İslam dünyasının son iki asırdır yaşadığı siyasî ve toplumsal travmaların en belirgin yansımalarını yeni birer dinî hareket olarak tanımlanabilecek neo-selefî cereyanlar içerisinde görmek mümkün. Burada söz konusu edilen Selefîlik ile İslam'ın erken döneminin kurucu ve örnek şahsiyetlerine referansta bulunmayı ifade eden selef kavramı arasında isimlendirme dışında ciddi bir benzerlik kurmak doğru değildir. Zira "selef-i salihin" veya "ehl-i sünnet-i hâssa" olarak da isimlendirilen bu dönemin fazilet ve rehberliği hususunda bütün İslam ekollerinin ittifakı söz konusudur.
19'uncu yüzyılın başlarında filizlenen ve özellikle 20'nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendini belirgin bir özne hâline getiren yeni selefî hareketler ise aynı hürmeti elde etmek şöyle dursun, metotlarına, mahiyetlerine ve yerliliklerine dair sürekli bir sorgulamanın muhatabı olmuşlardır. Bu yeni selefî dünce tarzının son otuz yıl içerisinde bünyesinden çıkardığı el-Kaide, Talibân, eş-Şebâb, Işid/ Deaş, Boko Haram ve benzeri cihatçı İslami grupların söylem, tutum ve eylemleri göz önünde bulundurulduğunda söz konusu hareketler hakkındaki şüphelerin hiç de yersiz olmadığı görülmektedir. Hatta söz konusu hareketlerin faaliyetleri, stratejileri ve yol açtıkları siyasi sorunlar incelendiğinde teolojiden daha çok din ve teolojiyle kamufle edilen siyasi bir ajandadan bahsetmek de mümkündür.
Çağdaş dönemdeki Selefiyye terimi, herkesin gaye, hedef, beklenti ve stratejisine göre anlamı genişleyebilen bir mahiyete sahiptir. Bu itibarla söz konusu terimin bir mezhebin ismi olmaktan ziyade bir düşünce, paradigma hatta bir ideolojiyi ifade eden şemsiye bir kavram olduğu söylenebilir. Bu sebeple Selefîlik derken aslında tek bir Selefîlikten bahsedilemeyeceği de önemle vurgulanmalıdır. Yöntem ve düşünce tarzı açısından birbirinden farklı onlarca hareketin kendisini bu sıfatla nitelendirmesi en radikal düşünce ve tedhiş grupları tarafından bu ismin memnuniyetle kullanılması da bu tespiti desteklemektedir.
Kendileri açısından bu ismin tercih edilmesinde özellikle İbn Teymiyye ve İbn Kayyim çizgisinden aldıkları ilhamın etkisi kadar önceki nesillerin kutsallığı düşüncesine dayanarak kendi meşruiyetlerini sağlama faydacılığının tesirinden de söz edilebilir. Her ne kadar bu zümreler kendilerini erken dönem Selefîliğine nispet etseler de modern selefî hareketlerin kökenine yönelik analizlerin ucunun çoğu kez iki asırlık Vehhâbîlik öğretisiyle kesiştiğini söylemek daha doğru olacaktır.
İlk hedefleri emperyalistler değil Osmanlı devletiydi
Selefîliğin tarihi bir hayli eski olsa da yarı siyasî yarı dinî bir ideoloji olan çağdaş Selefîliğin başlangıcını 18'inci asırda Muhammed b. Abdülvehhâb (1703- 1792)'ın fikirleri etrafında oluşan Vehhâbîlik hareketine dayandırmak mümkündür. Hanbelî bir gelenekten gelen Muhammed b. Abdülvehhâb ile o sırada Deriyye emiri olan İbn Suûd arasında "silah gücüyle de olsa Allah kelamını hâkim kılmak" üzere varılan anlaşma uyarınca artık kendi dinî anlayışları dışındaki zümreler üzerinde silah kullanmanın meşruiyeti temin edilmiş oluyordu. Ne şaşırtıcıdır ki bu ittifakın ilk hedefi, sömürgeci Batılı emperyalist güçler değil de İslam dünyasının siyasi hamiliğini üstlenen Osmanlı devletiydi. Tevhidi tesis etmek, bidatleri ortadan kaldırmak ve asrısaadete dönmek gibi görünüşte temiz ideallerle zuhur eden bu hareket ve yine daha sonraları aynı ideallerden beslenen diğer selefî anlayışlar kendilerini hakikatin yegâne temsilcisi olarak görmeleri sebebiyle Müslüman kardeşlerinin kanını helal görme noktasında herhangi bir tereddüt göstermiyorlardı.
