Karantina günlerinde evde geçirdiğimiz zaman bize her zaman iyilik hissi olarak dönmüyor. Birbirimizden saklanabileceğimiz yerler bulamadığımızda, bazen aynı mekânı çok uzun süreler paylaşmaktan gelen bir yorgunluk beliriyor. Pek çok şeyi ortak yapabildiğimiz gibi, birbirimizin mahremiyetine saygı duyacağımız dinlenme anları da olmalı ailecek. Yoksa her tarafında eprimiş ailelerimiz bu karantina günlerinden de ağır hasarlı çıkacak. Akışkan modern zamanın eritme tenceresine atılacak ilk katılar ve kutsallıktan çıkarılacak ilk şeyler, geleneksel sadakatlerimiz oluyor, elimizi ve ayağımızı bağlayan görenek ve zorunluluklar.
Sosyolog Ulrich Beck, günümüz modern toplumunda "ölü ve hâlâ yaşıyor" diye tanımladığı zombi kurumlara aile ve komşuluğu örnek verir. Hayat 'elimizden kaçıp giden dünya'da çok hızlı değişiyor ve bu değişimden aile de payına düşeni alıyor. Hızlı kapitalizm, küreselleşme, dijital devrim, bireycilik, zayıflayan sosyal bağlar ve medya/kültür endüstrisi akışkan modernliğin veçheleri olarak hayatlarımıza nüfuz ediyor ve insana dair kavrayışlarımızı dönüştürüyor. Sözgelimi, çok da eski olmayan bir tarihe dek evlilik uzun süreli kutsal bir birliktelik olarak görülüyordu. Bugün ise birçok insan için bir çeşit dönemsel anlaşmaya, vazgeçilebilir bir şeye dönüştü.
Modern toplumda iş ve aile temel tatmin kaynakları olarak öne çıktığında, birindeki mutsuzluk kolaylıkla diğerine de tercüme edilebilir hâle geldi. Boşanma ve bekâr yaşama oranları arttıkça 'başarılı bir evlilik' insanlar için gurur kaynağı olmaya başladı. Günümüzde evlilik, ilahi bir buyruk doğrultusunda hayatı tanzim etmeyi değil, modern toplumları kemiren güvensizlik ve yalnızlığı iyileştirmeyi vaat etmektedir. Kapitalizm, duygusal bağları da elden geçirmiş durumdadır. Duygusal kapitalizm, modern toplumda duygusal bağları akılcılaştırıp metalaştırmıştır.
İlişkiler maliyet-fayda analizi üzerinden değerlendiriliyor artık: Sen bana ne veriyorsun ve verdiğin şey, sana katlanmam için değer mi? Değişen cinsiyet rolleriyle birlikte kafa karışıklığı da artıyor. İlişkilere bir de çelişkiler zinciri ekleniyor. Kadınlar iş ve ev yaşamı arasında mütemadiyen yer değiştiriyor. İş yaşamının katı çalışma koşulları kadınların işini zorlaştırıyor. Erkekler cephesinde de çok şey değişti: Duygusallıktan uzak, sert erkek imajı artık makbul değil.
Aile kuşatma altında
Ev içinde çocuğun eğitimi babanın otoritesinden alınarak annenin sevgisine devredildi. Çocukluğun ayrı bir dönem olarak tanımlanmasıyla birlikte kırılgan bir çocuk imgesi öne çıktı: Çocuğun uzun vadeli duygusal ihtiyaçları olan, incinebilir, ihtimama gereksinen bir varlık olduğu kabul edildi. Bir kaşını kaldırarak çocuğunu terbiye edebilen babanın yerini, onu sevgisiyle sarıp sarmalayan, her türlü beladan koruyan aşırı dikkatli anne aldı. Orta sınıf ailelerde, çocuklara istedikleri her şeyi elde etmeye hakları olan prens veya prenses gibi davranılması yaygın bir tutum.
