Yunus Arslan: Bir Türk evinde yaşamak ister misiniz?

Bir Türk evinde yaşamak ister misiniz?
Giriş Tarihi: 21.05.2020 15:02 Son Güncelleme: 21.05.2020 15:05
Modern mimari hızla gelişiyordu ama ne estetik ne de kullanışlı yapılar inşa etmek anlamına gelmekteydi. Modern kelimesi bizleri bir kez daha yanıltmıştı...

Koronavirüs sebebiyle evlerimizde "yaşamaya" başladığımız şu günlerde kimileri yaşamına uygun evlere sahip olması sebebiyle nispeten daha rahat ederken kimileri ise evlerinde rahatsız hissetmekte. Evlerimizin bir oranda yaşama alanından çok uyumak için inşa edilmesi akıllarımıza bir soru getiriyor: Bir Türk'ün evi nasıl olmalı? Cengiz Bektaş ve mesken mimarîsinin hayatın bütün yönlerini kapsayacak tarzda olması gerektiğini savunan Bilge Mimar Turgut Cansever'in izinde bu sorunun cevabını arıyoruz.

Türk evi inşa etmek: Turgut Cansever

Mimarlık ve özellikle ev mimarisi konu edildiğinde "Bilge mimar" Turgut Cansever'in eve dair düşüncelerini ele almadan konuyu iyi anlayamayız. Zira Cansever bu toprakların mimari köklerini derinlemesine işlemiş ve günümüze uzanan serüvenini en ciddi şekilde ele almıştır. Kimileri onun eve dair söylemlerini "romantik" buluyor olsa da aslında Cansever'in çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği mimariden ve evlerden bahsetmiş olduğu gerçeği bu iddiayı savunanların gözünden kaçmaktadır.

1920'de dünyaya gelen Turgut Cansever, Osmanlı mirasına sahip olan Türkiye'de, bugün tarihî Osmanlı evleri olarak tarif ettiğimiz Safranbolu, Beyparazı gibi ülkemizin çeşitli bölgelerine yayılan ahşap evlerin yanında güney bölgelerimizde yer alan taş evler de hâlâ kullanılmaktaydı. Cumhuriyet ile eskinin estetik (ve daha sonra ayrıntılı değineceğimiz kullanışlılık) yapıları, yerlerini "modern" mimariye bırakmıştı. Modern mimari hızla gelişiyordu ama ne estetik ne de kullanışlı yapılar inşa etmek anlamına gelmekteydi. Modern kelimesi bizleri bir kez daha yanıltmıştı...

Mimarlığı varlığın bütün alanlarını kapsayan bir disiplin olarak gören Cansever, mimarlık faaliyetinin gerçekleşmesinin kültürel oluşumun temel bir göstergesi olmasına da dikkat çekmekteydi. Bu sebeple modern mimariyi yanlış anlamamızın en büyük sebebi sanıyorum kültürel alt yapıdan yoksun olmasıydı.

Cansever'in ev konusuna dair düşüncelerine değinmeden önce, mimari yapılar hakkındaki düşüncelerini incelemek onu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Cansever, yapıların hayat düzenimizin çerçevesini oluştururken, hayat tarzımızı da şekillendirdiğini iddia etmekteydi ve yapıların fizikî özelliklerinin de göz ardı edilmemesini savunmaktaydı: "Yapılar fizikî âleme ait kanunların icaplarına göre oluşur. Bu icaplara göre düzenlenmemiş herhangi bir yapının var olma şansı yoktur."

İslam'da Şehir ve Mimari kitabının ön sözünde Cansever'in dikkat çektiği bir hadis-i şerif onun hem mimarlığa hem de insana dair düşüncelerinin beslenme kaynağını gösteriyor: "İnsanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir." Dünyaya, güzelleştirilecek bir yer olarak bakmak estetiği ilk başta öne çıkarmaktadır. Cansever için oldukça önemli olan yaşamı kolaylaştırması ve insana ikisini bir arada sunabilmesi gereklidir: "Varlığın bütün alanlarını kapsayan ve hayatın getirdiği sorunlarla sürekli girift ilişkiler içinde olan mimari, maddî, biyososyal, psikolojik ve ruhi varlık düzeylerinde geliştirilir."

