Yeryüzü serüvenimiz bir bütün olarak değerlendirildiğinde, birer "kargaşa" olarak ifade edilebilecek çok sayıda safhadan geçildiğine tanık oluyoruz. Bu noktada, insanların modern dönemin dip dalgalarından kurtulup selâmete (salute) erişmelerini sağlayacak "gelenek" fikrini gerek doğrudan gerekse alt-metin olarak işleyen ve gelenekselci olarak isimlendirilen düşünürlerin yaklaşımları bir alternatif olarak karşımıza çıkıyor. René Guénon, Frithjof Schuon, Martin Lings ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi "gelenek" olarak adlandırılan bir ilacın sağaltıcılığında hemfikir bu düşünürler, kaotik ya da "bıçak-sırtı" olarak tanımlanabilecek mevcut durumu düzelterek işleri yerli yerine koyacak değerli öneriler sunuyorlar.
Hiç şüphesiz her devirde insanı asli konumuna yükseltmeyi, eşyayı olduğu gibi anlamayı amaçlayan ıslah odaklı birçok girişimin varlığından söz etmek mümkün. Fakat zamanın sonlarına yaklaşıldığının alametleri zuhur etmeye başlarken, insanlığın "kutsal" ile birlikte kutsiyet barındıran her şeyden uzaklaştırılmaya çalışıldığını en derinden hissettiğimiz günümüz şartlarında asıl ya da fıtrî (primordial) hâle özgü dengenin yitirilmesi, işleri daha da karmaşıklaştırıyor.
Denge hâlinin yeniden tesisine odaklanabilmek, usanmaksızın bir şeylerin yanlış gittiğini tekrarlamaktan çok kurtuluşa sevk edecek bir farkındalığın hayatlarımıza yansıtılabilmesinin somut yollarını aramaktan geçiyor. Dengenin yeniden tesisinin nasıl sağlanabileceğine ilişkin yoğun mesai harcayan düşünürlerden Seyyid Hüseyin Nasr, bir öneri olarak katmanlı bir gelenek tanımıyla yola çıkıyor: Evvela insana "vahiy" aracılığıyla bildirilen "kutlu"nun yanı sıra Kutlu Mesaj'ın muhatap aldığı bir toplum için "Köken" ile yatay bir süreklilik, diğer taraftan da bahsi geçen gelenek hayatının içindeki her bir hareketi tarih-ötesi Aşkın Gerçeklik ile irtibatlandıran dikey bir nüve.
"Karşı-gelenek" tehlikesi
Bu tanımı hareket noktası kabul ederek kapsadığını ifade etmek mümkün. Gelenek, ilahî modeller temel alınarak inşa edilmiş Sünneti de kapsıyor. Dahası, geleneksel dünyada hayatın ve düşüncenin her bir dönemini Köken ya da Asl'a bağlayan bir zincir olarak silsileyi de tazammun ediyor. Böylece din, sünnet ve silsileden mürekkep geleneği bir ağaca benzeten Nasr, ağacın köklerinin vahiy aracılığıyla İlahî Tabiat'a uzandığına ve geçen bunca asır içinde yine bu noktadan ağacın gövdesi ve dallarının sürgün verdiğine dikkat çekiyor. Şu hâlde, gelenek ağacının kalbinde dinin yer aldığını ve ağacın vahiyden beslenen özsuyu bereketin aynı zamanda ağaca hayatiyet bahşettiğini söylemek mümkün.
Ancak gelenek ile alakalı olarak işler her zaman öngörüldüğü şekliyle cereyan etmiyor. Geleneğin karşı cephesinde yer alan "karşı-gelenek" tehlikesinin günümüz insanı için asıl yok edici unsur olduğunun altını çizmemiz gerek. Karşı ya da sahte geleneğin tehdit oluşturmasının ardında, yarı hakikat hatta bazı durumlarda hakikat kırıntılarının bile hakikatin tahtını ele geçirmesi niyeti yatıyor. Bu yer değiştirme bazen öylesine ani gerçekleşiyor ki yarı hakikat artık bilfiil hakikat olarak anılmaya başlıyor. Anomali olarak kabul edilen mevcut durum, böylesi bir paradigma değişikliğinin bir sonucu aynı zamanda.
