Dinler tarihine meraklı bir tarihçi olarak dinlerle ilgili dünyada yayımlanmış eserleri yakından takip ederim. Bununla da ilgili bazı çalışmalarım var. Bu itibarla kendimde şunu söylemeye hak görüyorum: Tarih bilimi bakımından mevcudiyeti kanıtlanmış tek semavi din İslam'dır; elçisiyle, kitabıyla, elçinin etrafıyla. Lakin ne Musevilik ne de Hristiyanlık için bu mevzubahistir. Yani elçilerini ve kitaplarını ispatlayacak geçmiş zamandan bugüne intikal etmiş en ufak bir delile henüz sahip değiliz. Ama Müslümanlara bu elçi ve kitaplara iman edilmesi emredildiği için onların mevcudiyetine tarih bilimi delil bulamasa da inanırlar; bu ayrı bir mesele.
Bu itibarla bir tarihçi olarak semavi din deyince tarihsel bakımdan geriye tek referans kalır: İslam. Diğerleri tarihsel bakımdan referans olamadıkları için Müslümanlar sadece kitapların ve peygamberlerin isimlerine (ve İslam'ın bildirdiklerine) inanmakla iktifa ederler. O dinlerden hakikat veya ahlaka dair kaideler devşirmezler. Hristiyanlık ve Museviliğe inanmayanlarsa bunların sonradan uydurulduğunu düşünürler. Burada ince bir ayrıntı var: İslamiyet'e inanmayanlar ise Hz. Muhammed'in geçmişte yaşadığını, neler yaptığını ve insanlara duyurduğu ayetlerin onun ağzından çıktığını reddedemezler. "Allah'tan mı geldi", bu ayrı bir meseledir.
İslam'ın tanımı da çok basittir: Hz. Muhammed'in getirdiği… İlla tanımı biraz daha açılmalı denirse Kitap ve Sünnet derim. Bakmayın siz çokbilmiş mealcilere! Bu konuda okuyabileceğiniz harika birçok eser var, ama biri mealcilerin faraziyelerini ve hezeyanlarını paramparça ediyor: Ömer Faruk Korkmaz'ın Rivayetlere Yaklaşımda İstismar Edilen Usul: Hadislerin Kur'an'a Arzı (Dirayet Yay., 2022) kitabı.
Din kısaca güzel ahlaktır Konuya dönüyorum! Din ne demektir? Din kısaca güzel ahlaktır. Bunun en hakiki temsilcisi ise Hz. Muhammed'dir. Cahiliye devrinde sahip olduğu ahlak, herkesçe ulaşılması gereken hatta mecburi ilk seviyeyi gösterir. İkinci seviye ise vahiyle başlar ve güzel ahlakın tamamlanması bu yolla gerçekleşir. Bu seviyeye de tüm müminler ulaşmaya gayret ederler.
Güzel ahlak insana hürriyet bahşeder. Bu konuyla ilgili bir kitap yazmıştım: Özgürlükten Kurtulmak. Bu çalışmada insanın özgürlükten kaçıp hürriyete kavuşmasındaki serencamı anlattım. Ne diyordu meşhur filozofumuz Rıza Tevfik (1869-1949) "Dervişlik özüne hakim olmaktır/ Esir-i nefs olan derviş değildir."
Özgürlük en kısa şekilde tanımlanacak olursa kişinin özünü (nefsini) gürleştirme çabasıdır. Kişi nefsini gürleştirmeye çalıştıkça hiç durmadan kendini onun hesabına çalışır bulacaktır. Sonuç nefsinin kölesi olmaktır. İşte hürriyet burada devreye girer ve kişiye şunu fısıldar: Ne başkasının ne de kendi(nefsi)nin kölesi ol! Tüm zincirleri kır ve hür ol!