İnsanın mimariyi geliştirirken ve karar verme sürecinde kaçınılmaz olarak dikkate aldığı sorunların farklı yönlerini değerlendirirken nihayetinde çeşitli seçenekler arasından tercih yaptığını düşünen Cansever için mimari, "insanın çevresini biçimlendirme ürünüdür." Tabii burada insanın kararlarının, inançlarının gerçek yansımaları olduğuna da dikkat çekmektedir.

Bir şehir kurmak

Turgut Cansever'in mimari ve eve dair geçmişi hayli yoğun bir şekilde okuması; günümüzün ve geleceğin evlerinin nasıl olması gerekliliğinin bize çok daha iyi ifade edilmesini sağlamakta. Şehirlerimizde insanların "şeytanla kucak kucağa" olduğunu ifade ediyor Cansever. Zira içinde yaşadığımız şehirde, spekülatif vahşi güçlerin her şeyi çirkinleştirdiği işleyişin ürünü isek, şehrimizin özenilecek bir yer olup olmasını sorgulamamız gerekliliğine dikkat çekiyor. Gerçekte özenilecek olan nedir sorusuna ecdadımızın tertemiz ruhî tavırla ortaya konmuş olan ürünleri olduğu şeklinde cevaplamaktadır.

Cansever, bu toprakların dinî ve kültürel kodları ile ancak doğru yapıların olacağını savunmakta. Bu sebeple mimarî onun için İslam mimarîsi olarak ifade edilmeye başlanıyor. İslam mimarîsi de pek tabii İslam kültürünün gereklilikleri ile şekillenmiştir: "İnsanın şuuru, çevresine olan ilgisi İslam'da temel olduğu için, mesken mimarîsi hayatın bütün yönlerini kapsayacak tarzda şekillenmiştir."

Bilge mimar, şehirleşmenin düzenlenmesi için de şeytan kavramına atıf yapar ve şehirleşme sürecinde şeytanın ilerleme yollarını daraltmaya çabalamamız gerektiğini savunur. Bir şehrin oluşmasının koşulları olduğunu; her şehrin bir ortamda oluştuğu ve o ortamın da şehri mümkün kılacak tedbirler ile mümkün kılınması gerektiğini savunur.

Bir Türk evini inşa etmek için şüphesiz evin içinde bulunacağı şehri de planlamak gerekmektedir. İşte bu sebeple Cansever'in şehir planından bahsetmek uygun olacaktır. Şeytanın ilerleme yollarını tıkadıktan sonra yapacağımız yine şeytandan uzak bir Türk evi inşa etmek olacaktır. Peki, Cansever için Türk evi nedir ve nasıl inşa edilmelidir:

• Yeryüzünde hayatın fani özelliğini yansıtan şehir dokusunun bu esnekliğinin yanında, binaların, tabiata saygı gösteren topografya ile ahenkli ilişkisine özel bir önem atfedilmiştir. Bu anlayış, temelde insanların arasındaki saygın ilişkide görülür ki, aynı zamanda evlerin birbirine uygun biçimde, uyumlu olarak yerleştirilmesine de yansımıştır.

• Evler tahta yahut kerpiç gibi kısa ömürlü ve yeniden kullanılabilen malzemelerden inşa edilirdi. Böylece şehirdeki değişim ihtiyacı da kolaylaştırılmış olurdu. Odaların çok amaçlı kullanımı da genel bir tavrı belirler. Planimetrik şemalar kapalı olmaktan ziyade açıktır. Sonuçta, inşa sistemleri benzer karakteristiklere sahip olup değişime açık yapılardır.