Dolayısıyla gelenekselcilerin her fırsatta moderniteye yönelttikleri eleştiriler, esasen din ve metafizik alanlarında yarı hakikatlerin gündemi meşgul ederek bir süre sonra hakikat olarak tasavvur edilmelerinden kaynaklanıyor. Bunun önüne geçip Adn'deki fıtrat hâline yeniden dönüş imkânı elde etme söz konusu olduğunda ise gelenekselcilerin sıkça ezelî hikmet (perennial wisdom) ve fıtrat hâli (primordial state) gibi kavramları hareket noktası almaları daha anlaşılır hâle geliyor. Düşünce seviyesinde sınırlı kalmayan bu tavır, insanın yeryüzünde halife konumunu sürdürebilmesi için manevi yoksulluk ya da fakr gibi temel tavırların zorunlu olduğunun da bir göstergesi.
Rahat ve rahatsızlık
Sünnet'ten sanata birçok alana sinmiş durumda olan fakr ya da manen yoksul oluş hâli, aslında İslam'ın özge niteliklerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor. Öyle ki fakr'ın, daha doğrusu Hakk'ın huzurunda iliklere kadar hissedilesi manevi yoksulluğun bir süreliğine gözden kaçırılması bile bugün hayatı zindana dönüştüren rahat içre rahatsızlığın bir sebebi. Oysa İslam, azami değil asgari rahatlıkla -hatta profan anlayışın aksine dünyada ontolojik bir rahatsızlıkla- belirlenmiş bir refah ölçüsünü öngörüyor. Kendisine hamd edilen Gani her şeyin sahibi olarak düşünülürken, zenginlik ya da temellük namına ne varsa O'nun olduğu da açık hâle geliyor. Bu anlayışın kimi yansımalarını, artık gözümüze çarpmasalar da yakın zamana kadar apartmanların giriş kapısı üzerine yerleştirilmiş "Mülk Allah'ındır" levhalarında görmek mümkün.
Gelenekselci düşüncenin önde gelen isimlerinden Frithjof Schuon, yazılarında yoksulluğun başat bir erdem olduğunu yinelerken İlahi İrade'ye teslimiyet yani İslam'ın bahsi geçen yoksulluktan ibaret olduğunu vurgulu bir biçimde dile getiriyor. Ne ki ona göre bu yoksulluk, kendi içinde bir amaç olmaktan çok derinlerimizdeki zenginliğe kapı aralamakta. Şöyle de ifade etmek mümkün: "Aşkın'da ölmek, bir bakıma İçkin'de doğmaktır." Diğer taraftan İlahi Kelâm zenginlik ve yoksulluk açısından dengenin modeli olduğu için onun tilaveti bile kutlu yoksulluğun içe çekilmesi, solunmasıyla özdeş hâle geliyor. Nitekim Schuon açısından bizzat Kur'an, bu yoksulluğa kök salmış bir insan tipi oluşturuyor (Frithjof Schuon, İslam ve Ezelî Hikmet, İz Yayınları 1998, s. 45).
Beşer ve Beşer-üstü (supra-human)
Schuon'un birçok eserinde insanın anlamının "bilme" olduğunu yinelediğini gözlemliyoruz. Gerçi bilmekle sınırlı olmayarak "eylemek" ile irtibatlı bir varlık olduğu ilavesinde bulunmak suretiyle eyleme ve bilme ya da eylem ile bilgiyi birbirinden ayırt edebilmenin de insana özgü bir kabiliyet olduğuna işaret ediyor. Biliş ve eyleyiş çerçevesi bu şekilde ortaya konduktan sonra, çok katmanlı bir dönüşümün anahtarı olarak sunulan fakr ile bireycilik ve ilerleme gibi modern umacıların üstesinden gelmek ve beşer-üstü ile irtibat kurmak, modern açmazlardan kurtulma arzusundaki bizler için pratiğe en rahat dökülebilir bir yaklaşım gibi duruyor.
