Mona A. Tufan: MODERN DÜNYADA ANLAMIN ÇÖKÜŞÜ

MODERN DÜNYADA ANLAMIN ÇÖKÜŞÜ
Giriş Tarihi: 21.04.2022 13:45 Son Güncelleme: 21.04.2022 13:45
Modern insan geleneğin yerine rasyonel aklı koyarken özgürlük peşindeydi, göklerin krallığından kurtularak yeryüzünde kendi krallığını kuracak, evvelce bulunduğu yere kendi yerleşecek, yasayı kendi yapacak, âlemi kendi biçimlendirecekti.

Anlam arayışı insan için vazgeçilmezdir. İnsanı tarihsel süreç içinde tahlil ettiğimizde, onun özünün bir soru işareti olduğunu görmekteyiz. Varlık nedir? İnsan nedir? Dünya nedir? Başlangıç ve son nedir? Gaye nedir? Yol nedir? Tüm bu nedir soruları, insanın özündeki soru işaretinden neşet eder ve sonsuz sayıda çoğalırlar. Adeta Tanrı insanın hamuruna bir soru işareti bırakmış, onun sora sora kendine yol bulmasını arzu etmiş gibidir.

Sorular huzur bozar, hazzı keser, uykuyu kaçırırlar. İnsanın diğer yeryüzü varlıkları gibi sükûnetle yaşamasını engelleyen onun sorularıdır. Nerede bir insan varsa, varlığa yönelen bir anlam sorusu da vardır. Her zaman ve mekânda insanların varoluşunu, medeniyetlerin teşekkülünü anlama ilişkin sorular belirler. Bu nedenle bu anlam sorularına özsel, kurucu, var eden, insan kılan sorular diyebiliriz. İnsanın eline Tanrı'dan bir "ol" tecellisi verilmişse, kanaatimce bu soruları sorma yetisiyle verilmiştir. İnsan doğru soruları sorarak, doğru usulde sorarak ve doğru yanıtları arayarak kendi dünyasını var eder.

Varlık kaosu sorular marifetiyle düzenlenir. Anlam sorusuna yanıt verenin varlık mı yoksa bizzat insanın kendisi mi olduğu felsefi pozisyonunuza göre değişir. Ancak bütün bu soru-cevap silsilesini felsefi antropoloji, insanlık tarihi, medeniyetler tarihi, felsefe tarihi, dinler tarihi, sanat tarihi perspektifinden okuyabiliriz. Soru tipleri, tarzlar ve yöntemler değişse de her alanda insanın anlam arayışının kendini açığa vurduğu gerçeği değişmemektedir.

Aradığımız bu değil

İlerlemeci bir anlayışa sahip antropoloji perspektifinden bakılırsa, anlam soruları ilk(el) insanın güvenlik arayışıdır. İlk(el) yanıtlar da mit ve dinle verilmiştir. Daha gelişmiş sorular ise felsefeye ve bilime aittir. Böylece insanlar felsefe-bilimin anlam soruları marifetiyle kendilerine güvenli bir dünya kurarlar. Soruların temeli güvenlik endişesi olduğunda, insanlar kendilerine konforlu bir yaşam alanı oluşturana dek sorular devam eder. Rahata erişildiğinde ise sorular tükenir.

Modern paradigmanın sorulara aradığı nihai yanıt refah ve konfor alanı yaratmaktır. Fakat insanın başına dert bazı sorular vardır ki refah ve konfor bu sorulara deva sunmamakta, ölüme, dünyanın azlığına, insanın kendine yetmezliğine, ötekinde de teselli bulamazlığına yanıt vermemektedir. Eskilerin eskimeyen ifadesiyle ne zenginlik, ne teveccühü nas, ne dünyevi aşklar insanlığın bu "yetmez"ine "açmaz"ına kalıcı derman bulamamıştır. Bir süre "bu mu acaba" diyerek koşuşturmanın ardından, her insan geleneğin rüşd dediği yere gelir ve "dünya bana yetmiyor' demeye başlar.

