Aklımızdaki eve dönmek isteriz her zaman. İnsan için dönmek fikrini tutuşturan duygu, ev fikridir. Bir hapishaneye de düşsek, bir dağ başında kendi isteğimizce mağarada da yaşasak, bir köşeyi bizim kılacak dokunuşu hemen yerleştiririz olduğumuz mekâna. Mekânla kurduğumuz temasların hemen hepsi, içimizdeki yuva imgesinin etrafında şekillenir. Aldığımız en yeni eşyayı bile kendi istediğimiz şekilde evin bir yerine yerleştiririz. Bize, "bu koltuk burada iyi durmadı" dedirten şey, eşyayla kurduğumuz bağlantıda gizlidir.
Eşyalar da bizimle birlikte yaşarlar. Masalar, tabureler, pencereler, kapılar, koltuklar, aynalar, kitaplıklar, makineler, raflar, musluklar, elektrik duyları, ısıtıcılar, duvar saatleri… Zamanla ya biz onlara benzeriz ya da onlar bize benzerler. Ruhumuzla eşyanın tabiatı arasında garip bir geçişkenlik vardır. Eşyaya sinen şekiller, zamanla rengi atan, kullanıla kullanıla bir tarafı yamulan her şey, bizim dokunuşumuzun izini taşımaz yalnızca; o eşya da bize dokunmuş, o eşya da bizi var etmiştir.
Her değiştirdiğimiz evi bir gün gelir özleriz. Bir şarkıyı bir akşam başka türlü duymuşuzdur, uykusuz bir gecenin sabahında balkonumuza kaçarken, su isteyen bir saksının derdine ortak olurken, yıpranan bir duvarı boyarken, akıtan bir musluğu tamir ederken; onardığımız biraz da kendi ruhumuzdur. Evini sürekli temizleyen insanın bir anlamda kendi içini de temizlemeye çalıştığını fark ederiz. Her temiz kalma tutkusunun altında, eşyayla temasın izleri saklıdır.
Evlerin kendine özgü sesleri vardır. Yeni taşındığımız bir evin içinde geçirdiğimiz ilk gece... Bazı sesler korkutur bizi. Zamanla o evin seslerine alışırız. Kapının gıcırdamasında, esen rüzgârın çatıyı okşamasında gizemli bir musiki duyulur. O musiki bizim için bestelenmiştir sanki. Bizim müziğimizdir o. Ruhumuzun uyumlu olduğu bir musikidir çünkü. Uyum ve yuva fikri arasındaki benzersiz tesadüf şaşırtmamalı bizi.
Her ev bir canlıyı andırır
Bazı eşyalara isim koymuşluğumuz da vardır. Ve isimlendirdiğimiz her eşyanın zamanla bizimle beraber yaşayan biri gibi olduğu hissine kapılırız. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ndeki duvar saati "Mübarek" de öyledir. Bu saat bazen bir eşya gibi, bazen bir evliya gibi görünmektedir. Mübarek, adeta yaşayan, kanlı, canlı bir kimliğe bürünmüştür zamanla. Evin sakinleri de bu saate farklı anlamlar yüklemektedirler. Ki saat de zaten kafasına estiği zaman çalışıp, canı istediği zaman da durmaktadır.
Orhan Pamuk da Kara Kitap'ta, Tanpınar'a bir tür selam çakarak, geceleyin bazı eşyaların kendi arasında konuştuğunu anlatır bize. Hemen aklımızda aynı fikir canlanır; isim takılan her şey biz çoğunluk fark etmesek de yaşamaktadır bizimle. Tam da bu yüzden evlerine, arabalarına farklı farklı isimler takan insanları garipsemem hiç. Bu bir anlamda insanın eşyayla temas kurma yollarından birisidir. O eşya bir gün bozulur, atarız; yenisini almak zorunda kalırsak bir yakınımızı kaybetmişiz gibi üzülürüz.