Toplum gibi aile de küçüldü ve atomlaştı, en küçük parçalarına ayrıldı. Evlerimizde aile büyüklerinin yerini alan yatılı bakıcılarla yaşıyoruz, çocuklarımızla o kadar yoğun zaman geçiriyorlar ki en kuvvetli bağlanma deneyimlerini onlarla kuruyorlar. Bir tür 'taşeron ebeveynlik'. Küçülen aile, dede ve ninelerin eşsiz hikâyelerinden çocuklarımızı mahrum bırakıyor. Nesiller arasındaki devamlılık fikri aşındığı gibi, ahlaki ve dinî değerlerin aktarılmasında da boşluklar oluşuyor.
Christopher Lasch'ın Family Besieged (Kuşatılmış Aile) adlı kitabında tartıştığı gibi, aile yapısı modern kapitalist toplumun dinamiklerinden çok etkilendi: Gerek ebeveyn-çocuk ilişkileri gerekse de eşler arasındaki ilişkiler bu etkiden nasibini aldı. Endüstri devrimiyle birlikte evindeki üreticiden dev çarkta bir dişliye dönüşen baba, yeteneklerini çocuğuna aktarmaktan geri kaldı. Üstelik babanın yokluğu, annenin gücünü de artırmadı! Aksine, annenin kendi atalarından tevarüs ettiği geleneksel bilgi tahfif edilerek, otoritesi ona çocuğunu nasıl yetiştirmesi gerektiğini söyleyen uzmanlar tarafından paylaşıldı. Aile büyükleri ve ebeveynlerin eksikliği, "kültürel kodların" aktarımını ve çocuğa "rol modeli" olma pratiğini sekteye uğrattı. Artık ebeveynlerin birçok sorumluluğu kurumlar ya da üçüncü şahıslar tarafından yerine getiriliyor.
Çocuk bakımından eğitime dek birçok husus, üçüncü şahısların ve kurumların kontrolüne bırakılıyor. Rol modeli olarak alınacak ebeveynler ortalıkta yok, ya işteler ya da sanal âlemde! Anne ve baba, ruhlarının mührünü çocuklarına vuramıyor, onların seciyesini kadim bilgelikle nakış nakış işleyemiyor. Ocakta muhabbet tütmüyor.
Ev artık bir oyalanma adacığı
Kısa bir zaman öncesine kadar insanlar doğdukları şehirde yaşar ve ölürlerdi. Modern zaman insanı evini kolay terk edebiliyor. Bellek uçucu ve uçarı... Kök salmıyor, derinlere inmiyor. Bireylerdeki "mekânsal" ev algısı, "geçici" ev algısına dönüşüyor. Mekânın değersizleşmesi, meskûn olmanın toplumsal ilişkilerinden bizi mahrum bıraktığı için, dikkatimizi harekete, yer değiştirmeye ve küresel hız kültürüne tevdi ediyor. Oysa ev, Gaston Bachelard'ın dediği gibi, insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük bütünleştirici güçlerden biridir. Evin öğüdü, yaşamlarımızda sürekli bir yankıdır.
Bugün mahremiyet adası ve tahayyül mekânı olmaktan çıkararak sığınaklara dönüştürdüğümüz modern ev, artık adeta evdeki tüm bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak eğlence merkezleri gibi tasarlanıyor. Bireycilik, ev içindeki yaşama da olanca hızıyla etki etmiş ve evin her odası ayrı bir interaktif yaşam alanı gibi tasarlanmıştır. Birbirimizden ayrı, yan yana yaşayabildiğimiz bir eğlence merkezi olarak ev bir tefekkür, dayanışma, manevi bir çekim merkezi olmak yerine bir oyalanma adacığı. İşte bu evin anlamdan boşalmasıdır. Çocuğun kendisini daha geniş bir bütünün parçası, karı kocanın birbirlerini daha yüksek bir mefkûrenin taşıyıcısı olarak algılamadığı bir ev, anlamdan boşalmıştır.