Paradokssal olarak rüşd ve yetmezlik birbirini tamamlar. Bu yetmeme hali dünyevî araç ve gereçlerin, teknik ve donanımın gelişmişliğinden azadedir. Bugüne dek gerçekleştirilen "ilerleme" insana avuntu vesilesi oyuncaklar, dikkatini dağıtıp soru sormamaya sevk eden araçlar dışında bir ganimet sunamamıştır. Keşfedilenlerin tümü anlam sorumuza basitçe şu yanıtı verir: Aradığımız bu değildir.

İnsanın anlamla ilişkisine dair ikinci temel görüş, dini doktrinlerin ve felsefede Platoncu çizginin görüşüdür. Bu perspektiften insanın hikâyesi "düşüş"ün hikâyesidir. Dini doktrinlere göre insan başlangıçta (Primordial State) bir bilgelik halindeydi. İnsana her şeyin bilgisi bizzat Tanrı tarafından öğretilmişti, o Tanrı ve âlem arasında berzah/ara varlık, halife durumundaydı.

Âlemde yazılı hikmetleri okumak, okuduklarını diğer akıllı varlıklara (melekler, cinler) öğretmek, var olan her şeyin tesbihatını, tahmidatını Tanrı'ya sunmak onun işiydi. O hem âlemdeki her şeyin bir özeti hem İlahi İsimler'in toplamı olduğundan hem âlemi hem Tanrı'yı anlama, anlatma yetisine sahipti. Bu da temelde onun, kendini de varlığı da anlama, anlamlandırma, değerlendirme, yerli yerine koyma becerilerine sahip olması demekti.

Geçmek bilmeyen anlam sızısı

İnsan Tanrı'nın buyruğunu çiğnedi, kendini yeterli sandı. Yeterlilik hissi rüştün zıddıdır. İnsan sonsuza müştak olarak yaratıldığından, onun bir "yeter"i yoktur, o daha ziyade "daha yok mu" (hel min mezid) varlığıdır. Halife oluşun ona yetmemesi de "daha yok mu"nun yanlış kullanımından kaynaklanır. İnsanda halifelik bilgide (marifet) nihayetsiz artışı gerektirirken, mülkün sahibi olmayı gerektirmez. Böylece insan isimlere yönelişini eşyaya yönelişi, bilgiye yönelişini de mülk edinmeye yönelişiyle değiştirir. Bilgiden kendisine baki kalan ise geçmek bilmeyen anlam sızısıdır.

Kadim öğreti bize insanlık tarihini altın, gümüş, bronz ve demir çağları olarak bir düşüş tarihi olarak anlatmaktadır. Bu değerli maden analojisi simyacıların çok sevdiği biçimde marifetin yitiriliş aşamalarını ve mülkün katılaşma/sertleşme aşamalarını anlatır. Kısmen farklı olsa da başlangıcın mükerrem ve âli oluşu ve günlerin sonunun sefil ve sakil oluşu bakımından Semitik dinlerin doktrinleri de aynı başlangıç ve sonu işaretler.

Demir devri, en katı devirdir. İnsanın mülkü genişlemiş, bilgisi altın iken demir olup büsbütün değer kaybetmiştir. Altın bilginin cevaplamaya muktedir olduğu sorular demir bilgiyle cevaplanamamakta, demirin katılığı sorularına cevap bulamayan insanlığı gitgide daha fazla öfkeye ve savaşa sevk etmektedir. Bu dönemde insan büsbütün maddeci olmuş, yetileri de beş duyu ve rasyonaliteyle sınırlanmıştır.

Modern insan her tür metafizik bilgiden bütünüyle kopmuştur. Rasyonel aklın Kantçı sınırları dikkate alındığında her tür aşkın metafizik imkânının ortadan kalktığı, insanın fenomen alanına mahkûm olduğu açıktır. Ya göklerden gelen hiçbir şey yoktur ya da insan göğe sağır kalmıştır. Oysa anlam sorusu yeryüzünde cevap bulamaz.

Modern insan geleneği reddederek yerine rasyonel aklı koyarken özgürlük peşindeydi, göklerin krallığından kurtularak yeryüzünde kendi krallığını kuracak, evvelce Tanrı'nın bulunduğu yere kendi yerleşecek, yasayı kendi yapacak, âlemi kendi biçimlendirecek ve kendine faydalı olanı hiyerarşide üst konuma yerleştirecek, kendine yaramayanı atacaktı.