Evler canlı, kanlıdır. Nefes alıp verdiklerini hissederim çoğu zaman. Öte yandan eski ev nostaljisini de hiçbir zaman sevmem. İçinde insanın olmadığı bir ev, bana göre yalın kat bir mekândan başka hiçbir şey ifade etmez. Müzeleri de bu sebepten soğuk bulmuşumdur hep. Evi tamamlayan şey insandır. İnsan da zaten yaşadığı mekânla tamamlanır. Bir olur. Her canlı kendi küçük evini yapmak ister. Kuşların küçücük yuvalarından sosyal medyada gördüğümüz devasa evlere kadar her canlı, her birey, bir yuva arayışı içindedir. Ruh kendi yuvasını aramakla ilgili bir donanıma sahiptir. Peki, ruhlarımızı asli yuvasına kavuşturmak için ne yapacağız da, kendimizi bu dünya gurbetinde asıl evini bulmuş gibi rahat ettireceğiz.
Bana kalsa, eve yığıp durduğumuz her objeyle, biraz da ruhuzumun açlığını bastırırız. Buzdolabının üzerine yapıştırdığımız geçen seneki gezimizden kalan bir magnet, duvara astığımız ünlü bir ressamın röprodüksiyonu, bir hat çalışması, bir fotoğraf… Hepsi, dışarıdaki yaşamın içerideki yaşamla olan münasebetini yansıtsın diyedir.
Kalmak için eve dönmek
Eski evlerimize astığımız aile büyüğü fotoğrafında kendimizle ilgili bir büyüklük arayışının mı etkisi vardır veya tarihle bağ kurmanın çabası mı? Aileler küçüldükçe, çekirdek aile denen toplama ulaştıkça, bulunduğumuz yeri, mahalli biraz daha benimsedikçe, duvarlardaki yaşam izlerini de sildik. Oradan bir dedenin kızgın bakışını, buradan bir anneannenin mutlu gülümsemesini tardettik hayatımızdan. Daha çok sanat yığdık evlerimize, geometrik şekillerle eşya arasındaki uyumu aramaya çalıştık. Ama gel gör ki bir gün eve döndük yahut bugünlerde olduğu gibi dönmek zorunda kaldık. Bir baktık ki, bu ev, bizim değil, bir iç mimarın veya hiç de ruhumuzun ihtiyaçlarını yansıtmayan bir tasarımcının eviymiş.
Eve hep dışarıya çıkmak için, dünyaya açılmak için dönen bizler, bir gün çıkmak değil kalmak için dönmek zorunda kaldık. Peki, evlerimize döndüğümüzde, o çok tekrarladığımız dizede olduğu gibi kendimize de dönebildik mi; şarkıya başlayabildik mi tekrardan; eve dönmenin yolunu bulduğumuz için kalbimize de giden yolların içinden yürüyebildik mi? Hiç sanmıyorum.
Modern insan biraz da ev fikrini yitirmiş insandır. Çevremize baktığımızda, karantina günlerinde insanların ekmek yapmaya başladığını, evinde daha önce göremeyip bugünlerde fark ettiği bir arızayı düzelttiğini görürüz. Eve dönmek fikri belki de Jung'un dediği kolektif bilince dönmemizi de sağladı. İlk/ellikle gelen güzelliği fark ettik.
Öte yandan karantina günlerindeki ev hayatı bize yavaşlamayı da öğretti, öğütledi. Her büyük düşünür, yazar düşünmenin ilk yolunun durmak, yavaşlamak olduğunu anlatır önce. Karantinadan önce o kadar hızlanmıştık ki, durmayı öğrenmek biraz zaman aldı. Düşünmenin dura dura yapılan bir eylem olduğunu da anladık böylece. Durmak ve yavaşlamak fikri, düşünce ateşini de parlatmalı içimizde. Oysa evlerimiz yavaşlamak fikri üzerine inşa edilmedi. Hatta bu topraklarda geliştirdiğimiz mimari fikrinde "balkon" yoktu. Avlu vardı. O da mahremi niteleyen bir alandı. Dışarıdan gelecek haram bakışları engellemek için yapılmıştı avlu. Bugün avlusuz evlerde yaşıyoruz.
