Gelin sizinle bir psikolojik oyun oynayalım: Çağrışım testi. Siz bir kelime söyleyeceksiniz; ben o kelimenin bende yaptığı ilk çağrışımı söyleyeceğim. Buyurun:
Siz: "Kemalizm"
Ben: "Kült."
Siz: "Atatürk"
Ben: "Kült"
Siz: "Yurtta sulh..."
Ben: "Kült"
Siz: "Cihanda sulh"
Ben: "Kült"
Bu vaziyetteki bir hastasına doktor diyor ki: "Oğlum nasıl oluyor da her kelime sana onu hatırlatıyor?"
Hastası cevap veriyor: "Hiç aklımdan çıkmıyor ki!" Benim de aklımdan "kült" kavramı hiç çıkmaz. Şimdilerde CHP'li belediyeler beldelerinin girişine yeni bir devasa levha dikiyorlar: "Yediğimizde, içtiğimizde hakkın var!"
Bu kelimelerin yanında dev bir Atatürk görseli bulunuyor. Ben bu levhayı şöyle okuyorum: "Yediğimizde, içtiğimizde kültün var…"
Sakın yanlış anlaşılmasın... Gazi Mustafa Kemal Atatürk, son Osmanlı yüzyılında, askerî teoriden tutun, ordu-millet entegrasyonuna dair görüşleriyle, hiç mağlubiyeti olmayan ama tersine I. Dünya Savaşı'nda kendi açtığı veya katılmak zorunda kaldığı bütün harekatları kaybetmiş olan Osmanlı Silahlı Kuvvetleri'nin mevcut iki zaferinin planlayıcısı ve icracı komutanı olarak başarısı bulunan tek subayı (Çanakkale'de önce yarbay, sonra albay; Şam'da tümgeneral) idi.
Murat Bardakçı Bir Devlet Operasyonu: 19 Mayıs adlı kitabında, Osmanlı Genelkurmayı'nın Kuvayı Milliye harekâtını planlarken, bu operasyonu yönetmek üzere Mustafa Kemal Paşa'yı seçmesinin de bu sebebe, mağlubiyeti olmayan tek paşa olması gerçeğine dayandığını yazar. Padişah Sultan Vahdettin'i ikna etmek kolay olmuştur çünkü kendisi veliaht iken çıktığı Avrupa gezisine, Mustafa Kemal'i yaver olarak götürmüş, tahta çıktığında bu yaverlik rütbesini yeniden vermiş ve bu rütbe ordudan istifa edinceye kadar devam etmiştir.
"Bir kültür değil ama bir kült"
En çok sevdiği kelime "ben" olan diğer paşalar, "Ölünceye kadar senin yanındayım!" deyip, "Ben Anadolu'ya geçmeyeceğim; İstanbul'da kaz çiftliği kuracağım" diye haber gönderen arkadaşları, "Bu Paşa hiç nafile namazı kılmaz mı?" diyen hoca efendiler ve nihayet "Rus gelince Çukurova'ya göçtüm ama şimdi Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş; gidip göreyim kimin vilayetini kime veriyorlar bakayım dedim" diyen Türk halkı ile Milliye'yi kurarak, ülkeyi kurtarmak! Ya İngiliz'in idaresinde yok olmak ya da Amerikan mandası altında parçalanarak, Kayı aşiretinin konduğu ilk toprağa hapsolmak arasında bir tercihi reddederek, kendisine inanan sadece Erzurum ve Sivas Kongresi katılımcıları ile bu kurtuluşu gerçekleştirmek…
Tek başına bu bile Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e verilen bütün onurları, payeleri, mertebeleri ve sıfatları hak ettiğini kabule yeterli olmalıdır. Bu kanıdayım ve bu sebeple, "kült" denince başka bir şeyi, kavramı, ismi değil de bana illa Atatürk'ü çağrıştırmasına bakıp, sakın onun yeri hakkında başka bir şey düşündüğümü sanmayın. Ama bakın "onun" yazıyorum, resmi, kült yazımı ile "O'nun" yazmıyorum. "Kendisi o kadar kutsal ve onun ismi o kadar yücedir ki, ondan söz ederken, büyük 'O' ile yazmak ve her türlü eki, eklentiyi kesme işareti ile ayırmak lazımdır!" demek Atatürk adı etrafında bir kült oluşturmaktır ve sanıldığının tersine "Atatürk kültü" illa iyi veya mutlaka kötü bir şey değildir.