• Türk evinin evrensel geçerliliğe sahip üslûp özelliklerinin mahallî gerçeklerle bir arada var olması, hatta mimarînin maddî varlık alanında gerçekleştirilmiş çözümlerin, aslî felsefî ve dinî temel tercihlerin (mesela mahallîlik, aktüellik ve evrenselliğin) bir arada bulunması, Türk evinin üstün bir özelliğini oluşturmaktadır.

• Türk evi, kısa, orta ve uzun vadelerde evlerin yapı elemanları standartlarının, evrensel yüksek sanat tercihleri ile bütünleşmiş bir şekilde vücuda getirilmesinde çok önemli bir örnek ve hareket noktası teşkil edecektir.

• Türk evinde örnek takip edilerek yapı elemanlarının bugünün teknolojik hassasiyeti ile sanayi ürünü olarak üretilmesi, yani yapının sanayileşmesi, ürünün kalitesinin yükseltilmesi ve maliyetinin düşürülmesini de sağlayacaktır.

Bir kültür emaneti: Türk evi

"Türk evi" denildiğinde akla ilk gelenlerden biri şüphesiz mart ayında kaybettiğimiz mimar Cengiz Bektaş olacaktır. Zira Bektaş, Türk Evi kitabıyla tarih ve coğrafyada seyahat ederken Anadolu'dan Balkanlara kadar uzanan coğrafyanın temel özellikleri açısından tek bir yaşama biçimi olduğunu göstermekteydi. Coğrafyaya damgasını vuran ev kültürünü tanıyabilmek için Balkanlar'da, Anadolu'da ve Adalar'da birçok seyahat, sayısız araştırma ve incelemede bulunan Bektaş, "Türk evi" ile somutlaşan bu ortak kültürün temel ilkeleri, yaşayan örnekleri olduğu kadar günümüzde kaybettiği ruhunu ve özelliklerini de ortaya koyuyor eseriyle ve yaşamıyla...

Türk evi bir yaşama biçimidir. Tahmin edileceği gibi sadece Türkler tarafından da ortaya çıkmamıştır, bu sebeple aynı zamanda "Osmanlı evi" olarak da anılmaktadır. Osmanlı evini inşa edenler de sadece Türkler değildir. Bektaş'a göre Ermenilerin taş ustası olması, Yahudilerin teneke işlerini yapması ve Rumların da katkısıyla zamanla Osmanlı evi ortaya çıkmıştır.

Türk evi üzerine yapılan birçok çalışma göstermiştir ki burada her oda bir evdir. Bektaş da bu durumu savunmaktadır ve şu şekilde açıklamaktadır: "Babanın evi, oğulların, herkesin ayrı yunmalığı vardır odasında. Bir çatının içinde hepsi birlikte yaşarlar böylece. Türk evi, bahçe, hayat, oda olarak üç bölümden oluşur. Odadan önce açık bir yaşam alanı olarak 'hayat' gelir. Buranın üstü ile belki iki yanı kapalı ama en az bir yanı bahçeye açıktır, sonra oda gelir. Oda 'mahrem'dir."

Günümüz apartmanları içerisinde zaman zaman neredeyse kutu evlere verilen "stüdyo daire" gibi havalı isimlerle neredeyse Türk evlerindeki ancak bir odaya hapis olduğumuz şu günlerde Türk evlerinin bir avlusu olduğunu da unutmamak gerekiyor. Mahremin korunduğu avlular geniş ailelerin toplanma merkezi olmaktadır. Pek tabii "çekirdek" ailelerin ihtiyacına yetecek kadar evlerdir bu evler!

