Haşmet Babaoğlu: Ya ev, evde yoksa!

Ya ev, evde yoksa!
Giriş Tarihi: 15.05.2020 16:05 Son Güncelleme: 15.05.2020 16:05
“İçeri”de kaldık. Epeyce uzun bir zaman “içeri” kapandık. Ama şunu da anladık; dışarısı olmadan, dışarıyı yaşamadan, dışarıdan koşa koşa dönmeden, “içerisi” olamıyormuş…

iç hesapta yoktu böylesi! Aynı anda hem "ev" tasavvuruyla hem de içinde yaşadığımız evlerimizle bu kadar haşin bir biçimde hesaplaşmak zorunda kalacağımızı tahmin edebilir miydik? Şimdi elimizde apaçık ve can yakıcı bir soru var: Evlerimiz, muhtaç olduğumuz gibi birer "yuva" mı? Yoksa tilkinin dönüp dolaşıp geldiği "dükkân"dan veya sıkıştığımızda kaçtığımız sığınaktan başka bir şey değiller mi? Hem o patırtı neydi? Evin sükûneti dediğimiz bir hayal miymiş?

"İçeri"de kaldık. Epeyce uzun bir zaman "içeri" kapandık. Ama şunu da anladık; dışarısı olmadan, dışarıyı yaşamadan, dışarıdan koşa koşa dönmeden, "içerisi" olamıyormuş…

Evlerimizin bize ait, mahrem bir alan olduğu kesin. Peki, "kendimize ait" bir alan olduğu doğru mu? Karantina günlerinde bu gerçekle de kıyısından köşesinden yüzleştik. Çünkü insanın kendine ait bir alan yaratması sağlam bir kamusallıkla mümkün oluyor. Gündelik kamusal hayat kısıtlanınca "içerideki" sınırlar da kayboluyor. O yüzden eş dost haftalar boyu birbirine sızlanıp durdu; "istediğim gibi kafamı toplayamıyorum, çok vaktim var ama kitaplar okunmayı bekliyor, hatta müzik bile dinleyemiyorum…"

Firuze filmin şarkısını hatırlıyor musunuz? Hani şarkının şöyle bir bölümü vardı: "Ya yolu kaybettim ya ben kayboldum/Ne olur bir yerden karşıma çıksan/Tepeden tırnağa sırılsıklam oldumİçim ürperiyor, ya evde yoksan." Fakat esas ürpertici olan şudur: Ya evimiz, ev hissimiz evde yoksa? Şimdi bunu yaşıyoruz işte ve cevabını vermeye kalktığımızda dilimiz tutuluyor, nefesimiz kesiliyor. Hele o kutu kutu dairelerde… Hele o sıkış tepiş yaşadığımız bize göre değil, müteahhitlere ve modalara göre belirlenmiş binalarda… Yüksek sesle cevaplamak zor.

Aristokrasi malikânelerin (ve topraklarının) güç savaşıdır. Türlü çeşitli yoksullar ise sadece barınaklarına (evlerine) girdiklerinde kendilerini emin hissederler. Kamusal alanı (şehir budur!) seven ise burjuvazidir.

Avrupa'nın modernite tarihi böyle belirlenmiştir. Aslında burjuvazinin kendine tarihi/ kültürel kök olarak "icat ettiği" antik Yunan'da da durum böyle tarif edilmişti. Şehir, agorasıydı. Oraya çıkmayan "insan" bile sayılamazdı… İşte bu yüzden modernite demek, aynı zamanda "açık hava"ya çıkan ve şehrin labirentlerinde aylaklık ederek dolaşan insan demektir. Burjuvazi "özgürlük" tasavvurunu kamusal alan üzerinden kurmuştur. Bireyleşmeyi evin dışında mümkün bir gelişme olarak tarif etmiştir. Evinin kapısını vurup dışarı çıkmayan, yuvasını/ yurdunu arkasında bırakıp dolaşmaya çıkmayan özgür sayılmaz bu zihniyette…

Şimdi muhtemel post-korona durumlara dönersek, şöyle sorabilir miyiz: Acaba 250 yıllık bir süreç kırılacak mı? Dijital aygıtlar üzerinden kurulan "yeni özgürlük" tarifi iyiden iyiye pekişecek, kamusal alan eski gücünü kaybedecek mi? Merak ettiğim şeylerden biri bu. Hadi sosyal bilim jargonunu bırakıp gündelik hayattan bakalım; acaba salgın dindikten sonra ve ilk dışarı fırlama çılgınlıkları geçince, kamusal alan gözümüzde eski çekiciliğini sürdürecek mi?

Bana sorarsanız, daha derindeki mesele ev veya kamusal alan/ içerisi ve dışarısı ayrımlarında değildir. Esas mesele insanın "hareket" etme dürtüsüdür. İnsan gitmek ister. Seyahat kültürü ve turizm insanın bu arketipik dürtüsünü ehlileştirdi. Daha önemlisi vahiy dinlerinin "buraların geçiciliği/yeryüzü gurbeti" üzerine vaazı modernite içinde dünyevileştirildi ve geriye kala kala günümüz insanının yerinde duramayan, huzursuz bilinci kaldı. Karantina sırasında bu huzursuzluğumuz terbiye mi oldu, yoksa infilakın eşiğine mi geldi? Bunu da ileride göreceğiz.

Gelelim, Korona günlerinin yüzleşmelerinin dışında kalan ve kendimizden bile gizlediğimiz gerçeklere… Tasarım kültürü geliştikçe, "hoş konutlar"da oturma arzusu yükseldi, böyle konutlarda oturanlar çoğaldı. Ortalıkta hoş konuttan, şık eşyalardan, akıllı evlerden geçilmiyor. Fakat çimle kaplı şık bir bahçe ekilip biçilen bir bahçenin yerini alamıyor, aşırı "dizayn" bir masa insanı ailecek birlikte yemek yemeğe çağırmıyor, evdeki akıllı (smart) uygulamalar evdeyken zihnimizi açmaya yetmiyor. Ruh, konut değil ev, ev değil yuva arıyor.

Ruha "yuva" bulmak en zoru... Onu bazen koskoca bir evde iki kişilik bir divan sağlıyor. İnsan, o divanı veya o küçük odayı, belki sadece bir berjer koltuk ve sehpayı bir ağaç dalının kuytusunu çalı çırpıyla doldurup yavruları ve kendine yuva yapmaya çalışan kuşlar gibi kendini hırpalayıp duruyor. Yalan mı?


BİZE ULAŞIN