Günümüze gelecek olursak özellikle Suudi Arabistan'ın 1970'li yıllarda elde ettiği ekonomik refah ve dünyaya açılma stratejisiyle birlikte o zamana kadar kapalı devre ve dar bir muhitte faaliyet yürütmüş olan selefîler, İslam coğrafyasında daha önceden tanık olunmayan bir pozisyon elde etmeye başladılar. Ayrıca Arap coğrafyasındaki tek tipçi Baas'çı totaliter yönetimlerin baskısından kaçan İslamcı önderlerin ve akademisyenlerin Suud üniversitelerinde istihdam edilmesi ve onların da katkısıyla değişen Vehhabiliğin bir bakıma mutasyona uğramasıyla beraber Selefîlik daha baskın bir şekilde cihatçı karaktere bürünmüştür.
Bu yönüyle Suudi Arabistan'daki yerleşik selefî zihniyetin dahi bu yeni kontrolsüz cihatçı eğilimden ciddi rahatsızlık duyduğunu iddia etmek yanlış olmaz.
Cihatçı selefî hareketlerin zihnî alt yapısı
Nitekim 1979 yılındaki kanlı Mescid-i Haram baskınının önderi Cüheyman el-Uteybî ve taraftarlarının, Suud rejimini kâfirlerle ittifak yapmak, doğal kaynakları onlara peşkeş çekmek ve nihayetinde de kâfir ve müşriklere karşı sürdürülen cihadı engellemekle suçladığı bilinmektedir. Yeni selefî hareketler açısından bu aşama sadece uluslararası Siyonist ve sömürgeci Batılı güçlere karşı değil, kendileri açısından işbirlikçi olarak gördükleri birey toplum ve iktidarlara karşı da siyasi ve silahlı bir mücadeleyi benimsemeleri sebebiyle Cihadî Selefîlik olarak anılmaya başladıkları döneme tekabül eder. İslam coğrafyası bu tarihlerden sonra istikrarsızlığın boy gösterdiği her bölgede selefî söyleme sahip cihatçı grupların ortaya çıkmasına tanıklık edecektir. Bunun ilk örneği ise Sovyetlerin Afganistan'ı işgal etmesinin ardından gerçekleşmiştir.
Afganistan'ın işgalden kurtarılması için sürdürülen mücadele için bölgeye gelen cihatçı gruplar düşünce ve idealler açısından homojen olmasa da düşmanın kimliği ve mücadelenin meşruiyeti konusunda hem fikirdiler. Bu durum savaşın ardından birbirilerini tekfir etme ve kanlarını helal görme aşırılığına savrulacak bu grupların savaş süresince kendi aralarındaki ihtilaflarını dondurmalarına ve ertelemelerine imkân tanıyordu. İşgalin bitmesiyle birlikte ciddî bir savaş tecrübesi de elde etmiş olan bu insanlar kendi ülkelerine kabul edilme hususunda zorluklarla karşılaştılar. Böylelikle düşünce kodları açısından son derece katı ve aynı zamanda büyük bir savaş kabiliyetine sahip olan kontrolsüz militer gruplar dünyanın dikkatini çekmeye başladı. Özellikle de 11 Eylül saldırılarıyla birlikte dünya gündeminin en önemli başlıklarından biri hâline geldi. Bundan dolayı cihatçı selefî hareketlerin zihnî alt yapısının tahlili bu sorunun çözümü ve boyutlarının tespiti bakımından önem arz etmektedir.