Şehir hayatının gerekliliği ve artan nüfus ile Türk evi yeniden mümkün görünmüyor gibi düşünülse bile Bektaş'ın vefatından bir süre önce Kuzguncuktaki evinde gerçekleştirdiğimiz röportajda bir burukluğa dikkat çekiyordu: "Kuzguncuk'ta insanların kapı önlerinde fotoğraf çekildiklerini sürekli görüyoruz. Bir gün yine bizim kapının önünde fotoğraf çektiren birisine eşim neden burada fotoğraf çektirdiğini sormuş. İnsanların komşuluk ilişkileri, rengârenk, canlı yapılar var. Bu herkesin ilgisini çekiyor.

İnsanlar ister istemez özlüyorlar böylesine yerleri… Fotoğraf çektiriyorlar, çünkü 'apartman'da yaşamak bizim yaşama biçimimiz değil." Bektaş'ın da dikkat çektiği gibi apartman yaşama biçimimize uygun değil. Öyle ki artık apartmanların da günümüzde neredeyse alt veya üst komşumuzda geçen her konuşmayı bile duyuyor olmamız mahrem alanın karşıtı. En azından ses yalıtımları iyi yapılarak mahremiyetimiz korunamaz mıydı?

Artık apartmanlardan daha korkunç yapılar ile karşı karşıyayız. Bektaş'ın gökdelenlerle ilgili şu sözleri bizleri biraz düşündürmeli: "Gökdelenlerden her şey olur ama konut olmaz! Gökdelenlere baktığımda çocukları cama yapışmış görüyorum. Eskiden o çocuklar için 'balkon çocuğu' derdik ama şimdikiler için balkon da yok. Benim oğlum limon ağacını gördüğünde limona bakışı değişti. O kadar etkilendi ki bir hafta boyunca limonları evde oğlum sıktı. Örnekler çoğaltılabilir; zeytin, ayva, armut ağacı nedir bilmeden yaşayan çocuklar var. Neyse ki sokaklarda kediler, köpekler var. En azından çocuklar kedilere, köpeklere yabancı yaşamıyorlar."

Evet, şehir hayatının bizleri hapsettiği "ev"ler bugün hiç yaşamımıza uygun değil. Koronavirüs sebebiyle evlerimizde daha fazla vakit geçirdiğimiz şu günlerde, önceden neredeyse sadece uyumak için geldiğimiz evler artık daha çok yaşama alanımız oldu.

Şehir hayatı ve evlerimiz artık eskisi gibi yaşamımızı kolaylaştırmak için inşa edilmiyor. Günümüzün mimarlarının bile gözünden kaçan bu duruma Bektaş bir soru soruyor: "İçinizde bir önceki kuşak için bir şey yapan var mı? Örneğin, 35-40 santimlik kaldırıma çıkamayan, düşüp kendini yaralayan bir insan için bir basamak ya da kaldırımları daha düşük yükseklikte yapmaktan söz ediyorum…" Cengiz Bektaş, geçmişin Türk evlerine dair söylemleri ile gündemimizde her daim olması gereken bir mimar.

Zira o eleştirdiği her konuda çalışmalarıyla bilinmekte. Bektaş, çalışmalarını şu sözler ile ifade ediyor: "Daha az katlı ve önlerinde küçük de olsa bir bahçesi olan evler tasarladım. Hem bu evlere apartman ile hektar başına denk gelecek biçimde insanları yerleştirme olanağı buldum. Bunu yapabiliyoruz. Bu yüzden mimar kolayına kaçmamalı. Bugün artık hayatta olmayan Cengiz Bektaş'ın günümüz evlerinin mimarlarına öğütlerini ise hiçbir şekilde unutmamalıyız: "Biz her şeyden önce Anadolu'nun, bu iklimin çocuğuyuz. Bu iklim için yaratılmış oylumlarda yaşamak bize yaraşır. Almanya'da yapılan bir evi burada kopya ederek, Türk insanını bir tutuk evinde yaşar gibi yaşatmak yakışır mı Türk mimarına! Bana göre insanın mutluluğu, erinci için oylumlar yaratmak çağdaşlıktır. Günümüzle, gelecekle bir ilişki kurabilmeli yapılar

BİZE ULAŞIN