Gökhan Ergür: Satılık haz bulunur

Satılık haz bulunur
Giriş Tarihi: 20.6.2018 15:20 Son Güncelleme: 25.6.2018 10:35
Sürekli bir şeyleri not alıyoruz, toplantı davetleri yollayıp anlamsız ve çözümsüz raporlar yazıyoruz, uzaktan çok meşgul görünüyoruz fakat neyle meşgul olduğumuzu biz bile bir türlü anlayamıyoruz, ajandamızdaki günlük plana baktığımızda kendimize ve insanlığa dair çok az şey görüyoruz. Sürekli hızlı olmamız gerektiğini söylüyoruz.

Ajanda tutmayı hayatım boyunca hiç beceremedim. Gün gün, saat saat ve hatta dakika dakika yapılacaklar listesi hazırlayamadım çünkü dünya yolculuğunun planlı ve programlı bir serüven olduğuna hiç inanmadım ve bugüne kadar da hiç yanılmadım. Sürekli beklemediğin yerden çıkar sorular, sürekli beklemediğin anda terk eder insanlar ve sürekli beklemediğin yerlere sürükler hayat. Bütün bu beklenmeyenler içerisinde planlar kurmak, hep zoraki bir kibir alametiymiş gibi gelir bana.

Gözlerinizi şöyle bir etrafınızda dolaştırın. Üst üste yığılmış eşyalar, insanlar, akmayan trafik, birbirine yapışık binalar ve masalar. Bu boğucu ve sıkışmış yaşamı bir kat daha zorlaştıran bizler, medeniyetin yılmaz savunucuları, kurtuluşun cam duvarlı ofislerde olduğuna inanan, mecburiyetin o boğucu teklifine karşı koyamayan tarihin talihsizleri. Sürekli bir şeyleri not alıyoruz, toplantı davetleri yollayıp anlamsız ve çözümsüz raporlar yazıyoruz, uzaktan çok meşgul görünüyoruz fakat neyle meşgul olduğumuzu biz bile bir türlü anlayamıyoruz, ajandamızdaki günlük plana baktığımızda kendimize ve insanlığa dair çok az şey görüyoruz. Sürekli hızlı olmamız gerektiğini söylüyoruz, şık ayakkabılarımızla bir görüşmeden diğerine koşturuyoruz, aceleyle yiyoruz yemeklerimizi, e-postalarımızı mümkün mertebe kısa tutuyoruz, dostlarımızı ayaküstü kalabalık kafelerde kahvenin yanına gelen bayat kurabiyelere sıkıştırıyoruz. Ve nihayetinde bu kadar planlı, sistemli ve pratik günlerimizin akşamında aynaya dalgın ve üzgün bakıyoruz.

Her kaybolan saniyesine sövüp sayan, aceleci ve kızgın suratlı insanlar olarak mutsuzuz. Milyonlarca tık almış TED konuşmaları, yeni meditasyon teknikleri, stresten ve kötü düşüncelerden arındıran meyve kürleri, her derde deva Amerikan bestseller kitapları bir türlü mutlu etmedi bizi. Mutluluğa giden yolun mağazalardan geçtiğine, mağazaların ne kadar seçkin ve pahalı olursa o derece mutlu olacağımıza, mutluluğa ulaşmanın başka insanların satın alma şansı olmadığı şeyleri elde etmek olduğuna iman ettik ama olmadı.

Markalara güvendik. Reklam yazarlarının hamaratlığı sayesinde kişiliklerimizi ve kimliklerimizi mutluluk umuduyla kredi kartlarımızla beraber devasa firmaların bezgin kasiyerlerine uzattık. Kendi zevklerimize ve sağduyumuza değil de vitrinde gördüğümüz mankenleri giydiren modacılara inandık. Çünkü onlar asla yanılmazdı, mutluluk yolunda bize rehberlik eden, hâlâ yarışta olduğumuzu onaylayan ve bize sundukları bol sıfırlı etiketlere sahip kombinlerle varlığımızı tasdikleyen modacılara sapkınca bağlandık.

Mutluluk değil sadece huzursuzluk bulduk

Oysa tek istediğimiz mutlu olmaktı. Derin bir nefes alıp arkamıza yaslanmak ve iç huzuru yakalamaktı ama olmadı. Nihayetinde kendimiz değil bir başkası olduk. Mutluluk değil sadece huzursuzluk bulduk. Güvendiğimiz etiketler, markalar ya da mağazalar bizi sakinleştirmedi aksine kaygımızı arttırdı. Elimize verdikleri sezonluk mutluluk sertifikalarının geçici olduğunu bilip önümüzdeki sezon nasıl ve hangi maddi şartlar altında mutlu olabileceğimizi düşündük çünkü bizlere sundukları haz, süreliydi ve eğer bunu sürdürmek istiyorsak çalışmaya devam edip yeni hazlar satın almak için ömrümüzü tüketecektik ve bu kısır döngü ölene kadar devam edecekti.