Kült ve kültür kavramları dilimize, okullarımıza sosyoloji biliminin girmesi ile girmiştir; Atatürkçülüğün bir kültür değil ama bir kült olduğunu ilk savunanlardan biri, ABD'ye kaçmasa idi kocası Adnan Adıvar ile birlikte çoktan asılmış olacak olan Halide Edip'tir.
Tabii Halide Hanım, Kuvayı Milliye'de Halide Onbaşı olarak hizmet etmişti; Sakarya'dan sonra Eskişehir'den İzmir'e Atatürk'ün treni ile gitmiş ve 9 Eylül'ü İzmir'de Atatürk'ün yanında bizzat yaşamış olan birkaç kişiden biriydi. Ama Atatürk ne İngilizcileri ne de Halide Edip gibi Amerikancıları asla tümüyle affedip tamamen unutmamıştı. Tıpkı İttihatçıların da onun "ihanetini" unutmadıkları gibi. Bu hesaplaşmanın öyküsünü Kemal Tahir'in Kurt Kanunu'nda okuyabilirsiniz. "Kurtlukta düşeni yemek kanundur!" ve bunun kültürle değil "kült" ile ilgisi vardır.
Ya hareket ya da tarikat
Dünya "kült"ü "kötü din" olarak tanıdı. Bir tür "sapkın mezhep" gibi… Hristiyanlıkta, yeterli cezbeye sahip, ağzı laf yapan, nefesi cehennem ateşi veya cennet rayihaları kokan gezici vaizlerin bir yere yerleşip de bir depoyu veya ahırı bozup kiliseye çevirip mezhep icat ettiği ABD'de, kültler, bu kiliselerin başındaki insanın adı etrafında oluştu. Eğer bu kült, o şahsın ölümünden sonra da bir iki nesil devam edebildi ise artık ona ya hareket ya oluşum ya da tarikat dendi. Bu devamlılık yüz yıla yaklaşınca artık kültten değil söz gelimi "Mormon kültüründen" veya "Amiş kültüründen" söz eder oldu toplum. Sonra bu, din-mezhep meselesinden siyasete geçmeye başladı. Savunduğu fikirler, yavaş yavaş toplumun malı olan siyasetçilerin adı harekete, hatta o hareketin temelindeki felsefeye verildi. ABD'de bu tırmanışa, o şahsın kimliğini-kişiliğini aşan fikirlere önce "doktrin" dendi; "Monroe Doktrini" ve "Wilson Doktrini" gibi.
Halide Edip, Yunus Nadi Abalıoğlu, Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı Atay, Celal Nuri, Necmettin (Sadak), Velid Ebuzziya, Ali Kemal, Refik Halit gibi daha birçoğunun İstanbul'da Türk Wilsoncular Birliği adında bir dernek kurup, Başkan Wilson'a, "Bizi İngilizlerin eline bırakma; ABD mandasına al!" mealinde bir mektup yazmalarının sebebi de işte -daha sonra tarihin çöp tenekesine atılmakla birlikte- bugün bize Ermenistan'ı ve gerçekleşememiş bile olsa "Kürdistan" hayalini armağan eden Wilson'ın dört ilkesi idi.