Şu an kırklı yaşlarda olanlar, eğitim hayatlarının önemli bir bölümünde "bireycilik" vurgusunun baskın olduğunu hatırlayacaklardır. Örfümüz ya da töremiz, cananı candan üstün tutmayı (isâr) öne çıkarsa da geçtiğimiz iki yüzyılın hümanizm, bireycilik, evrim, eşitlik gibi geleneğin karşısına konan kavram ve telkinlerden örülü hayat tarzlarını dayattığı herkesin malumu. Bir zamanlar belli belirsiz arz-ı endam eden telkinler, artık "beşer-üstü"ne dayalı geleneğin buharlaşması için tüm fırsatları öncesine nazaran daha aymaz bir biçimde kullanılıyor. Bireycilik gibi fıtrata ters bir durumun kabullenilmesi, aynı anda bireyi aşan otoritelerin ve bireysel aklın üzerinde bir kavrayış yetisinin inkâr beraberinde getiriyor.
Modern anlayış bu yönüyle beşer-üstüne dayanan manevi otoriteyi ve bu otoriteyi temel alan geleneksel her şeyi hariçte tutmakla aynı kapıya çıkıyor. Böylesi bir manzara eşliğinde insanların gördüğü şeyin kimi durumlarda din değil "din duygusu" olduğunu söylemek mümkün. Acaba ilahi olanla irtibat ve denge hâli, bu noktada nasıl sağlanabilir diye düşünmeden edemiyoruz (Guénon, Modern Dünyanın Bunalımı, İnsan Yayınları 2018, s. 120).
Doğuda öne çıkan düşünce ve eserleri Batıya aktarmayı amaç edinen ilk dönem şarkiyatçılarının, İslam'ı ve onun batınî yönü olarak alınabilecek tasavvufu daha önceki bir döneme dayanan bir düşünce manzumesi olarak tarif edişleri, esasen tasavvurlarında İslam'ın böylesi harikulade likleri içeremeyecek denli zengin olamayacağını düşünmelerinden kaynaklanıyor. Guénon, Doğu ile alakalı aksi yönde bir tanımlamaya başvurarak Batı'da entelektüalite adına ne yapılıyorsa doğrudan ya da dolaylı olarak Doğu'dan yapılan alıntılarla gerçekleştiği şeklinde bir bakış açısı öneriyor. Doğu'da beşer-üstü ile irtibatın yer yer sekteye uğramakla birlikte sürdüğünü dile getiren Guénon ve arkadaşları, iman ve inkâr arasında bir tercihin beşerî durum açısından belirleyici olduğunu vurguluyorlar.
İnanmak ya da inanmamak, bütün mesele bu
Beşerî durum, aslına bakılırsa "meleklerden üstün" bir konuma sahip olma ile Hakk'ı inkâr arasında bir konuma karşılık gelmekte. İlk durumdaki üstünlük, insana bahşedilen "iman emaneti"nin büyüklüğüyle ilişkili. Her varlık, kendine özgü bir varlık seviyesinde ne ise o olarak duruyor. İnsan bu açıdan inanma ve inkâr etme imkânıyla bir taraftan insan olmaya son verip aşağıların aşağısı bir konuma düşme, diğer taraftan da varlığın tüm mertebeleri üzerinde bir konuma yükselme imkânını barındırıyor. Ona verilen iman emaneti, deyim yerindeyse bir mutluluk anahtarı aynı zamanda. Varlığın bir cüzünün Varlığı tasdik edenler ya da O'nu inkâr edenler şeklinde ayrılışı, bu açıdan önemli birer ayrım gibi duruyor.