Aslolan şudur: Satın aldıklarımız aslında mutluluk değil, mutluluk umududur. Hırpalanmış ruhların, körelmiş duyguların, hissetmeyen kalplerin ve görmeyen gözlerin şifalı duasını maneviyatAslolan şudur: Satın aldıklarımız aslında mutluluk değil, mutluluk umududur. Hırpalanmış ruhların, körelmiş duyguların, hissetmeyen kalplerin ve görmeyen gözlerin şifalı duasını maneviyatta değil maddiyatta aradık ve aldandık. Oysa bize kurtuluş reçetesi sunan, daralmış ruhumuzun karanlıklarını aydınlatan, kötücül hazlardan kurtulmamızı sağlayan inanç, ruhumuzun temiz bahçelerinde küskün bir çocuk gibi başı öne eğik dolaşmaktaydı.

Stoacı filozoflardan Marcus Aurelius insanın, birileri tarafından dik tutulmasının değil dik durmasının gerekliğini şöyle açıklar: "Her şey nasıl da hızla yok olup gidiyor, bedenlerimiz maddi dünyada kayboluyor, anılar zamanla yitip gidiyor; duyularla algılanan bütün nesneler, özellikle de verdiği hazla bizi kendimizden geçiren, yaşattığı acıyla korkutan ya da anlamsız şeylerden zevk almamızı sağlayan şeyler, nasıl da ucuz, aşağılık, adi, geçici ve ruhsuzlar." Aurelius'a göre insan, gündelik koşuşturmacalardan ve aşağılık olan her şeyden uzak durmalıdır çünkü bu koşuşturmacalar geçici, ucuz ve sahtedir. Dünyevi şeyleri çok yüksek bir noktadan aşağı bakıyormuşçasına görmemizi tavsiye eden filozof böyle yaparak, mutluluk vaadini yerine getiremeyecek şeylerin aldatıcı cazibesinden kaçınmış ve hüsranla son bulacak baştan çıkmalara karşı önlem almış olacağımızı söyler. Aurelius, Düşünceler isimli kitabında insanlığa şu reçeteyi sunar: "Bütün amaçsız gezilerinizdeki deneyimlerinizden biliyorsunuz ki iyi yaşamı hiçbir yerde, ne mantıkta ne zenginlikte, ne şöhrette ne de sefahatte bulabildiniz. O zaman nerede bulacaksınız? İnsan doğasının gerektirdiği şeyi yaparak. Düşüncelerinizi ve eylemlerinizi yönetecek ilkeler edinerek bulacaksınız." Aurelius'un bahsettiği ilkeler; dürüstlük, şeref, sıkı çalışma, özveri, kanaatkârlık, tutumluluk, şefkat, bağımsızlık, sadelik, hoşgörü ve yüce gönüllülüktür çünkü o da biliyordu ki insan, kendi dışında nereye koşarsa koşsun gurbette kalandır.

Karanlıkla yüzleşmek

Bazı günler babamı oturma odasında hiçbir şey yapmadan öylece sakin ve sessiz bir şekilde otururken bulurdum. Kendinden memnun ve soğukkanlı bir yüz ifadesiyle odadaki eşyaları sakince izler, biri yanına gidene kadar bu eylemini bir sonraki namaz vaktine kadar sürdürürdü. Bir gün dayanamayıp gençliğin verdiği patavatsızlıkla sordum: "Ya hu baba hiç mi canın sıkılmıyor burada böyle boş boş otururken, korkuyorum vallahi bu halinden, en azından aç bir televizyon izle ya da ne bileyim bulmaca çöz." Babam hiç gücenmeden yüzünü bana çevirip cevapladı: "A benim şaşkın oğlum, kendinde Rabbini arayan sıkılır mı hiç? Ben burada sessizce oturur nasıl geldiğimi ve nasıl gittiğimi düşünürüm. Bazen içime düşerim ama boğulmam, Rabbini bilen dünyada boğulur mu hiç oğul?"

Anlamıştım, babamın hayret edeceği, düşüneceği, muhasebesini yapacağı şeyler hâlâ çoktu ve bu onda bir meslek haline gelmişti. Hep anlatır, 13 yaşında köyünden çıkıp İstanbul'a gelişini, İstiklal Caddesi'nde hep hayırla andığı Ermeni bir terzinin yanındaki çıraklığını, Cihangir'de bir kömürlükte battaniye üzerinde aylarca yattığını ve akşamları ilk kez duyduğu kelimeleri defterine heyecanla not aldığını, naylon poşetleri ilk kez gördüğünde yaşadığı heyecanı ve babasına lazım olur diye onlarca poşet biriktirip sakladığını.