İnsan göğe küstüğünde

Eş deyişle insan, öznenin Tanrı olduğu bir cümlede, nesne olmaktan kurtulacak, kendi başına özne olacak, kendi cümlesini kuracaktı. Artık Tanrı'nın varlığa yerleştirdiği, insana bildirdiği bir anlamı aramak değil, anlamı icat ve inşa etmek insanın hakkıdır. Böylece anlam özneden, insandan sorulacak, değer özneye, insana göre belirlenecektir. Bu yine kadim çeldirici vaade kanmak, sonsuz bir mülk ve ebedi bir saltanat sahibi olmak için Tanrı'yı dinlemekten vazgeçmek demektir. Modern insan yeryüzünü karış karış tarayıp, Tanrı'nın belirlemediği bir anlam aramaktadır. Çeldirici yine yalan söylemiştir.

17. yüzyıldan bu yana insan bu saltanatı kurmayı denemiş, iki dünya savaşının, bitmeyen çatışmaların, çeşitli varyasyonlarıyla sömürgeciliğin ve her tür bunalımın gösterdiği gibi başaramamıştır. Özne değildir, malik değildir, güçlü değildir. Yeryüzünde herkesin içinde insanca ve mutlu yaşayacağı anlamı da icat edememiştir. Bu sükût-u hayalin getirdiği postmodern devre ise büyük bir boş vermişlik, kaosa teslimiyet, anlık hazlarla teselli bulma güdüsü, irrasyonalite ve hayvanlaşma görüyoruz.

İnsan göğe küstüğünde, gök insanı terk ettiğinde anlam, güç, mülk kalmaz. Zira gökler (melekût) sadece anlamın değil mülkün de kökenidir. Böylece elinde sadece haz kalan insanın her yandan saldıran insanlık ıstırabına karşı koyması güç görünmektedir. Postmodern insan hızla düşen katı bir cismin parçalanıp dağılması gibi tuzla buz olmuş bir benliğe, tanımsız bir öze, nereye gideceğini bilmez şaşkın bir varoluşa sahiptir. O artık aklın kendisini inşa edeceği olağanüstü bir cihaz olduğuna değil uğursuz bir işkence aleti olduğuna inanmaya başlamış, bu aklı ve temel sorularını kendisinden en kısa zamanda alacak bir cerrahi müdahale bekler olmuştur.

Kadim hikmetin en büyük hediyesi aklın, Tanrısız kalınca nasıl bir bela olduğu görülmüştür. Fakat modern insan bir kere Geleneği tahrip ederek terk etmiştir. Bu gemileri yakma tavrı sonucu şimdi postmodern kaosa, bu anlamsızlık ve değersizlik adasına mahkûmdur. Artık ya lanetli, ıstıraplı, anlamsız bir hayat sürecek ya da aklını devre dışı bırakıp hayvanlar gibi olmaya çalışacaktır. Post-yapısalcı süreçleri, yapı-sökümünü, Tanrının ölümünü, ardından öznenin ölümünü, yapay zekâ arayışlarını, trans-hümanizmi bu pencereden insanın düşüş merhaleleri olarak okuyabiliriz. İnsan önce Tanrı'nın tayin ettiği yerini beğenmedi, şimdi âlemde hiçbir yere huzurla yerleşemiyor.

Evrene karşı güçsüz insan

Düşüşü durdurmak ancak yukarıdan sarkıtılan bir ipe tutunmakla mümkün. Fakat ip nerede? Onu nerede bulacağımız, nerede, nasıl kaybettiğimizle doğrudan ilgili görünüyor. Bunun için evvela modern insanın hangi nitelikleri giyinerek geleneksel insandan farklılaştığını görmemiz gerek. Bu başkalaşmayı, bireyleşme, ilerleme, yararcılık ve yabancılık olarak belirliyoruz.

