Aralık 2018 Editör yazısı
Ne dünya değişiyor, ne de insanlar. Oysa okullarda okutulan müfredattan tarihselciliğin hâkimiyeti altındaki bütün anlatılara kadar "ilerlemecilik" fikriyle kuşatılmış durumdayız. Dünyanın cennetten cehenneme doğru bir seyir izlediği konusunda hepimizi ikna etmeyi başardılar.
Bir felaket olsa kaçılacak tek müreffeh toprak parçası olarak Batı kalsın ister bu hâkim düşünce. Afrika sadece meraklı belgeselcilerin ve kâşiflerin uğrak noktasıdır onlara göre. Dünyanın en kalabalık ülkelerinden Hindistan mistik bir ilgi, Çin apayrı bir gezegen olarak algılansın istenir.
Her an atom bombası atabilir birileri. Amansız bir salgın çıkabilir. Savaş patlayabilir, ülkeler iflas edebilir. Ya uzaylılar basarsa dünyamızı, ya buzullar erirse, büyük depremler olur, iklim değişirse... Sahi, ne olur o zaman. Bu benmerkezci, korkak, rasyonel ve inançsız modern insan ne yapar? Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi sığınağa mı iner, başka bir ülkeye mi kaçar, mülteci olmak zorunda mı kalır?
Oysa gerçekten ne dünya değişir, ne de insanlar. İlerlemecilik fikrinin şemsiyesi altında kurulan büyük hikâyede hiçbir zaman mutlu bir son öngörmezler Batı dışındaki ülkelerde yaşayan insanlara. En mümkün distopyada ise salgın hastalık kapmış bir şekilde ultra modern şehirlerin kanalizasyonlarında yaşamak zorunda bırakılmıştır Doğulu insanlar.
"Dünya Neresi?" sorusunu yeniden hatırlatmanın tam sırası. Bu soruya verilecek en muhtemel cevaplardan birisi yine bir soruyu da beraberinde getirir: "Sen neredesin?" Itri bu soruya yüzyıllardır söylediğimiz Tekbir bestesiyle vermiştir cevabını. Mimar Sinan, Selimiye Camii'yle. Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk'la... Peki biz bu soruya hangi cevabı vereceğiz?