Dini, bir sorumluluklar ve mükellefiyetler; emirler ve yasaklar bütünü olarak takdim etmek, onu bütünüyle helal, haram, yasak, günah, farz çerçevesi içine hapsetmek, İslam'a bütünlüklü bir bakış olmasa gerek. Gönlü, kalbi, muhabbeti bir kenara bırakarak hatta yer yer onları yok sayarak, dini birtakım kurallara indirgemek Allah'ın gönderdiği dini eksik anlamak, daraltmak/azaltmak demektir.
Müslüman, diğer tüm tanımlarının yanında insanların kalplerine dokunan, gönüllerini okşayan kimseye de denir. İslam her fırsatta insanlara bir kalpleri ve ruhları olduğunu hatırlatır. Dinin kalbe taalluk eden başlıkları akla hitap edenlerden çok çok fazladır. Bundan dolayı tasavvuf ve tüm irfanî gelenek kalbe dokunmayı esas mesele ve meslek edinmiştir. Çünkü kalp varsa ancak insan vardır; muhabbet varsa huzur ve sükûn gelir ve ruh varsa beden anlam kazanır. Şurası kesindir ki; merhamet yoksa insandan söz edemeyiz, imandan da. Şair Said Yavuz çok güzel özetlemiş: "Nasıl girsin cennete, bir kalbe giremeyen?"
Akıl düşünür, kalp sever; muhabbet eder. Gülen ve ağlayan akıl değil kalptir. Akıl bakar, gören ise kalptir. Akıl dokunur, hisseden kalptir. Akıl tartar ve tartışır, kalp teslim olur. Acıyan, yaralanan, heyecan duyan kalptir, akıl değil. Ahmet Murat'ın, kalbin şiirini yazan o güzel adamın vurguladığı gibi; "Kalbin kararını akıl tartar/bu şuna benzer: akıl esnaftır/şuna da: akıl yaralanır/ kalp yaralanmaz çünkü yaradır."
Akılla kalp arasındaki mesafe büyüdükçe sorunlar artar, birbirlerine yaklaştıkça da en çetrefilli ve içinden çıkılmaz meselelerin bile halli kolaylaşır. Bu ikisinin birlikteliğinden, beraberliğinden ise harikalar doğar. Tarih, bize, akıl ile kalbi birleştirenlerin olağanüstü güzel örneklerini gösterir. Bundan dolayı büyükler "akleden kalp" vurgusunu sıkça yapmışlardır.
Aklına gönlünü sırdaş etmeyen yoldan çıkar. Ama aynı şekilde gönle aklı arkadaş kılmadan da istikamet bulunmaz. Akıl; ilmî, düşünceyi ve muhakemeyi anlatırken, kalp; irfanı, muhabbeti ve merhameti temsil eder. Bundan dolayı ilim ve irfanın yani akıl ve kalbin birlikteliği önemlidir. Çünkü irfan bir ruh ise ilim bir bedendir. Ve ancak ikisinin birlikteliği ile bir şahsiyet ortaya çıkar. İrfan ilmin manası, mayası ve ruhudur. İlim ise, irfanın gücü ve zenginliğidir. Bu sebeple irfana götürmeyen bir ilim sığ ve ruhsuz kalır. Aynı şekilde ilme dayanmayan bir irfan da köksüz ve zayıf olur.
Sufiler, aklını kalbine rehber etmeden ve kalbini aklına mahkûm etmeden yol almaya çalışan kimselerdir. Vurgulamaya gerek yok sanırım: Buradan aklı tamamen yok saydıkları anlaşılmamalı. Çünkü onlar; "Akletmezler mi?" ilahi uyarısını da her zaman ve herkesten fazla hatırlarında tutarlar. Ama sorulması gereken bir diğer soruyu da daima peşi şıra sorarlar: Hangi akıl?