Modern insan bireycidir. Bireycilik, birey-üstü otoritenin reddi, öznenin kendi tanımını kendince tasarlaması, kendi var oluşunu dilediği yöne doğru inşa etmesi, önceden tayin edilmiş, aşkın bir otoritece belirlenmiş bir insan tanımının, bir öz/fıtrat tayininin reddi demektir. Kendinin tanımını yapan insan her şeyi de kendine göre tanımlayacaktır. Fakat bu tanımı herkes kendince yaptığından yahut insana ilişkin farklı kültürlerin farklı coğrafyaların beklentileri farklı olacağından, bütün insanları bir arada tanımlayacak evrensel bir insan kavramı ütopya haline gelmektedir.

Oysa terk edilen Gelenekte böyle bir tanım mevcuttur. Ama modern birey bu tanımı beğenmemiş, kendi adını kendi koyar gibi kendi anlamını kendi belirlemek istemiştir. Sonuç olarak herkesin birey olduğu ve kendi tanımlarını talep ettiği bir dünyada herkesin herkesle savaşı kaçınılmazdır. Bu da kaos demektir. Modern insan ilerlemecidir. İlerlemeci tarih anlayışına sıkı sıkıya bağlı, kendini tarih tasarlayan ve tarih yapan olarak gören, geleceğin daima şimdiden daha iyi olacağını uman bir optimisttir. Geçmiş insanlara ilkel gözüyle baktığından onlardan öğreneceği bir şey olduğu kanaatini taşımaz.

Fakat dünyanın şimdiki hali ne insanın mutluluğu ne de ahlaki düzey açısından eskisinden daha iyi değildir. Optimist ilerleme anlayışı iki dünya savaşı ve dünyanın her yanında görünen adaletsiz sistemler sayesinde berhava olunca insana dünya ağrısını hazla dindirmekten başka çare kalmamıştır.

Kendine ve evrene yabancı…

Modern insan yararcıdır, geçmiş zamanların Tanrı kökenli ahlakı yerini insanın faydasına bırakmıştır. Fakat bu hangi insanın faydasıdır? Şu veya bu kültürün mü? Erkek mi kadın mı? Şu veya bu toplumsal sınıf mı? İnsanın faydasına olan doğanın faydasına mıdır? Doğa zarar görünce insanın elde ettiği fayda gelecek neslin imkânı olmaktan çıkacaktır.

Böylece Platon'un "En Yüksek İyi"nin erdemi yahut dini geleneğin "Tanrı'nın seçimi ve rızası" yerini bir çıkar çatışmasına bırakır. Bu nedenle yararcılık da geriye dönmemizin önüne konulmuş büyük bir kaya parçasıdır. Son olarak insanın kendini ve evreni tanımladığı modern süreç onu kendine ve evrene yabancı kılmıştır. Artık insan kendini ne kendini ne de evrende var olanları gerçekten tanır. Heidegger'in ifadesiyle modern bilgi tekniğin bilgisidir, varlığın bilgisi değildir. Tanımadığını tanımlamak, değer hiyerarşisinde bir yere koymak imkânsızdır.

Formüller ve sayılar varlıkları bize tanıtmaz. Varlığı tanımak sayısal bir iş değildir. Böylece insan sadece kendine değil evrene de yabancılaşır. İçinde olup bitene, hayalinin başka, rasyonel aklının başka telden çalışına, irrasyonalitenin onu çektiği kuyulara, uçurumlara anlam veremez. Savaşmaktan yorulur ve kendini akıntıya bırakır.

İnsan kendine karşı da evrene karşı da güçsüzdür. O ilk elde Tanrı'nın elini bırakmakla bu sürüklenmeyi kendi başına açmıştır: "(…) çünkü bilin ki, Allah'tan başkasına tanrılık yakıştıran kimse, gökten savrulup düşen, kuşların didikleyip kapıştığı yahut rüzgârın uzak, ıssız bir yere savurduğu kimseye benzer. (Hac, 31)"

Anlam ancak düşüşün durdurulmasıyla belirir. Bunun için modern insanın kendine yeter olma talebinden, ilerlediği bir geleceğe ilişkin çeldirici boş ümitlerinden kurtulması âlemdeki her şeyi kendi çıkarına kullanma bencilliğini bırakması ve varlığa ünsiyet edebilmek için varlığın sesine kulak vermesi yani Tanrı'nın ona başlangıçta verdiği halifelik görevine dönmesi lazımdır.

Dönüşümüz Onadır…


BİZE ULAŞIN