Tüm bu anlatılanlar ışığında, içinde bulunduğumuz çağın kargaşası insanın varlığının başlangıcında akdettiği "ezeli misak"a ne ölçüde uyumlu bir seyir izlediğiyle yakından ilişkili. Uyum demişken, aklını Mutlak'tan gelen Hakikatle ve iradesini yine Mutlak'ın iradesine uyumlu hâle getirme, bir bakıma insanın hakiki tabiatını ve aşağı alemde yani dünyada varlığının asıl gayesini akılda tutmasıyla sağlanabilecek bir husus. Nasr'a göre bu misakın aksi yönde her tür girişim, bir ev kiralayan ancak kirayı ödemeyen bir kişinin durumunu andırıyor. İslam kelimesinde mündemiç olan teslimiyet ve selâmet, ilahi iradeye teslimiyetin yanında aklın Mutlak ile izafi arasında belli bir ayrımda bulunarak teslimiyete ulaşması anlamlarını da yansıtıyor. İşte bu formülasyonlar doğrultusunda akıl ve iradenin eşzamanlı katılımıyla vahyedilenin tasdiki, kargaşa ya da kaostan selamete çıkışın da anahtarı.
Böylece Müslüman ifadesi tabiat, vahyin tasdiki ve nihayet bu tasdike ilaveten ilahi iradeye uyum şeklinde çeşitli katmanlardan oluşan büyük bir vizyonu temsil etmekte. Bu hâliyle insan ve onu kuşatan Kâinatla birlikte eşyanın bizzat tabiatında içkin bir anlayıştan bahsetmiş oluyoruz. İslam'ın bu özge yönü, onun bidayeti ve nihayeti ya da Nasr'ın deyimiyle "alfa ve omega"sı olan tevhid ile birlikte düşünüldüğü vakit, yalnızca birden fazla tanrı yerine Bir ve Tek İlah'ın tasdikinden daha geniş bir alana karşılık gelmektedir. Zira bu son ifade ışığında, arzın dört bir yanında önceki inanışlarını bırakıp İslam'ı seçenler için daha fazlasına gerek olduğu oldukça açık.
Günümüz insanına sağlam bir liman
Gelenek (tradition) kavramının, çağlar değişse de kendisi değişmeden kalan hakikatin intikal kanalı olduğunu unutmamak gerekiyor. Böylece Guenon'a göre "başı koparılmış bir canlı" gibi bilinçsizce hareket eden günümüz insanı için geleneğin sağlam bir liman olduğunu düşünmek mümkün hâle geliyor. Ancak sorun, bu limana nasıl ulaşılacağı ve oradan nereye varılmak istendiği. Benzer görüşleri izaha çalışan Martin Lings, Yakîn Risâlesi isimli eserinde "med-cezir" metaforuna yer vererek içinde yaşadığımız devirdeki gidişata ilişkin birtakım ipuçları sunuyor. Lings'e göre tarihin belli dönemlerinde insanlık kıyısına birbiri ardına dalgalar çarparken, çekilen dalgaya tutunarak aslımıza yönelik bir rücu imkânı doğmakta; bu imkân, hakikatin unutkanlık katmanları altında en örtük hâle geldiği dünyanın bu son demlerinde, çağa karşı nasıl bir tutum sergileneceğini de imliyor aslına bakılırsa (Martin Lings, Tasavvuf Nedir?, Nefes Yayıncılık 2017, s. 54).
Farklı tezahürlere sahip olsa da kargaşa tüm hızıyla etrafımızı sararken, baştan beri değinilmeye çalışılan imkânın yanı sıra Nebinin kendisini izleyenlere "Siz öyle bir zamandasınız ki, içinizden kim emredildiklerinin onda birini bırakırsa helak olur; sonra öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda yaşayanlardan kim emrolunduğunun onda birini yaparsa kurtulacaktır" müjdesiyle dile getirdiği kolaylık yüreklere su serpiyor. O hâlde, kesafet girdabına kapılmanın önünde geleneğe sarılmak, korkudan ümit tarafına yönelmeyle eşdeğer. Asıl vatanı semavi Doğu olanlar için aydınlanma ya da işrak, sürgün ve gurbet mahalli Batı'da ya da Garp'ta olan garipler için kutlu bir selam eşliğinde yeniden ulaşılır olmanın ferahlığını yankılıyor: "Selâm olsun o gariplere."