Birol Biçer: Ramazan medeniyeti

Ramazan medeniyeti
Giriş Tarihi: 17.05.2019 16:48 Son Güncelleme: 17.05.2019 16:48
Ramazan ayı ibadet boyutunun yanında toplumsal hayatımızda kendine mahsus bir kültür hâline geldi. Öyle ki başka toplumlarda benzeri bulunmayan bir yaşam tarzına, kültürel bir zenginliğe de dönüştü.

İslam'ın en özel ibadet ayı

Kuran-ı Kerim ramazan ayında nazil olmaya başladı. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi bu ay içine gizlendi. Ayrıca bu ay baştan sona İslam dininin beş şartından biri olan oruç ibadetine tahsis edildi. Bu ay, içerisinde yapılacak ibadetlere bahşedilen ecir açısından diğer zamanlara göre efdal kılındı ve diğer aylara üstün tutuldu. Ancak bu kadarıyla kalmadı, kültürümüze bunları da aşan etkilerle yansıdı. Ramazan ayı ibadet boyutunun yanında toplumsal hayatımızda kendine mahsus bir kültür hâline geldi. Öyle ki başka toplumlarda benzeri bulunmayan bir yaşam tarzına, kültürel bir zenginliğe de dönüştü. Büyük kültür tarihçisi Prof. Dr. Süheyl Ünver ramazanın hayatımızda edindiği yeri Bir Ramazan, Binbir İstanbul kitabında şöyle açıklıyor: "Ramazan ayında mahya, temizlik, rabıta, ahlak tasfiyesi, günah ve zararlı şeylerden çekinme, yerinde eğlenebilme, dinlenebilme, cömertlik ve herkesi düşünme terbiyesini bir araya getirerek bir ramazan medeniyeti vücuda getirmişiz." İlahiyatçı Prof. H. Ömer Özden de "Türk Ramazan Kültürü" başlıklı makalesinde bu "medeniyeti" şöyle açıklıyor: "Ramazan orucu, Türk insanının ince zevki ile birleşince günlük ramazan yaşantımızdan bir gelenek doğmuş; bu gelenek, ekmeğinden yemeğine mutfağımıza; şiirinden nesrine edebiyatımıza; ahlakî yaşantımızdan estetiğimize kadar kültürümüze çok çeşitli zenginlikler kazandırmış, böylece bir 'ramazan medeniyeti' doğmuş."

Ramazana olan özel ilgimiz

Her şeyden önce Türklerin oruç ibadetine ve bu ibadetin ayı olan ramazana diğer ibadetlerden çok daha büyük bir ilgi gösterdikleri söylenir. Öyle ki Türk milletinin ramazan ayını diğer Müslüman topluluklara göre çok daha farklı, çok daha canlı yaşadığı hatta kendine has bir hayat tarzı hâline getirdiği ifade edilir. Türk toplumunun büyük bir estetik de kattığı ramazanı yaşama biçimiyle geçmişten beri ramazana has bir kültür oluştuğu gibi bireysel bir ibadet olan oruç ve ramazan bizim kültürümüz içinde diğer Müslüman milletlere nazaran çok daha toplumsal bir nitelik kazanmıştır. Türklerin ramazana bu denli önem ve değer verişi yeni değildir. Her ramazan 15 bin dinar sadaka dağıtmayı adet edinen Sultan Alparslan'dan itibaren ramazana devlet ve ekâbir katında da büyük önem verilmiş, bu usuller sonraki asırlarda da yayılarak sürmüştür. Türklerin ramazan ve ramazan orucuna verdiği önemi ve bağlılığı Batılı tarihçi Robert Mantran'ın anlattığı şu örnek çok net özetler: "Ordunun yürüyüşü esnasında, savaş durumu dini vecibelerin uygulanmasını engellemesine rağmen, Türk askerleri kumlu Arap çöllerinin kızgın sıcağından geçerlerken, evlerinde istirahat hâlinde olanlar kadar katı bir şekilde oruç tutmaktadırlar.