İslam'ı şiddet merkezli bir kabule hapsetmek
Genelde selefîlerin özelde ise yeni selefî/cihatçı grupların siyasi ideolojilerini oluşturan zihniyetin temel iman kabulleriyle ilişkili olduğunu söylemek zorundayız. Bu gurupların son otuz yıl içerisinde uyguladıkları tedhiş eylemlerinin muhataplarının ve sebep oldukları ölümlerin yüzde 80'inin Müslüman bireyler olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu zümreleri böylesi soğukkanlı şekilde Müslüman kanı dökmeye iten inanç dinamiklerinin tespit edilmesi önem arz etmektedir. Her ne kadar bu hareketlerin birçok bakımdan klasik Selefîlikle aralarında derin farklılıklar bulunsa da gerek klasik selefîlerin gerekse de bu yeni grupların inançları arasında bazı ortak kabullerin bulunduğu da ifade edilmelidir.
İslam'ı şiddet merkezli bir kabule hapseden bu akımların zihin çözümlemesi yapıldığında şiddete yönelik motivasyonlarının iman ve imanın mahiyeti hakkındaki tercihlerine dayandığını ifade etmek yerinde bir tespit olacaktır. Onlara göre iman, tasdik, ikrar ve amelden oluşmaktadır. Allah'ın zatı hakkında Kur'an ve hadislerde nispet edilen bütün bilgilere herhangi bir tevilde bulunmaksızın olduğu gibi iman etmek gerekir. Onlara göre tevhidin rubûbiyyet, ulûhiyyet ve amellerle ilgili yönleri bulunmaktadır. Muvahhit olduğunu iddia eden kimsenin bu boyutların her birini eksiksiz ikmal etmesi zorunludur. Bu konuların herhangi birisinde eksiklik gösteren kimse şirke düşmüş olur. Dolayısıyla kâfir olur ve tekfir edilir. Kebâir olarak isimlendirilen büyük günahları işlemek de kişiyi küfre düşürür. Küfür ve şirk hiçbir nedenden ötürü mazur görülemez, müsamahayla karşılanamaz ve Müslüman olarak bilinen kimselerden sadır oldu diye haklarında hüsnü zan beslenip hükmü Allah'a havale edilemez. Onlara göre böyle bir tercih ircâ anlamına gelir ki bu da sapık Mürcie mezhebinin tercihidir.
Ötekileştirici tutumun altındaki ideoloji
Bu hareketlerin temel görüşlerinden birisi de herhangi bir mezhebin mukallidi olmayı şiddetli bir şekilde eleştirmeleridir. Zira onlara göre Kuran, sünnet ve sahabe kavli gibi şerî delilleri anlama yeterliliğine sahip olmayanların çevrelerindeki âlimlerin fetvalarıyla iktifa etmeleri yeterlidir. Bu anlayış sadece belli başlı fıkıh ekollerinin mukallidi olmayı değil bütün tasavvuf ekollerini, kavramlarını ve pratiklerini en hafifiyle bidat kategorisi içerisinde değerlendirmektedir. Bu noktada tespit edilen bidatlerle tebliğ, vaaz, ikaz, münakaşa yöntemleriyle mücadele etmek eğer hâlâ bidatten, şirk ve küfürden vaz geçilmezse zor kullanmak suretiyle bu sorunları ortadan kaldırmak şerî bir vazife olarak görülür. Bu nitelikleriyle İslam'ın en tutucu ve muhafazakâr kanadını temsil eden Hanbelî çizgiye benzerlikler gösteren modern Selefîlik kullandıkları metot, söylem ve eylemleri açısından çok daha uç bir noktaya savrulmuştur.