"Kült" oluşturmada ilk adım
"Doktrin" aşamasını geçebilen "ilkeler" o şahsın adına bir "kült" oluşturma yolunda ilk adımı atmış demektir. Mustafa Kemal'in birtakım subay ve İttihatçılarla Amasya'da yaptığı toplantıda ortaya çıkan ve daha sonra "Amasya Tamimi" (genelgesi) adını alacak olan 10 madde gibi. Bu maddeler orada kalsaydı ve mesela Atatürk, İstanbul kendisini geri çağırdığında ordudan istifa etmek yerine İstanbul'a dönüp, "Ne var birader? Beni niye çağırdınız?" deseydi, ortada ne Kuvayı Milliye olurdu ne Kurtuluş Savaşı. Belki başka bir şeyler olurdu; yine bir Türkiye kurulurdu; ama siyaseti, sosyolojisi ve hatta coğrafyası farklı bir Türkiye olurdu bu. Sosyolojiye göre, bir kültün temelini oluşturan fikirler hayata geçirilebiliyor ve insanlar ona göre kendi hayatlarını düzene sokuyorlarsa, artık "kült" değil, ciddi olarak bir kültürden söz edebilirsiniz. Yani sözü edilen ilkeler kendi başına ayakta durabiliyorsa ve onları sürdürmek için "Bu ilkeleri ortaya atan ah şöyle bir kişiydi, ah böyle bir kişiydi!" diye, ilkelere ruh verecek bir başka meşruiyet kaynağı oluşturmak gerekiyor ise, (a) ilkeler eksiktir, (b) ilkelerin içine ekildiği kültür o ilkeleri besleyip, sürekli hayatta tutacak ögelerden mahrumdur ve kültürleşememektedir.
Bu bir genelleme; her genelleme gibi bu da yanlış olabilir ve bütün savaşlar hatalı genellemelerden çıkar. (Bu ifadenle çok yaşayasın Carl Jung! Ama unutma ki bu söylediğin de genelleme…)
Acaba, Kuvayı Milliye ve onun sonucu olan Türkiye Cumhuriyeti şu ya da bu açıdan eksik ilkelere mi dayanıyordu? Ya da şöyle söyleyelim (b maddesi itibariyle) Kuvayı Milliye ile gerçekleştirilen siyasal yapıyı sürdürecek unsurlar eksik miydi? Eksikler konusunda birçok şey söylenebilir. Osmanlı sisteminde olan birçok şey artık yeni Türkiye'de yoktu. Topraklar eksilmişti. Nüfusun bileşimi değişmişti. Siyasal ve sosyal birçok ilke Osmanlı'da kalmış, yerini başka ilkeler, farklı dünya görüşleri almıştı. Birinci Meşrutiyet'ten itibaren "sistem" kendi tarihsel kökleriyle bağlarını kesmeye, yüzünü doğudan batıya dönmeye başlamıştı. (Halide Edip, Osmanlı'nın Kayı'dan başlayarak hep yüzü Batı'ya dönük bir sistem kurduğu görüşündedir.)
"Atatürk kültü"nün sebebi
Yani Osmanlı'nın son yüzyılındaki değişimi değil başka bir sebep aramak lazım "Atatürk kültü"nün varlığı için. Bence en önemli öge, "b" maddesinde, yeni rejimin alfabeden tutun takvime, ortaya attığı yeni unsurların önemli bir bölümünü topluma kabul ettirecek veya toplumun bunları, söz gelimi ülkenin tümüyle elden gitmemiş olması, Sevr'in dayatılamamış olması, Misak-ı Millî'ye tamamen uygun olmamış olsa bile Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmış olması (ve onun getirdiği, "İşte oldu birader! Ne var bu kadar abartacak!" şımarıklığı gibi kolaylıkların, ibadetten, kıyafete, alfabeden okunacak şeylere kadar) yapılan "reformları" haklı kılacak bir "durum" olmadığı inancıdır.