Ramazan Şuuru

Her ne kadar hayatı hareketlendirip renklendirse de kültürümüzde ramazan her şeyden önce bir bilinçtir. Ramazan ve orucun toplumsal hayatımıza yansıması esasen bu bilincin yansıması olmuştur. Peki nedir kültürelleşmiş bir bilinç özelliği kazanan bu ramazan şuuru? Nefs terbiyesi, iç murakabe, dünyevi ve fuzuli şeylerden uzaklaşma, zararlılardan ve aşırılıklardan kaçma bilincinin yanında kardeşlik, yardımlaşma, misafirperverlik, dayanışma, empati, şefkat, eşitlik, yoksulları doyurma, fakir ve gariplere hissettirmeden ve onurunu kırmadan yardım etme, cömertlik, ahlaki ve zahiri temizlik, diğerkâmlık, sınıfsal farklılıkların azalması, paylaşma, neşe, eğlence, birlik ve beraberlik bilincidir bu.

Hayırda yarışma kültürü

kültürü Nefs terbiyesine odaklanan oruç ibadetine mahsus ramazan ayı, hayra yönelmenin de her zamankinden daha revaçta olduğu bir vakit olmuştur kültürümüzde. 16'ncı yüzyılın son çeyreğinde İstanbul'u ziyaret eden bir Batılı gezgin bu ayda hayrın zirveye çıkışı karşısında izlenimlerini şu ifadelerle anlatır: "Oruç zamanı senenin bolluk ve bereket içinde geçen bir dönemidir. Bu yüzden Türk halkı ramazanı büyük bir hevesle bekler. Bu ayda çocuklara, yaşlılara, hastalara ziyadesiyle yiyip içme fırsatı verilir. Bu bereket ve bolluktan sadece insanlar değil, hayvanlar da nasiplenir. Kedi köpeklere bile sadaka verilir. Bu onlar için büyük bir sadaka niteliğindedir." Eskiden ramazana mahsus yerleşmiş bir hayır da bakkal kasap gibi esnafın tuttukları borç defterleri olan zimem defterleriyle yapılırdı. Hayırseverler isimlerinin gizli kalması şartıyla kimin ne kadar borcunun olduğunun kaydedildiği bu defterlerden seçtikleri kişilerin borcunu öder ya da düşürürler, böylece kimse kimseye minnet borcu altına da girmezdi. Geçmişte varlıklı zadegâna ait konakların, etraflarındaki fakir hanelerin erzakını karşılaması geleneği de günümüzde bireyleri organize eden dernek ve vakıfların faaliyetleri ile devam ettiriliyor.

Mahyalar: Ramazanın yıldızları

Kandillerle aydınlanılan zamanlarda ramazan gecelerini bilhassa çifte minareli camilerin bulunduğu şehirlerde ışıl ışıl parlatan mahyalar kandillerin devri geçtikten sonra bile hâlen sürdürülen bir ramazan geleneğidir. Bir dönem İstanbul'u gören yabancı seyyahların da en çok ilgisini çeken şeylerin başında gelir mahyalar. Dernschwam adlı Alman gezgini 475 yıl önce İstanbul'a yaptığı ramazana tesadüf eden bir gezisinde rastladığı mahyalardan şöyle bahseder: "Türkler İstanbul'da oruç tutmaya başladı. Herkesin bundan haberi olsun diye minarelere kandiller asıldı. Yağmur ve rüzgâr zarar vermesin diye de üstlerini örttüler. Bu kandilleri akşam yakıyorlar ve tüm gece boyunca yanıyor." Bir başka Batılı da 16'ncı yüzyıl sonlarında "Ramazan minarelerde yanan kandillerle ilan edilir" diyor. İlk olarak 1600'lerin başında Sultan I. Ahmet döneminde İstanbul'da Fatih Camii'nde başlayan ve hem estetik bir unsur olarak akşamları renklendiren hem de yakılmasıyla uzaktaki insanlara iftar vaktini bildiren bu zarif uygulama ramazan kültürümüze o kadar işlemiş ki zamanla bir zanaata bile dönüşerek günümüze kadar yaşatılmış.