Hep tembihler: "Yatıp kalkıp devletinize, milletinize dua edin. Şu üzerine oturduğunuz koltuk bile bir cennet hazinesidir. Kıymetini bilin, muslukta akan suyun, ne zaman isterseniz hazır bulduğunuz ekmeğin, üşümeden uyuyabilmenin ve şereflice yaşayabilmenin." Onun şükredeceği şeyler çoktu, oysa biz neye sahip olduğumuzu bilmeden, bolluğun getirdiği tatminsizlikle içimizdeki boşluğu doldurmaya, kendimizden kaçıp bedenimizi hızlıca uyuşturmaya çalışıyoruz ve elbette yanılıyoruz.

Ruhumuz dijital bir çöplükte can çekişiyor

Çağın insanı bir uyaran bombardımanıyla karşı karşıya. Yazılı ve görsel basındaki reklamlar, alışveriş merkezlerinde, umuma açık sokaklarda, binaların duvarlarında yer alan bilboardlar; telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda aniden önümüze fırlayan reklamlar; minibüste, market açılışlarında, alışveriş merkezlerinde dinlemek zorunda kaldığımız o şahsiyetsiz müzikler ve daha nicesine maruz kalıyoruz. Ruhumuz sakinlikten, duruluktan, durgunluktan fersah fersah ötede bir uyaran çöplüğünün içinde can çekişir halde. Ve işin acısı bu durum artık bizi rahatsız etmemekle beraber bizde bir çeşit bağımlılık oluşturmuş vaziyette. Görsel ve işitsel uyaran almadan artık duramıyoruz. Sıra beklerken, toplu taşımada seyahat ederken, yolda yürürken ve hatta camide vaaz dinlerken elimiz bir şekilde cep telefonumuza gidiyor ve karanlık dehlizlerden seslenen ruhumuzun çığlığını duymamak için ışıklı ekranlarla kendimizi sakinleştirmeye çalışıyoruz.

Artık reklamlara bile konu olan akraba ziyaretlerinde ya da dost meclislerinde herkesin telefonuyla ilgilenmesi asla tesadüfi ve bir çırpıda geçilebilecek bir mesele değil. İnsanlar artık birbirleriyle yüzleşmekten, insan olmanın gerekliliklerini kaybetmiş olmaktan ve bu dünyadaki başarısız kimliklerinden hızlıca uzaklaşmak ve renkli ekranlarda yeni bir kurtuluş ümidi bulmak istiyorlar.

Derinliğin olmadığı yerde hız, acele ve kalitesizlik vardır. Derinlik bir bakıma da kuvvet demektir, tutunacak kuvvetli bir kök demektir fakat yaşadığımız çağda insanlar köksüz ve kuvvetsiz, sürekli bir sürüklenme halinde, kendilerine uzatılan dijital kolların gerçekliğine inanıp ellerini uzatmakta ve nihayetinde daha da büyük bir boşlukla karşılaşmaktadırlar. Bir çırpıda silinen dostluklar, mevsimlik değişen sevgililer, artan boşanmalar, değişen saç renkleri, kopan aile bağları, stüdyo daireler ve daha nicesi sarılacak bir kökü olmayan insanın aceleyle sığındığı bakımsız ve fırtına yorgunu limanlardır.

Toplum olarak hepimizin durması, yavaşlaması ve sakinleşmesi gerekiyor. Sürekli hareket halindeyiz ve sabitliği olumsuz olarak nitelendirmekteyiz. Anlık tatmin tutkumuz sebebiyle bekleme yetimizi ne yazık ki kaybettik. Oysa beklemek kabul ediştir, başına gelecek olanı sevmek ve razı gelmektir, bütün güzel haberler, iyi meziyetler beklemek, sabretmek neticesinde gelir. Bizler sabit oldukça, sabrettikçe, bekledikçe kendimiz ve dünya üzerine düşünmeye daha çok fırsat bulmaya başlayacağız. Kurtuluşu ışıltılı vitrinlerde ya da full hd ekranlarda değil, sessizce izlediğimiz bir göl manzarasında ya da umursamazca güneşin altında gerine gerine uyuyan sokak kedisinin mırıltılarında bulacağız.

Milan Kundera Yavaşlık adlı romanında şöyle der: "Her şey çok hızlı gerçekleştiğinde kimse hiçbir şeyden emin olamaz, kendisinden bile.'' Ve kendisinden emin olamayan insan boşlukta sallanan keskin bir kılıç gibidir ya kendi rüzgârını incitir ya da sallandığı boşluğun kalbini.

BİZE ULAŞIN