Bu zümrelerin bu şekildeki ötekileştirici tutumlarının altında inanç ve ideolojilerinin doğruluğu hususundaki kesin kanaatleri yatmaktadır. Bu konudaki mutlak kabulleri bir taraftan tedhiş eylemlerinin meşruiyeti noktasında vicdanlarında oluşabilecek istifhamları ortadan kaldırırken; diğer taraftan kendi aralarındaki bölünmenin fitilini ateşlemektedir. Zira değişen şartlara göre dinî metinler sürekli yorumlanırken zorlanılan yerde ortaya atılan farklı görüşler, geleneği temsil eden anlayışlarla yeninin peşinden gitmek isteyen akımlar arasında cepheleşmeye sebep olmakta ve tartışma kısa bir süre içerisinde bidat, küfür ve şirk kavramları etrafında alevlenmektedir. Bundan dolayı birbirinden farklı hatta hasım olan birçok farklı selefî akımla karşılaşmak mümkündür.
Müslüman coğrafyanın yeniden şekillendirilmesi
Yukarıda zikrettiğimiz iman kabullerinin büyük kısmı aslında Müslüman kitlenin çoğunluğunu ifade etmesi sebebiyle "sevâd-ı azâm" olarak isimlendirilen Sünnî camianın da ortak kabullerini ifade eder. Ne var ki arada şöyle büyük bir fark söz konusudur. Ehl-i sünnet anlayışı mümin olduğunu ikrar eden kişinin herhangi bir fiil ve sözünden ötürü tekfir edilmesi konusunda son derece ihtiyatlı bir çekimserlik sergilerken; bu yeni selefî söylem ise aceleci bir peşin hükümlülük gösterir. Gazali'nin ifadeleriyle söyleyecek olursak "kişinin imanı konusunda yanılmak, küfrü konusunda yanılmaktan evladır" şeklindeki temel strateji bu yeni hareketlerin ötekileştirici tavrıyla Ehl-i sünnetin kapsayıcı tavrı arasındaki farkı göstermesi bakımından kayda değerdir. Bu yönüyle bu hareketler her ne kadar kendilerine bu ismi yakıştırmasalar da yeni Selefîlikten daha ziyade neo-haricî yani "yeni haricilik" olarak isimlendirilmeyi hak etmektedirler. İsimlendirme konusundaki bu tercih, Selefîliğin son bir asırdır İslam coğrafyasının yeniden dizayn çabalarına verdiği ciddi katkı bakımından da isabetli görünmektedir.
Yeni selefî hareketlerin ortaya çıktığı andan günümüze kadar geçen süreç dikkatlice incelendiğinde selefîliğin teolojisinden tamamen bağımsız bir resimle karşılaşmaktayız. İster Vehhabîlerin Osmanlı Devletine karşı başlattıkları isyan, isterse İslam dünyasının yeniden şekillendirilmesinde başat rolü oynayan selefî hareketlere bakılsın, Selefîliğin Müslüman coğrafyanın şekillendirilmesinde koçbaşı rolünü üstlendiği görülmektedir. Uluslararası sistemde önemli kırılmaların yaşandığı, dünyanın her köşesinde siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel fay hatlarının belirginleştiği, yoksulluk ve gelir dağılımındaki dengesizliklerin her geçen gün arttığı, enerji kaynaklarının Müslüman kanından daha değerli addedildiği bir konjonktürde maalesef Selefîlik, İslam dünyası için sapı bizden olan bir balta işlevi görmektedir.
İslam coğrafyasının Afganistan'dan Libya'ya kadar yeniden dizayn edilmeye çalışıldığı, çeşitli merkezlerde yeni haritaların tedavüle sokulduğu bir zaman kesitinde İslam dünyasının içinden çıkan bu hareketlerin özellikle dünya kamuoylarında oluşturulmaya çalışılan İslam karşıtlığı propagandalarına verdiği katkıyla İslam'a ve Müslümanlara verdiği zarar doğrudan işgalci Batılı devletlerin zararından az değildir. Bu hareketlerin ortaya çıkışında ve büyümesinde her ne kadar farklı dinamiklerin ve mihrakların etkisinden bahsetmek mümkünse de Müslüman toplumlar açısından ciddi bir iç hesaplaşma ve yüzleşme de kaçınılmaz görünmektedir.
* Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.