Çocuklara mahsus ramazan

Bir ibadete hasredilmiş koca bir ayın çocuklara hitap edebileceğini düşünmek zor. Oysa adeta çocuklara mahsus ayrı bir ramazandan bahsetmek mümkün... Ramazana dair çocukluk hatıraları daima taze kalır. Çocukluk günlerindeki ilk oruçlar, özenle hazırlanmış iftar sofralarının sıcaklığı, gizemli atmosferiyle ilk sahurlar, her akşam iftara doğru sabırla ezanı ya da topu beklemeler, camilere ilk götürülmeler, ilk teravihler ve ardından gelen ödül şekerlemeleri, ışıl ışıl mahyaların büyüsü, gecenin sessizliğini bozarak yaklaşmaya başlayan davulların sesi ve maniler, ailece gidilen iftar davetleri, gölge oyunları ve panayırların heyecanı, bayram hazırlıkları, hediyeler ve ille de "tekne oruçları" her daim tazeliğini korur. Sadece tekne orucu dediğimiz şey bile kültürümüzde çocuklara mahsus ramazanın oluştuğunu göstermeye yeter de artar bile. Nefislerine ağır gelecek oruç ibadetini yumuşatıp, bir eğitim ve alıştırma aracına dönüştüren tekne orucu çocuklar için icat edilmiştir. Böylece öğün aralarında oruç tutan çocuklar da oyunla karışık tam gün tutabilecekleri zamana erişene kadar oruç bilincinden mahrum bırakılmaz ve alıştırılırlar.

Pide ve güllacın bir aylık sanatı

Çağlar boyunca bir imparatorluk mutfağı niteliği kazanan Türk mutfağı örneklerinin itinayla sunulmaya gayret edildiği bu ayın en fazla revaç bulan ürünleri ise aynı zamanda en basitleridir: Pide ve güllaç. Türkiye'de ramazan bir ay boyunca sürecek olan pidenin saltanatı anlamına da gelir. Pide ramazana mahsus bir nitelik kazanır ve bir ay boyunca özellikle akşama doğru hayata damgasını vurur.

Her akşam bir ziyafet varmış gibi…

Ramazan kültürümüzün en unutulmaz ve tesirli unsurlarından biri de ister zengin ister fakir olsun her akşam kendi çapında bir ziyafet varmış gibi kurulan iftar sofraları. Öyle ki her vakit sanki bir davet varmış gibi çeşit çeşit lezzetlerle donatılır iftar sofraları Türkiye'de. Aslında şimdilerde kaybolmaya yüz tutsa da eski kültürümüzde bu âdet varlıklı konaklarda her gelene açık sofralar hâlinde geleneğe de dönüşmüş. Her mahallenin konağında her ramazan akşamı kurulan iftar sofralarına mahalle halkı ile birlikte çevredeki fakir fukara hatta gelip geçen herkes davet edilirmiş. Rütbe paye demeden en yüksek mevkidekilerle en alt mevkidekileri bile aynı sofra başında buluştururmuş bu iftar davetleri. Bu geleneğin Osmanlı'daki parlaklığı Fransız yazar Gerard de Nerval'i de şaşkınlığa uğratmış olmalı ki şunları yazmış: "Ramazanda herkes her eve girebiliyor ve sunulan yemekleri yiyebiliyordu. Fakir ya da zengin tüm Müslümanlar güçleri ölçüsünde bu dini vazifeyi yerine getirmeye çalışıyordu. Üstelik evlerine gelenlerin Müslüman olup olmadıklarına da bakmıyorlardı."


Dişe ödenen, liracıya yapılan jest

Zengin-fakir, payeli-payesiz demeden tanıdığa-tanımadığa, umum halka açılan iftar sofraları geleneği, ramazan kültürümüzün bir klasiği ama zarafet ve nezaket bu kadarla da kalmıyor. Ramazanı adeta bir yaşam kültürüne dönüştüren atalarımız iftar sofralarına davet etmekle kalmamış, bu davetlere icabet edenlere "diş kirası" adında son derece zarif bir bahane de icat ederek hediyeler vermeyi adet hâline getirmişler. Tanıdıkların gönlünü almak, onlara zarif bir şekilde teşekkür etmek, ihtiyaç sahiplerine ise gururlarını incitmeden yardım etmek maksadının son derece ince bir tezahürü olan diş kirasının dışında yüzyıllar içerisinde başka ince ramazan adetleri de geliştirmiş kültürümüz. Bunlardan unutulmak üzere olan ancak nadiren de olsa yaşatılan bir diğeri de kiracıdan ramazana mahsus kira almamak. Osmanlı'da ev sahipleri durumu iyi değilse ramazanı neşe ve ferahlık içinde geçirmeleri için kiracılarından ramazan ayında kira almazlarmış.

