hem olay meydana çıkar hem de Sokal sahtekâr damgası yemekten kurtulmuş olur. Geriye de herkese ibretlik
bir nasihat kalır.