Aileyi bir arada tutan şey yakınlıktır. Menfaatsiz, teklifsiz, hesapsız, maskesiz, sadece kendi olmanın tatlı huzuru… Ev yuva olmaktan çıkarılıp bir eğlence merkezine veya bir pansiyona dönüştüğünde, herkesin başının çaresine bakması gerekecektir. Soğuyan insan ilişkileri aileyi de muhasara altına almış bulunuyor ama yapmamız gereken, geçmişin yasını tutmak yerine, insan olmanın özüne sadık kalmak. Bu da evi yeniden sıcak bir yuva olarak tesis edebilmekle olur. Yani elektronik aletleri, bizi dış dünyanın keşmekeşine açan ve ruhlarımızı her türlü istilaya hazır hâle getiren ekranları kapatarak, birbirimizin gözlerinin içine bakabilmekle… Dış dünyanın kaosunu, kendi içimizde, evin sıcaklığı ve samimiyetiyle bir nebze söndürebiliriz.
Evlerimizde misafiriz
Aile bireyleri evde kendilerini muhafaza altında ve güvenli hissedebilmek için ruhun çağrısına kulak vermeli ve birbirlerine olan o mesafeyi, sevgi sözcükleriyle yürümeye gayret etmelidir. Karı koca ve ebeveyn çocuk arasındaki mesafeyi kalplerimizi birbirine yakın kılarak kısaltmak zorundayız. Ama sadece gözlerimizin içine bakmak yetmez. Bir ufuk gözlerimizi kamaştırabilmeli, insan olmanın anlamına dair bir soru bir ruhtan diğerine misafir gidebilmeli. Malayani olanın değil ruhu daha yukarılara kanatlandıracak bir bilincin kanatlarına tutunarak, hayatlarımızın ve ölümlerimizin boşuna olmadığının bilgisiyle birbirimize uğramalıyız. Bu dünyada misafiriz, evlerimizde ve bedenlerimizde misafiriz.
Saint-Exupery çok sevdiğim bir bilge yazar, şöyle söyler: "'Hayat bize aşkın birbirimizin gözlerinin içine bakmak değil, birlikte dışarı aynı yöne bakmak olduğunu öğretir." Evlilik terapisti Gottman çiftleri yıllarca izledikten sonra boşanmayla sonuçlanan evlilik etkileşimlerini dört ana başlık altında özetlemiştir. Çatışma zamanlarında eşlerin birbirine karşı gösterdiği dört temel olumsuz tutum, yani 'dört atlı' şunlar: Aşağılama, eleştiri, savunmacılık veya duvar örme. Bu dört atlı, bir bakıma narsistik kişiliğin tezahürleri olarak karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar sevdikleri kişiye şimdi saldıran veya onlardan uzaklaşan eşler, genellikle kendi ihtiyaçlarının artık karşılanmamasından mustariptir. Biz her zaman değişiyoruz ve aşk da aynı kalmıyor. Gerçekte evlilikler, her kişi kendi kimlik ve gayesini geliştirebildiğinde daha uzun ömürlü olabiliyor. Sıcak yuva, her bireyin kendisini rahatlıkla ifade edebildiği ve yaşama hünerini serbestçe keşfedebildiği bir yerdir. Bir ağaç gibi derinlere kök salarken, dallarıyla gökyüzünü kucaklayan bireyler.
Mutlu aileler birbirine benzer
Haddizatında âşık olmak kolay ama bir başka insanla yaşamak zor... Romantik aşk, diğer kişinin bir ruh ikizi veya mükemmel uyumlu kişi olarak ülküleştirildiği bir süreci içerir. Âşıklar adeta, 'birbirleri için yaratıldıkları'nı hisseder. Aşkın çılgınlığında ötekinin imgesi benim ihtiyaçlarıma göre yeniden kurulur. Sevilen kişiyi kendi benliğimin bir imgesi olarak görür ve farklılıkları görmezden gelirim. Oysa ideal sevgiliyi bulma inancı bir yanılsamadır ve uzun ömürlü bir yakınlığa temel teşkil edemez. İlişkinin bir yerinde büyü bozumu mukadderdir. Romantik aşk pek sahip olmadığımız, yeterince sahip olmadığımız veya ona belbağlayacak kadar sahip olmadığımız bir şeye işaret ederek adeta mutsuzluğu çağırır. Sonunda ya aşk ölür ya da aşıklar… Tolstoy'un Anna Karenina'da söylediği gibi, "mutlu aileler hep birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır."