İbadetin şöleni: Teravih namazları

Teravih sırasında cemaate sonradan yetişen bir zat namaza yetişeceğini düşünerek safa katılmaya yeltenir ancak daha niyetlenemeden imam efendi namazı bitirir. Bu şahsın hayretini gören İzzet Molla dayanamaz ve şöyle söylenir: "Be adam, biz namazın içindeyken yetişemiyoruz daha, sen dışarıdan gelip nasıl yetişeceksin?" Bu türlü nüktelere konu olacak kadar ramazan kültürünün içine işlemiştir teravih namazları. Günümüzde hâlâ kimi dergâhlarda usul-erkânla, uzun ilahi ve salavatlar eşliğinde ağır ağır kıldırılan teravih namazları çoğu semt camiinde hızla kıldırılsa da ramazan kültürümüzün en rağbet edilen yönlerinden biridir. Lakin kimi camilerde hızlı kıldıran imamlara "Molla Ferrari" gibi lakapların takılması dahi bu kültürün nüktedan bir ciheti olmuştur. Ancak nasıl kılınırsa kılınsın 5 vakit namaza riayet edemeyenleri, erkeklerin dışında kadınları ve çocukları da bir ay boyunca camiye çekecek kadar ramazan kültürümüzün adeta birer ubudiyet şöleni niteliği kazanmış bir unsuruna dönüşmüştür.

Ayların en eğlencelisi: Ramazan

Oruç ve eğlence… Kulağa ve mantığa çok ters gelen bu iki kavramın nasıl olup da bir arada durabildiğini merak edenlerin Anadolu topraklarında bir ramazan geçirmesi gerekiyor. Büyük çoğunlukla tüm günü sükûnet içinde oruçla geçiren Türklerin sosyal hayatının iftar sonrasında nasıl canlandığını, nasıl renklendiğini, nasıl bir eğlence ve sosyalleşmeye sahne olduğunu gören yabancılar daima şakın kalmışlar. Öyle ki Fransız edebiyatçı Gérard de Nerval gördüğü bu manzara karşısında ramazan akşamlarında İstanbul'u 1001 Gece Masalları'ndaki şehirlere benzetmekten kendini alamaz: "Akşamları eğlenceler fazlasıyla sürüyor. Tiyatrolar dolup taşıyor. Kahvehanelerde gösteriler doludizgin devam ederken bir ay boyunca hikâyeciler yer alıyor."

Bunun sebebi açıktır; Osmanlı dönemi ramazanlarında tıpkı günümüzdeki gibi özellikle İstanbul'da sosyal hayat iftardan sonra canlanır, adeta gece ile gündüz yer değiştirir. İnsanlar ellerine kandillerini alarak sokaklara çıkarlar, kahvehaneler hatta dükkânlar kandillerle hem ışıl ışıl aydınlanır hem de sabaha kadar açık tutulur. Teravihten sahura kadar süren vakitlerde ise kentin merkezi noktalarında eğlenceler, gösteriler düzenlenir. Arkadaş grupları arasında sahura kadar süren çaylı-kahveli sohbetler yapılır.

Geçmişte Direklerarası, Sultanahmet, Feshane gibi semtlerde yoğunlaşan Karagöz-Hacivat gösterileri, kukla oyunları, orta oyunu ve meddah, tuluat tiyatroları, âşıkların maniler okudukları semai kahvehaneleri ya da çalgılı kahvelerde yoğunlaşan ve gelenekselleşen bu ramazan eğlenceleri şehirleri kasvetli bir ibadethaneden ziyade şenlikli bir festivale döndürürdü. Şekil değiştirmiş olsa da günümüzde süren muadilleriyle ramazan kültürümüzün içine sinmiş bu eğlenceler günümüzde de sürdürülmekte.