Hep eksik kalacaksınız
"Tüm ilim sahiplerinin üstünde, her şeyi en ince teferruatına kadar bilen bir âlim vardır." Bu keskin ilahî yasa, insanın asla mutlak bilgiye sahip olamayacağını, bildiklerinin görece her zaman eksik kalacağını söyler. İnsanoğlunun aczini ifade ettiği gibi bu ifade aynı zamanda bir meydan okumayı da içerir: Hep eksik kalacaksınız. Ve yine bu açık hüküm, bilim ve teknolojinin bir yerde duracağını, insanın ancak kendisine belirlenmiş sınırlar içinde kalacağını yani aklın sınırlarını haber verir. Ayrıca fiziğin içine hapsolan insanın, kalbin konusu olan marifet ve keşif olmadan, künhüne varmak şöyle dursun, sonsuzluktan ve fizikötesinden haberdar bile olamayacağını beyan eder.
Buna rağmen insan, işine yarasın yaramasın, her türlü bilgiye karşı meraklı ve aç yaratılmıştır: Arar, araştırır, sorar soruşturur; öğrenmek için çırpınır durur. Bilmediklerine duyduğu merak daima içini gıdıklar. Ama yasa kesin: Fiziğin dışına çıkmak ancak vahiyle ve ikramla mümkün. Başka yol yok. O perde kalkmadıkça/kaldırılmadıkça onun gerisinde ne olup bittiğini asla öğrenemeyeceğiz.
Tasavvuf ehli, insana ve eşyaya kuru akılla ve ilimle değil, hilm ve şefkatle yani kalple yaklaşmayı öğütler. Abdulkadir Geylanî hazretleri bunun sebebini şu cümlelerle açıklar: "Tasavvuf bir hâldir, kîl u kâl (dedikodu) ile uğraşanların işi değildir. Eğer bir derviş görürsen ona ilimle değil, şefkat ve merhametle yaklaş. Zira ilim soğukluk ve mesafe getirir, şefkat ise sıcaklık ve yakınlık doğurur." Bu cümleler, Fuzuli hazretlerinin dilinde şöyle bir hâl almış: "Aşk imiş her ne var âlemde/İlim bir kîl ü kâl imiş ancak."
Bu hakikatlerin yanı başına şunları da ekleyelim: İslam, bilginin bizzat kendisine de değer verir, evet. Âlimi ve ilmi her fırsatta över. Ama insan-ilim ilişkisi söz konusu olunca bunun yararlı bir pratiğe dönüştürülmesinin gereğini ve önemini -hatta önceliğini- her zaman hatırlatır: Kitabımız, söylediklerini yapmayan insanları açık bir şekilde kınar: "Hem söylüyorsunuz yani biliyorsunuz hem de yapmıyorsunuz, bu kabul edilemez." İslami literatürle söyleyelim: Bilmek yetmez, bildiklerimizle amel etmemiz gerek. Bunun bir sonraki aşaması ise büyük bir ikramdır: "Siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi öğretir."
İslam, aklı ve ilmi bir amaç ve nihai hedef olarak göstermemiş, daha çok marifete ulaştıracak bir araç ve vesile olarak tarif etmiştir. Bununla birlikte ancak akılla ve ilimle donanmış kimselerin marifetin ve muhabbetin gerçek tadına varacaklarını da beyan buyurmuştur: "Allah'tan ancak âlimler hakkıyla haşyet duyarlar" mealindeki ayet bunu açık bir biçimde ortaya koyar. Yani ilim eleştirilmemiş, aksine övülmüş ve üstün tutulmuştur.
Tam burada hatırlamakta yarar var: Peygamber Efendimizin âlimleri peygamberlere varis ilan etmesi şereflerin en büyüğü ve mertebelerin en yücesidir. Buradaki âlim tarifine, tefekküre ve tezekküre götürecek, insanlığa fayda sağlayacak her türlü beşerî ve sosyal ilimlerin de dâhil olduğunu büyüklerimiz ifade etmişlerdir.