Geçmişte de pek çok mutsuz evlilik olduğu hâlde boşanmak çok daha zordu. Ancak insanlar yakınlık ihtiyaçlarını sadece evlilik bağından devşirmiyordu. Evlilik bağının bu kadar kolay çözünmesinin bir sebebi de tek bir ilişkiden artık çok şeyin bekleniyor olması. Toplumsal olarak parçalanmış bir dünyada sevgililer her şeyi yakın ilişkilerinden bekliyor.
Büyülenmenin sona ermesi için birkaç yıl yeter. Evliliğin sonsuza dek bir aşk esrimesine gömülü olacağını sanan, aldanır. Evlilik sürecekse eğer, ortak hedefler için birlikte gayret göstermenin, karşılıklı saygı ve dostluğun ön plana çıkması gerekir. Dış dünyadaki ve iç âlemimizdeki huzur kaynaklarımızı çoğaltmamız da evlilik bağı üzerindeki gerilimi düşürecektir.
Bir ortak iklimi teneffüs etmek
On yıllar boyunca terapistler çocukların sorunları için anne babaları suçlamıştır. Sanki çocuk yetiştirmenin tek bir doğru yolu varmış gibi. Mutsuzluk ve kötü davranışın bütün biçimleri kötü anne babalığa izafe edilmiştir. Çocukların anne babaların elinde bir hamur gibi yoğrulduğu ve hayatlarının daha sonraki dönemlerinde karşılaştıkları ruhsal sorunların kötü anne babalığın neticesinde ortaya çıktığına dair bir efsane oluşturulmuştur. Bu, hakikatin ancak dörtte biri olabilir. Sadece çocukları değil, onların anne babalarını da incitmiş olan bir inançtır bu. Artık biliyoruz ki çocuk boş bir kâğıt değil: Davranış genetiği üzerine yakın zamanlı çalışmalar, gelişim üzerinde kalıtsal etkenlerin ebeveynlikten çok daha fazla rol oynadığını bize gösteriyor.
Eşler ve sevgililer, ötekinden kendilerini mutlu etmesini beklediğinde hayal kırıklığına uğrar. Ebeveynler çocuklarından kendilerini mutlu etmelerini beklediğinde hayal kırıklığına uğrar. Ailelerimizin tadını daha fazla çıkarmak için daha geniş sosyal ortamlara çıkmalıyız. Manevi bir ortak iklimi teneffüs etmek, aile bireylerini bir ruhsal akrabalıkla birbirine bağlar. Akrabalarımızla, iş arkadaşlarımızla ve aynı toplumu paylaştığımız insanlarla daha sık birlikte olmalıyız. Yakınlık ve toplumsallık değişik bağlanma ihtiyaçlarını giderir ve pek çok insan her iki türlü ilişkiye de ihtiyaç duyar. Bu sebeple yakın aile çevresinin dışında da bir dizi bağlanma geliştirmeye de ihtiyacımız var. Hayat bizim etrafımızda deveran etmiyor ve mutlak bir mutluluk yok. Başka insanlarla birlikte yaşamak bize uzlaşmayı ve ihtimamı öğretir.
Bir evi yuva yapan, ocağında tüten muhabbettir. Güzellik, sıradan gerçekliği aşan yaşantılarda bize göz kırpar. Ruhun ebediyete kapı araladığı anlar, sevginin bizi güzelleştirmesine izin verdiğimiz anlardır. Bir evi yuva yapan, orada bulduğumuz güzelliktir. Demem o ki göz ve ruhlarımız birbirine değsin. Sonra omuzlarımız birbirine değsin de birlikte ufku seyredelim.