Kuşak dediğiniz zaman ilk temasım 65-80 arasında doğmuş olan X kuşağı ile oldu. 1965-80 arasında doğmuş olan bu neslin, benim kendileriyle temas ettiğim kesimi 1970 sonrası doğumlu olanlarıydı; full-time gazetecilikten part-time öğretim üyeliğine geçtiğimde bu arkadaşlar üniversite çağlarında idiler.
Sonra 1981-96 arasında doğmuş olan Y Kuşağı ile tanıştık. Şimdi 1996-2012 arasında doğmuş olanların 2002'ye kadar doğmuş olanlarıyla birlikteyiz. Yani Z kuşağını tanıyorum. Sevgili okuyucu, eğer bu kuşağa dâhilseniz, lütfen gücenmeyin. Biliyorum, Carl Jung'ın ifadesiyle "Bütün savaşlar gereksiz genellemelerden doğar." Az sonra okuyacağınız genelleme, size gereksiz görünebilir; kendinizi bu çizilen genellemelerin içinde görmezsiniz. Sonuç, aramızda gereksiz bir gerginlik olur. Tabii yazan kişi olarak ben bunu istemem. Siz de potansiyel yazar olarak bundan hoşlanmazsınız.
O zaman atalarımızın bulduğu muhteşem çözümü hatırlayalım: İstisnalar kaideyi bozmaz. Yani siz bir genelleme ile, olayların oluş tarzında bir kuralın izlerini görmeye çalışırsınız; ama atalarımızın haklı tespitlerine göre, bir veya daha fazla oluşum bu genel tarzın dışında ise de zarar yok... Kural hâlâ geçerlidir; çünkü bir-iki istisna (kelime de zaten 'iki' kökünden türetilmiş) ana kuralı bozamaz.
Dijital dönemin aslî üyeleri
Bu kadar girizgâha bakarsanız, Z kardeşlerim için çok kötü şeyler söyleyeceğim sanılabilir. Hiç de öyle değil. Bir kere Z'ler ("Zoomer'lar"! 1946-64 arası doğanlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası terhis olup eve dönen milyonlarca askerin adeta ani bir doğum patlamasına sebep olmasından hareketle, Baby Boomer olarak adlandırılmasına nazire, "Zoomers" çünkü hayatları bir elektronik fırtınadan ibaret…) başka hiç kimseye nasip olmayan bir sıfata sahipler: Dijital dönemin aslî üyeleri.
Yani elektronik iletişim ve bilişim teknolojilerinin doğal üyeleri. Ellerinde cep telefonu ile doğdular ve okuma-yazma öğrenmeden önce bilgisayar programlamayı öğrendiler. Sayısal bilişimin yerlileri… Sayısala, sözelden göçmen olarak gelmiş değiller; dijitalin içinde doğmuşlar.
Teknoloji bağımlısı oldular
Sokakta, kafede, lokantada, bebek masasında anası-babası rahatça yemeğini yesin, çayını kahvesini yudumlasın, eş-dostla iki çift laf edebilsin diye eline bir cep telefonu, tablet, iPad verilen ve ilkokuldan itibaren her türlü yazı, çizi ve araştırma işini bilgisayarla yapmayı öğrenen nesil işte bu nesil. Bu yavruların -ailenin sosyal refahtan yapı ile doğru orantılı olarak- ilkokulun herhangi bir sınıfından itibaren kendi telefonlarına sahip olduklarını kaydetmek gerekir. Bunun pedagojik sonuçlarına döneceğiz birazdan.
Buraya kadar kaydedilenlere bakılınca, Z kuşağı hakkındaki kanımın son derece olumlu olduğunu düşünebilirsiniz. Elbette biraz sonra ifade edeceklerim de bir bakıma olumludur. Kim bilir! Ne taraftan baktığınıza bağlı biraz! Buradan devam edersek, bu kuşağın en üstün tarafı olan teknolojinin içine doğmuş olmaları gerçeği onların hemen hemen en büyük zaaflarını da oluşturuyor: teknoloji bağımlısı oldular ve bu giderek artıyor. Sosyal medya olgusu, bu kuşağın başka medyaların farkında olmasını önledi. Mesela kitap denen bir medyanın varlığı dahi bu kuşağın gözünden kaçtı. Gazete denen medya da öyle...
Televizyon denen medya, ancak YouTube'daki bazı videoların kaynağı olması açısından bu arkadaşların radarına girdi. Ama çoğunun, evdeki televizyon cihazı ile ilgisi sadece Eğitim Bilişim Ağı (EBA) ile sınırlı kaldı. Şu koronavirüs denen şey de böyle salgın hâlini almamış olsa idi, çoğu bırakın EBA'yı TRT'nin bile pek farkında olmayacaktı.