72 milleti birleştiren ay

Osmanlı'dan günümüze geniş ve çok çeşitli bir ramazan kültürünün, zarafet ve estetiğinin oluşmasında en önemli etkenlerden biri de aslında büyük bir halklar çeşitliliği içeren bir imparatorluğa sahip oluşumuz. Ön Asya, Afrika ve Balkanlar arasında uzanan, bünyesinde hiçbir imparatorluğa nasip olmamış ve çoğu vilayette bir arada yaşayan bir dinî-etnik-kültürel çeşitlilik barındıran Osmanlı döneminde ramazan, Müslümanlar arasında olduğu kadar Müslümanlarla diğer dinî unsurlar arasında kaynaşmayı, bütünleşmeyi sağlayıcı bir pota vazifesi görüyordu. Ramazanın müsamahayı, merhameti, birleşmeyi, paylaşımı, dayanışmayı pekiştiren atmosferi başta "72 millet"in her birini ve kültürünü asimile etmeden barındıran İstanbul olmak üzere aynı din mensubu sayısız etnik unsur arasında bütünleşmeyi sağlarken, farklı din mensubu raiyet arasında saygı ve hoşgörüyü güçlendiren bir pota oluşturuyordu. O dönemler nüfusu günümüze göre çok daha kalabalık olan gayrimüslim teba ile Müslümanlar arasında ramazanda daha güçlü şekilde yaşanan uyum ve saygı bunun en büyük göstergesiydi. Bu açıdan ramazanın bereketi siyasi birlik anlamında kendisini gösteriyordu. Bu bereket siyasi alana etkisini bugün de sürdürmektedir.

Dini faaliyetlerle gelen bereket

Ramazanın bereketi teravihlerin yanı sıra bu ayda çoğalan vaaz, irşat faaliyetleriyle de hep canlı olurdu. Hatta ramazanda medrese talebelerinin tüm beldelere yayılıp dinî faaliyetlere katılması gibi bir uygulama da revaçtaydı. "Cerre çıkmak" olarak anılan bu uygulama medreseli âlim adaylarının ve medrese ilminin toplumla kaynaşmasına da vesile oluyordu. Geçmişte ramazana özel olarak büyük camilerde âlimler, şeyhler ya da kürsü vaizleri tarafından yapılan vaazlar da ramazanın bir başka bereketiydi. Bunlar günümüzde aynen devam ediyor. Üstelik bugün ramazan iftar-sahur programları, ilahiyatçılarca verilen televizyon vaazları, soru-cevaplı sohbetler ve dinî nitelikli filmler ile damgasını radyo ve televizyonlara da vuruyor. Bu aya mahsus yerleşik bir kültür de padişahların huzurunda dönemin derin âlimlerinin katılımıyla düzenli olarak yapılan dinî-ilmî sohbetler olan "huzur dersleri" idi. Osman Gazi zamanında başlayarak sonradan yerleşik bir geleneğe dönüşen ve 20'nci yüzyıla kadar her ramazan düzenli olarak sürdürülen ve tefsir eğitimi şeklinde geçen huzur dersleri saraya mahsustu. Diz kırıp talebe olarak oturan padişahın huzurunda pazartesi ve perşembe günleri devrin seçkin âlimleri tarafından ayda sekiz defa verilen bu tefsir dersleri öğle-ikindi namazları arasında yüzlerce yıl sürdürüldü. Bu dersler ayrıca devletin zirvesinin ramazana olan hürmetinin de göstergesiydik, ay boyunca devlet görevlilerinin yanı sıra âlimler ayrıca saraya iftara da çağırılırdı.

Hırka-i Şerif, Eyüp Sultan, kutsal emanetler

Günümüzde her ramazan büyük bir halk ilgisine mazhar olan Hırka-i Şerif ziyaretleri ve kimi camilerde Sakal-ı Şerif gösterilmesi de ramazan kültürümüzde hâkim yer edinmiştir. Geçmişte devletin zirvesi tarafından itibar gören bu ziyaretler günümüzde halk indinde bazen izdihama varan boyutlara gelir. Padişahın her ayın on beşinde devletin ileri gelenleri ile birlikte Hırka-i Şerif Alayı eşliğinde gerçekleştirdiği Hırka-i Şerif ziyareti bir devlet töreni niteliğindeydi. Bu törensel ziyaret esnasında padişahın, sadrazamın ve şeyhülislamın sandukasından çıkarıp öpüp alnına koyduğu Hırka-i Şerif'in dışında Eyüp Sultan türbesi başta olmak üzere belli başlı türbe ve makamları özellikle ramazanda ziyaret etmek artık söküp atılamayacak kadar kök salmış bir kültürel gelenek hâline gelmiştir.

BİZE ULAŞIN