Din güzel ahlaktır, güzel ahlak da kişiye hürriyet bahşeder, dedim. Güzel ahlaklı kişi aklını tam kullanandır. Çünkü akıl iyiyle kötüyü, yanlışla doğruyu ayırt etme mekanizmasıdır. Kişi akıl hazinesini kullanmak için birçok araca sahiptir, zekâ mesela bunlardan biridir. Bu yüzden zekâsı düşük kişilerin akıllı davranmasını beklemek haksızlıktır. Kalp gibi, ciğer gibi, hayal gibi diğer hassaların seviyesi sabit kalsa da zekâ seviyesi arttıkça da akla ulaşım yolu açılır. Birey gittikçe akıllı davranmaya başlar ve o nispette uslanır. Tam uslu kişi de başkasına ve şeylere bilerek zarar vermez. Vermemek için çok şeyi bilmeye ve tahmin etmeye çalışır: "Taşı şuraya atarsam birinin ayağı tökezler ve düşer!" Kişi çok ince, dakik ve çok zarif olur. Aman ya bir canlıyı incitirsem, ya haksızlık yaparsam diye tedirgin yaşar. Ama bu tedirginlik tevekkül sayesinde hastalığa dönüşmez.
Zekâ ile külli akla ulaşmak
Bir misal vermek isterim: Çok susadınız, bakkaldan (geri dönüşümü zor olduğu gerekçesiyle plastiği tercih etmeyerek) cam şişe su aldınız. Büyük kısmını içtikten sonra dibinde kalan bir parmak yükseklikteki suya dikkat etmeden şişenin ağzını kapatarak çöp sepetine attınız. İşte burada haksızlık (zulm) yapmış oldunuz! Çünkü suyun biyolojik yaşam döngüsüne girme hakkını elinden aldınız. Suçu olmamasına rağmen onu belki yıllarca sürecek bir hapse mahkûm ettiniz! Bilmeden de olsa güzel ahlak kaidelerine aykırı bir iş yaptınız! Lakin unutmayın ki bilmemek mazeret sayılmaz. Mademki zekâmız var, onu daha çok kullanarak (külli) akıl denen kaynağa ulaşmak için çok ama çok ince düşünmeli ve hareket etmeliyiz!
Zekâsını kullanarak akıl hazinesine ulaşan kişi bu bakımdan çok ihtimalli düşünür ve başkasına ya da bir şeye zarar vermemeyi şu temel sebeple seçer (ihtiyar eder): kişi başkasına veya bir şeye zarar verirse, kendi nefsinin hizmetine gireceğini ve bunu alışkanlık haline getirirse gitgide onun kölesi olacağını bilir; yoksa bu yolu açıp ileride kendisine zarar verilmesin diye başkasına zarar vermemeyi seçmez.
Çünkü bu ikincisinde gizli ama çok güçlü, çok köklü bir çıkarcılık (menfaatperestlik) mevcuttur ve bu yüzden de nefsaniyet gizlidir. Örneğin "Kırmızı ışıkta geçmeyeyim, dalgınlıkla birine vurabilirim, sonra bu yol açılır da dalgın olduğum bir anda başkası da bana vurur" demek ikinci tür düşüncedir. İlk düşünceye sahip kişi ise şöyle hesap yapar: "Belki kırmızı ışıkta geçerek zaman kazanacağım ama bu nefsime uymak ve kendime hâkim olamamak demek olacak!"
Ramazan çok önemli
Evet, sözü dolandırmayayım. Ramazan geldi. Bu ay gerçekten çok mühim. Günlük mecburi ibadetlerin üstüne bir de tüm günü kaplayan bir ibadet türü geldi: Oruç.
Çocukluğumdan beri oruç tutarım. Yakın zamana kadar orucu bazen severek tuttum bazen de bıkkınlık içinde. Oruç tutmaya kendimi bilmezden önce başlamışım; bunu annem söylüyor, ben hatırlamıyorum. Ama hatırladığım zamanlardan aklımda kalan "yememe içmeme oyunu"nun hoşuma gittiğiydi. Belki de şimdinin aksine yemeyi seven bir çocuk değildim. Oruç taam etmemek için iyi bir bahane oluyordu. Ama kesinlikle gizliden su ya da meyve suyu filan da içmezdim.
Hatırlıyorum maç seyretmek için stadyuma gideceğim zamanlar (o zamanlar maçlar daha ziyade gündüzleri oynanırdı!) bazen oruç tutmazdım. Ama babam kızmasın diye sahura kalkar taam ederdim. Annem gizlediklerimi hep bilirdi. Stada oruçlu da gittiğim oldu, mahalle arasında maç da yaptım. Hatta üniversite sınavına bile oruçlu girmiştim (meğerse aç karnına girmek zekânın daha çok çalışması için en iyisiymiş!).