Bu arkadaşlar için kitap, ancak PDF veya e-Book tarzında ise anlam taşıyor. Kâğıt üzerine mürekkeple basılmış bir nesneyi, kitap, gazete ve dergi, ancak ve ancak PDF yok ise dokunulabilecek bir şey. Tabii kitabı, gazeteyi biliyorlar; tanıyorlar. Sorun satın almakta veya başkası satın almış ise eline almakta. PDF yoksa, bir metin dosyası, TXT veya DOC, hatta HTML bile kabul! Yeter ki kâğıt olmasın.
Fakat hayat her zaman insanoğlunun planladığı gibi gelişmiyor. Mesela telefonun çekmemesi, internetin kesilmesi gibi olağanüstü durumlar olabiliyor. Bir Z kuşağı birey için bu ikisi dışında hayatta ne gibi olağanüstülükler olabilir ki? Bir de PDF'si olmayan yazarlar.
Z kuşağının "meslek" tanımı
Y ve X kuşağı ağabeyleri, ablaları, anneleri ve babalarının tarihsel değer yargıları vardır: Meslek gibi… Bir okula gitmenin başlıca amacı da bu insanlar için bir baltaya sap olmaktır! Z Kuşağı, X ve Y'nin sahip olduğu bu "bir meslek edinmek için okumak" fikrini de en az kitap kadar "eski" bulurlar. İnsan bir işe, ancak o işten zevk alıyorsa girer; baktı ki bu zevk giderek azalıyor, o zaman o işten çıkar ve başka bir işe girer. "Kariyer" gibi insanı bir "şeye" bağlayan kavramlar ne kadar ilkel görünüyor bu Z'lere!
Yani bugün filanca Wi-Fi'dan bağlanırsın internete, o kesilir, başkasından bağlanırsın. Filanca cellphone servis sağlayıcı ile bağlanırsın hayata, yarın başkasıyla. Aynen bunun gibi, bugün şu işi yaparsın, yarın öteki işi… Tabii bunda da hayatın tabii akışına aykırı durumlar oluyor.
Başlıca aykırılık tıp ve hukuk alanında! Gerçi bu kuşağın en yaşlı üyeleri bile şu anda bu iki alanın da henüz ilk basamaklarındalar ve 6-7 yıl tıp ve hukuk okuduktan, uzmanlıklar, doktoralar, stajlar, "intern" çalışmalarını henüz tamamlıyorlar; aralarında bu kadar emeği, "Aman canım sıkıldım!" diyerek bir kenara atabilecekler çıkacak mı bilmiyoruz. Ama tıp ve hukukun dışında Z kuşağının "meslek" tanımına giren başka bir faaliyet türü henüz keşfedilmiş değil. Üniversite sınavlarına kaç kere girdiklerine bakılırsa, Z kuşağı, X'den de Y'den de önde gidiyor.
Başka bir nokta: Z'lerin master, doktora ve uzmanlık çalışmalarına ağabey ve ablaları kadar rağbet etmemeleri. Çok farklı ortamlar olmasına rağmen bu, ABD'de de böyle, Türkiye'de de. Hatta tanıdığım bir Fransız ailenin çocukları da yapabilecekleri lisans sonrası çalışma imkânlarına burun kıvırdılar. Z kuşağı daha öncekilere göre meslek bağımlısı olmadıkları için olacak, "Ne iş olsa yaparım!" havasındalar.
"Hayatın kilometre taşları" anlayışları farklı
Bu pencereden de bana kitap okuma gerekliliğinden bir an önce kurtulma var gibi görünüyor. Nasıl olsa yapacakları iş, anneleri-babaları gibi onların hayatlarını başından sonuna kadar tanımlayacak değil ya? Beğenmezlerse bu işten çıkarlar, başka işe girerler. Meslek değil iş o şeyin adı. Böyle olunca Z kuşağı, ağabey ve ablalarından değilse bile annelerinden ve babalarından "hayatın kilometre taşları" anlayışında da tamamen ayrılıyor.
Patlama kuşağı, kendi ana-babalarından hayatın basamaklarını çok iyi öğrenmişti. Okulu bitirirsin, nişanlanırsın, askere gidersin, evlenirsin, kendi evine çıkarsın, çocuğun olur, kiradan kurtulursun. Sonra ikinci çocuk olur. Bu bir idealin yansımasıydı çoğu zaman. Ulaşılacak aşamalar vardı. Bir hedef çizilmişti onlar için.
Z kuşağı burada da farklı. Henüz içlerinde birinci çocuktan ileri gideni hemen hemen yoksa ve çoğunluğu henüz anne-restoran ve baba-otelde kalıyorlarsa da görünen o ki, daha uzun süre buna devam edecekler. Hayat gayesi bakımından bu farklılık, hayatı yaşama tarzında da farklılıklara yol açmanın işaretlerini veriyor.