Yani, şöyle bir analoji yapabilir miyiz? Filanca canlı türü yok olma tehlikesi ile karşı karşıya... İnsanlar uğraşıp didinip o canlı türünün yok olmasını önlüyor ve mevcutların sayısını arttırıyorlar. Sonra biri çıkıyor, "Yahu o kadar uğraşmaya ne gerek vardı. Bakın kaybolmadılar!" diyor. Ama bu analoji, Osmanlı'nın yerine kurulacak siyasal yapının şeklini, ilkelerini, kendi kendisini üretmeye nasıl devam edeceğine dair kuralları belirlerken yapılan yok etmeleri açıklamıyor. Yani mesela filanca canlı türünün yok olmaması için falanca canlı türünün yok edilmesi gerekmiyor. Değil mi?
Milliye'yi organize etmeye veya planı hayata geçirmeye başladığında, karşısında sadece İngiliz Muhipleri Cemiyeti veya Wilsoncular Derneği yoktu; neredeyse 100 yıllık geçmişi olmuş olan Türkçülük, İslamcılık, bunların birçok alt grupları ve türevleri vardı. O kendisiyle görüşmek üzere taa Washington'dan kalkıp, Sivas'a gelen Amerikalı generale, tercihini, İngiltere'nin veya ABD'nin emperyalizmine teslim olacak adımları atmayacağını ama onların medeniyetlerini, günlük hayat tarzlarını benimseyecek bir ülke kurmak olarak açıklayacaktı. Amerikalı generalin dikkat edip, raporuna kaydettiği ise "Osmanlı erkekleri dışarıda ve içerde başlarını örterler. Ancak bu general içerde ve dışarıda başı açık geziyor" olmuştu.
Kişilik kültü için yapı harcı
Evet, Enver Paşa'nın Latin harflerine geçme egzersizleri vardı; Ziya Gökalp, Arap alfabesini harfleri birleştirmeden yazmanın yollarını aramıştı; birçok âlim, Osmanlıca yazıya sesli harf sokmak için çaba göstermişti. Ama hiçbiri bunu İsmet İnönü'nün deyimiyle "kültür ve tarih bağlarını kesmek için" yapmamıştı.
Dili sadeleştirmek için Yusuf Akçura'nın öncülüğünde kalabalık bir grup; şair, romancı, yazar "Yeni Lisan" için kolları sıvarken sadece dilin sadeleştirilmesi amacını güdüyordu. Ama Mustafa Kemal Atatürk bunu kültür değiştirme amacıyla yapacaktı. O kadar ki, kendi ismindeki "Kemal" kelimesini Arap kültürünü çağrıştırıyor diye "Kamal" olarak değiştirmeye kalkan ideologlara itiraz etmeyecekti. Ama bunların kültürel barutu o kadar az olacaktı ki, sonunda ortaya bir kültür, yeni veya hibrid (amalgam) bir kültür dahi çıkmayacak ve bütün çaba bir "kült"e müncer olup kalacaktı. Şu kadar milyon metrekare Misak-ı Millî toprağını İngilizlerle Fransızların gizli anlaşmasına, şu kadar yüz adayı, İtalya'nın Avrupa'ya boğun eğmesinin kefareti olarak Yunanistan'a vermeye, "Yurtta barış... Dünyada barış" dediğin zaman bu bir ulusun hayat ilkesi değil, tersine bir tür hayat damarının kesilmesi anlamına geliyor ve kültür ögesi değil, kişilik kültü için yapı harcı hâlinde kalıyordu.
Uzun lafın kısası olarak isterseniz, çağrışım oyununa devam edelim:
Siz: "Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış
bir kitleyiz!"
Ben: "Kült."
Siz: "Sanatsız kalan bir milletin
hayat damarlarından biri kopmuş
demektir."
Ben: "Kült"
Siz: "Bir dinin tabiî olması için
akla, fenne, ilme ve mantığa
uygun olması lazımdır."
Ben: "Kült"