Kavramları (mefhum) didik didik etmeye başladıktan sonra Ramazan'ın önemini anladım. Evvelen orucu ezbere tutuyormuşum. İnsan oruç tutunca nefsinin ona tatmin et diye telkin ettiği (su gibi bedensel) zaruri ve (üreme gibi) ihtiyari ihtiyaçlarını doyurmayabiliyor ve çay veya müskirat içmek, konuşmak ya da yalan söylemek gibi ihtiyaç duymadığımız keyfi faaliyetlerini erteleyebiliyor. Yani kişi kendine (nefsine) "Dur! Burada efendi sen değilsin, benim!" diyebiliyor.
Peki, "benim" diyen kısmının adı nedir? Nefs değil. O belli.
Kişi nefsine dur diyor ve kendini engelliyor. Kendini durdurabilen kim? İnançlıysanız cevabınız belki "ruh" olacak, inançlı değilseniz belki "bilinç", belki de "irade". Ben cihanşümul (herkesin kabul edebileceği) bir kelime kullanayım: Ene ya da ego. Bu arada bir hatırlatma yapayım ene veya ego "kibir" demek değildir. Çünkü kişinin kendi nefsine dur diyebilmesinde zekâ ve bilinç birer vasıtadır; durdurabilmesindeki vasıta ise iradedir. Ama insanın dur diyen kısmı enedir.
Nefse "dur" demek ve hürriyet
"Dur" diyen ve durdurabilen kişi hürriyetin tadını alır ve bunu bir alışkanlık haline getirirse hür olur. Ne kendi nefsinin ne de başkasının kölesidir artık. İnsanı nefsinin kölesi olmaktan kurtaran tek yol elbette ki oruç değildir. Nitekim fedakârlıklar içeren vaziyetler ya da başka ibadetler de insanı nefsinin kölesi olmaktan kurtarabilirler. Ama bunların güçleri oransal olarak farklı farklıdır.
Fedakârlık içeren vaziyetlere iki örnek vereyim: Birincisi annelik. Büyük fedakârlık ister ve insanı kendi nefsinin kölesi olmaktan uzaklaştırır. Bu özellikle bebeğin ilk yıllarında kesinlikle doğrudur. Ama kadın bu sefer de bebeğinin kölesi olur. Erkeklerde şimdiye kadar böyle bir duruma rastlamadım. İkincisi aşktır. Aşk da fedakârlık içerebilir. Bir taraf bazen yaptığı aşırı fedakârlık sayesinden kendisinin kölesi olmaktan uzaklaşsa da karşısındakinin kölesi haline gelebilir. Yalnız dikkatle baktığımızda bu iki vaziyete baktığımızda göreceğiz ki her iki durumda da acı mutlak bile olsa nefsaniyet acının içine gizlenmiştir.
Elbette ki insana iyi gelen din dışı uygulamalar da var: "Aqua therapy" (gusül de bir türüdür ama inananlar için en iyi türdür), yoga, meditasyon, neuroformat, NLP gibi. Ama oruç, bunlardan tamamen farklıdır ve kişiye eşsiz bir deneyim yaşatır ve halet-i ruhiyeye sokar.
Oruç, kişiyi hür kılan güzel ahlak yapılandırmalarından Ramazan'a mahsus olanıdır. Oruç bu itibarla aynı zamanda kişinin kendini bilmesi için turnusol kağıdı vazifesi görür. Neyi ne kadar yapabildiğini kişiye gösterir ve ne kadar hür olduğunu, zincirlerden ne kadar azade bulunduğunu izhar eder!
Eski meşayih Ramazanlarda oruç tutmak isteyen hayat kadınları bir nebze de olsa hürriyetlerini tadabilsinler diye elde avuçta ne varsa onlara gönderirlerdi ki tatile çıkabilsinler. İmkân oldukça da müritlerini bu hanımlarla evlendirirlerdi ki başkalarının cinsel köleleri olmaktan kurtulabilsinler.
Oruç tutalım sıhhat bulalım; hem bedeni hem manevi.
* Yıldız Teknik Üniversitesi Tarih felsefecisi