X ve Y ablalar ve ağabeylerin ekip çalışması ruhu Z kuşağı kardeşlerin kitabında yazmıyor. Hemen hepsi her türlü oyunu tek başına oynuyorlar; akademik çalışmalarda, hatta tiyatro gibi kesinlikle ekip uygulamasına dayanan bir sanat dalında bile Z kuşağı tek oynamayı tercih ediyor. Bunu tamamlayan bir başka gözlemim var: X ve Y kuşağı aynı anda tek iş yapabilirken, Z kuşağı kardeşlerimiz aynı anda birden fazla iyi yapabilirler ve yapıyorlar. Yerlisi oldukları dijital çağın araçları, akıllı telefonlar, bilgisayarlar ve bilgisayarlı saatlerin "multitasking" (aynı anda birçok iş yapabilme) becerisi onlara da sirayet etmiş olmalı.
FOMO sendromları var gibi
Buradan bağlantı kurulan diğer bir özellik ise "FOMO sendromu": Z kuşağı sürekli bir şeyleri kaçırdığı, bir şeylerin dışında kaldığı, bir şeyleri kaybettiği korkusu içinde. Z kuşağı yani Zoomer'lar, özel hayatlarında çizgi romanlardaki kahramanların hızlı hareketini anlatan "Zooommmm!" yazısını adeta yaşıyorlar. Sürekli koşuşturma, sürekli bir şeyleri, birilerini yakalama kaygısı içindeler. Özellikle öğrencilere baktığımda gördüğüm manzara şu: Dersi takip ederken notları tuttukları telefon veya bilgisayarda, aynı anda en az 5 ayrı sosyal medya uygulaması açık ve benim her bir cümlem arasında bunların hepsi gözden geçirilerek, beğenilmesi gerekenlerde kalbi tıklamak, cevap verilmesi gerekenlere "lol" ve benzeri derin anlamları olan metinleri girmek ve hocanın yeni cümlesi başlarken, tekrar metin işlemci uygulamasına dönmek. Metin işlemci yerine doğrudan elektronik posta uygulaması ile kendisine mesaj göndermek de yaygın yöntemlerden biri. Ayrıca bu yöntemle bilgisayarın başına geçince, bunları birleştirip tek metin hâline getirmek ve kaydetmek daha kolay…
Hayatları bir yerden bir yere koşmak ve bir şeylere yetişmek ve bir şeyleri kaçırmamak olunca Z kuşağının aynı anda çok fazla göreve yetişme becerisi elde etmesi bir zorunluluk!
Fakat FOMO, aynı anda çok "task" becermekle çözümlenebilen bir sendrom değil; stres denen şeyin başlıca kaynağı. Stres "ya yapacaksın ya kaçacaksın" seçenekleriyle karşı karşıya kalmanın getirdiği bir şey. Ama hayat hiçbir zaman böyle siyah/beyaz imkânlar sunmuyor insana. Hayatta grinin bile 256 farklı tonu var.
"Kimseyi incitmeyen doğrudur"
Z kuşağı bunun sadece bir noktada farkında: Gerçek diye yakın, kesin bir şey yoktur. Hayatı oluşturan olayların verileri (dikkat buyurun: bilgileri değil; verileri!) herkesin kendi yorumuna bağlı bir anlam taşır. Siz hangi olaya ne anlam verirseniz o olay o anlamı taşır.
Türkiye'de henüz yeteri kadar araştırma görmedim ve benim mensup olduğum eğitim kurumlarında bu konu öğrencilerle benim aramda tartışma konusu olmadı; ama başka ülkelerde Z kuşağının kendisini bir dinle, bir ideoloji ile, bir siyasal teori ile özdeşleştirmediğine ilişkin araştırma sonuçları var.
Fakat şunu söyleyebilirim: Kendisini "dinsel hassasiyeti yüksek birey" olarak sayanların Necip Fazıl okumadıkları; kendisini milliyetçi hatta doğrudan Türkçü sayanların "Primo Türk Çocuğu" isimli bir hikâyeyi ve yazarını bile bilmedikleri ve saire ve saire.
"Gerçek-Sonrası" (her şey doğrudur; her şey olabilir) bizi yeniden bir Görecilik (Relativizm) çağına doğru itiyor. Hakları da yok değil. Baby Bomer'ların babaları, sessiz kuşak denen 1928-45 doğumlular, babalarından, bilginin bağıntılı (izafi), yani başka değerlere göre ölçülür olduğunu öğrendiler.
İnsan bilgisi "relatif" (bağıntılı) dır, çünkü hiçbir şey kendi kendisi olarak anlaşılamaz; onu girdiği kılıklarla, bulunduğu durumlarla biliriz. Gerçek, başka gerçeklerle bağıntıları ile bilinebilir. Bağıntılar değiştikçe, o nesne hakkındaki bilgiler de değişecektir. Z kuşağına "Nedir doğru olan?" diye sorulduğunda alınan cevap şu: "Kimseyi incitmeyen doğrudur."
Öyle mi gerçekten? Senin "Doğru şudur, şu gerçektir" diye tavır almaman, sonunda gerçekten kimseyi incitmeyecek mi? Bu dünyanın Timurları, Hitlerleri, Stalinleri, Maolarına karşı savunabileceğin bir doğru yok mu? Üstelik bunları okuyabileceğin tonla PDF ve e-book var.