Tam da bu düşünceyi destekleyen Sezai Karakoç'un efsane Balkon şiiri şöyledir: "Çocuk düşerse ölür çünkü balkon/Ölümün cesur körfezidir evlerde/Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların/Anneler anneler elleri balkonların demirinde//İçimde ve evlerde balkon/Bir tabut kadar yer tutar/Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen/şezlongunuza uzanın ölü//Gelecek zamanlarda/Ölüleri balkonlara gömecekler/İnsan rahat etmeyecek/ Öldükten sonra da..."
Ev birinin beni beklediği yer
Bir Müslüman için yaşadığı ev onun mahremidir. Başkalarının muttali olmaması gereken mahrem bir mekândır ev. Bu anlamda dinimizde eve "haram" denmiştir. Evlerin önünde bulunan bahçeye de "hayat" ismini takmıştır atalarımız. Demek ki hayat evin hemen önünden başlıyor. Bu alegoriyi biraz daha genişletip, geliştirirsek; Kâbe Müslüman'ın asıl evidir. Günde beş vakit oraya dönmesi ondandır. Müslüman sürekli asıl evini özler. Oraya gittiğinde "ihram"a girmek zorundadır ki Müslüman'ın asıl evi olan Kâbe'nin bulunduğu topraklar başkasına "haram" olan topraklardır. Harem, mahrem, ihram, haram... Hep aynı kökten gelen kelimelerdir.
Benim için çoğu zaman "yuva" kelimesini çağrıştıran imgeler hep küçük oda içleriyle örtüşür. Sanki mekân küçüldükçe daha da sıcak olacağına dair batıl bir inancım vardır. Ama mesela kuşların yaptığı o küçümen evlere, ev değil de, yuva demeyi çok severim. Ev ile yuva arasında bana kalsa bazı farklar var. Kendime dönüp baktığımda o farkları şöyle ifade edebilirim sanırım:
*Ev bir mimarın ya da müteahhidin tasarladığı bir alan... Oysa yuva o tasarımın içine kendimden birtakım anlamlar sürükleyerek var ettiğim bir yer. Ev olmadan yuva olmuyor.
*Yuva olmadan da o ev soğuk ve tatsız bir yere dönüşüyor gözümde.
*Ev birinin beni beklediği yer. Benim de gitmek ve dönmek için can attığım yer. Yuva ise hem benim bir beklenen olarak var olduğum, hem de yuvada beni bekleyenlerin gelmemle bütünleştiğimiz bir yer. Dolayısıyla ev yıkılırsa yenisini yaparım. Yuva yıkılırsa o bütünlüğü bir daha sağlamam çok zor.
*
*İngilizler bu farkı "house", "home" kelimeleriyle ifade ediyorlar. Biz Türkler ise evin fikir, yuvanın duygu olmasındaki alegoriyi seviyoruz.
*Ev bizim için bir fikrin etrafında şekilleniyor dedim. Tam da bu yüzden herhangi bir yabancı alana girdiğimde kendi evimi kuramam belki ama o evin içinde kendi yuvamı azar azar oluşturabilirim. Kaplumbağa da sırtında taşıdığı evin bir yuvası… Ne güzel bir imge değil mi… Evi sırtımızda taşırız, yuva onun içindedir. Tıpkı hakikatin hep derinlerde bir yerlerde gizlenmesi gibi... Hakikat için derinliğe ihtiyacımız var. Yani dalmaya. Kendi içimize dalarak hakikat fikrine yaklaşabiliriz. Kalbin içindeki 'Fuad' noktası gibi. Her birimiz çağa dil çıkaran bir kaplumbağa gibi yuvamızı kendi içimizde taşırız. Rilke'nin çiçeklenme dediği ölüm fikrini içimizde taşımamız gibi: "Bizse geç kalırız,/ah, çiçeklenmeyle övünürüz; çoktan açığa çıkmış,/ gireriz ertelenmiş özüne son meyvemizin."
*Eskiler ruhun dört yurdu olduğunu söylerler. Anne karnı, dünya, berzah, cennet veya cehennem. Siz ona kendi yuvanızı da ekleyin. Hayat dar bir gömleğe benzer. İnsan, ruhunu sıyırıp atmak için bile önce yuva sonra yurt arar. Allah bizi yurtsuz ve yuvasız bırakmasın inşallah.