Öyleyse bir taraftan bildiklerimize bel bağlayıp kendimize güvenmememiz gerektiği hatırlatılmış, öte yandan da, irfana ve ihsana ulaştıracak bir vesile olarak ilme yaklaştığımızda bunun bir avantaj olduğu belirtilmiş. Ortada bir çelişki yok yani.
Büyük mutasavvıf ve arif İbn Atâullah el-İskenderî'nin şu hikmetli ifadesi meselemizi tam olarak özetliyor sanki: "İlim, haşyet ve Allah korkusu ile beraberse senin lehinedir, aksi hâlde aleyhinedir." Öyleyse Peygamber Efendimizin (s.a.s) duası, her zaman duamız olsun: "Allah'ım, fayda vermeyen ilimden sana sığınırım!
Sır, kalbin emanetidir
Şu da var: Arifler kalbi, pürüzsüz bir aynaya benzetir. İnsan günaha ve isyana daldıkça bu aynanın üzerine tozlar, kirler düşer. Zamanla bu tozlar birikir, çoğalır ve ayna simsiyah bir cam parçasına dönüşür. Bu hâli alan kalpten güzelliğin, feyzin yansıması da imkânsız hâle gelir. İşte burada zikir devreye girer ve tabir caizse kalp aynasının üzerine düşen tozları temizler. İnsan günah işleyecek, bu kaçınılmaz bir durum. Ancak sürekli zikirle o aynayı ilk hâlinde tutmak mümkün olur.
Dil, kalbin anahtarıdır der arifler. Sırlar, fütuhat, füyuzat, kapısı dil anahtarıyla kilitli kalbin içinde medfun ve mahfuzdur. Tam da bu sebepten kalbin dilden habersiz olduğu her durum insanoğlunun aleyhinedir. Kalbin tasdik etmediği her söz boşa gitmiştir. Bu, riyanın da en büyük belirtisidir.
Şunu da ekleyelim: Sır da, kalbin emanetidir. Dil bunu ifşa ettiğinde aynı zamanda kalbe de ihanet etmiş olur.
Dünyada yeteri kadar kötülük var, eksik olan muhabbettir, onu tamamlamalıyız. Merhamete ihtiyacımız var çünkü insanoğlu yeryüzünü zulümle doldurdu. Hâlbuki kâinat muhabbet üzerine kuruludur. Bunun için bir kalbimiz olduğunu daima hatırlamalıyız.
"Levlâke" sırrına ermek ancak aşkla yani kalbin imkânıyla mümkün. Allah "Habibim!" diyor Efendimiz'e, evet, "sevgilim" demek. Bu sevgi, kâinatın varlığına sebep olmuş; yokluk bu sevgiyle varlığa elvermiş. Bunu akılla açıklamaya imkân yok. Ve şunu da akıl kavrayamaz: "Mevcudata sığmayan Allah, müminin kalbine sığar."
Meselenin özeti şudur: İman etmedikçe cennet yok, sevmedikçe de iman yok. Bunu herhangi biri değil, Efendimiz -ve kâinatın efendisi- söylüyor. Yani cennetin vizesi imansa, imanın anahtarı da muhabbettir. Muhabbet de kalbin en temel görevi ve meselesidir.
Unutmamalı: Mümin, diğer bütün tariflerinin yanında ve belki de üstünde, yüreğinde merhamet ve muhabbet taşıyan kimsedir. Allah'ın (c.c) yarattıklarına merhamet beslemeyen, muhabbet duymayan kimse, büyük davalardan söz etse de meselenin hakikatini ıskalamış demektir. Kula merhamet etmeyene Yaratıcı da merhamet etmez. Aynı şeyi muhabbete şöyle uyarlayabiliriz: Yaratılanı sevmeyen Yaratıcı'yı da sevemez. Öylelerini yüce Yaratıcı da sevmez. Bunun için de kalp lazım. Hem "malın ve evlatların fayda vermediği" o zor günde, insanın kurtaracak olan "teslim olmuş kalp"ten başkası da değildir.