Yürümek kenara çekilmektir, modern dünyanın kenarına… Flaş haberlerden, reklamlardan, son dakikalardan, politik tartışmalardan, gündelik ilişkilerin yüzeyselliğinden, dünyevileşmeden kaçıp bir kenara çekilme. Bir sığınma arayışı olarak çıkar karşımıza orada yürüme. Bir çeşit mağaradır. İçteki tabiatın mağarası.
Yürümek bir keşiftir, en çok da yürümenin keşfi çünkü yürümek de ancak yürüyerek keşfedilebilen bir eylemdir. İnsan yürüye yürüye, yürümenin de kendi içinde başlı başına bir tedrisat barındırdığını öğrenir. Öyle ulu orta, koşar adım, alelacele atılan adımların hepsinin yürüme anlamına gelmediğini, gelemeyeceğini öğrenir insan ilk elde. Yürümenin öğrenilme süreci böylesi bir eşikte başlar. İlk adım daima en zor atılan adımdır. Bir yazının hafakanlar, sancılar içinde açan ilk çiçeği yani kelimesi gibi.
Kudemanın kitaplarında, başlarken bizi selamlayan o meşhur mukaddime kısımları, kelimeleriyle bir yola çıkan insanın ilk adımını hatırlatır bize. Bir kadem yani bir ayak ve o ayağın attığı bir adım varsa orda bir serüven de başlamış demektir. Yürümek bir keşiftir. Her daim içinde sonsuz güzellikte mucizeler barındırır, bakmanın ve görmenin dışında bir üçüncü yolu gösterir insana: Şahit olmak! İnsana, tabiata, kentlere, akıp giden kalabalıklara, ırmaklara, dağlara, rüzgârlara… Kısaca bütün bir yeryüzüne şahitlik…
"Ne olur bize bir mucize gösterin" diye çevresinde dolanıp duran talebelerin tavırlarından iyice bunalan İmam Rabbânî hazretleri, bir gün dayanamaz ve talebelerinin önünde ayağa kalkar, birkaç adım atar ve kollarını hayretle iki yana açarak; "Yürüyorum" der. Gören kalpler ve anlayan gözler için insan baştan ayağa mucizedir. Bu yüzden yürümek öncelikle bir şuur aydınlığı, bilinç uyanıklığı ister. Dolaşmak ile yürümek arasındaki ince fark da burada belirginleşir. Dolaşmak unutmaktır. Ayaklarınız birbirine dolaşırsa ayakta duramaz düşersiniz. Dolaşmak bazen de düşmektir.
Yürümek ise bir hatırlama biçimidir. Bu biçim, insanın içinde akıp duran bir hatırlama eylemine dönüşür zamanla. Peki, neyi hatırlar insan? En başta "Dünyada bir garip yolcu gibi ol" buyruğundaki o derinlikli mesajın anlamını hatırlar. Her hatırlama bir idraktir. Sonsuzu ve faniliği idrak... Seyyahları yerlerinden yurtlarından eden arayış biraz da bu idrak susuzluğundan beslenmez mi? Yürümek için bir yol gerekir. Yol fikri çok zengin bir çağrışım cennetinin içinde bir uçtan bir uca sürükler durur sizi. Bir yolda yürümekle bir yolu yürümek şüphesiz aynı şeyler değildir ve giderek Eliot'ın "yolda olmak" dediği oluşa ve olmaya dair esaslı bir kavganın içinde bulursunuz kendinizi.
Toprağın hizasında yürümek
Deniz seviyesinden çokça bahsedilir ama ne hikmetse toprağın seviyesinden pek söz açılmaz. Toprak insan için bir hizalanma ve eşitlenme noktasıdır. Ölünce sizi içine alıp bağrına basacak toprakla bir ünsiyet kurarsınız. Bugün üzerinde yürüdüğünüz toprağın ölünce altında yürüyeceksinizdir. Ölüm de kadim bir yürüyüştür aslında; ahirete, mahşere, hesap gününe… Toprağın hizasında yürümek, bu hakikatin peşi sıra yürümeye benzer. Hicreti düşünürsünüz sonra. Takvimi, zamanı, vakti bir büyük yürüyüşle başlatan o bilgeliğin çeşmeleri hâlâ cömertçe akmaktadır. Sadece hicret olgusu bile yürümenin tarihin akışını değiştiren o eşsiz gücünü görmek için yeterli değil midir aslında? Şurası bir gerçek: Maddi-manevi bütün fetihler, sahih bir niyetle atılan o ilk adımla başlar.
Yol bir fikirdir, yürümekse tefekkür. Şahit olmak, tefekkür etmekle iç içedir. Bir okuma eyleminin içinde bulursunuz kendinizi. Tabiat, yavaş yavaş, sindire sindire okunan bir kitabın sayfalarından farksızdır gözünüzde. Aceleye, hıza, koşturmacaya, telaşa mahal yoktur. Bilakis bütün bunlardan, kalbinizi yoran meşgalelerden kurtulmak için çıkmışsınızdır yola. Yürümenin sonsuzluğu sizi selamlarken durduğunuz yer elbet sizi sıkmaya, boğmaya başlar. Hiçbir hikmet barındırmayan, sürekli konuşan, gevezelik eden haberlerden, gerçeği yani özü yani hakikati susan haberlere doğru yürürsünüz. Adımlarınızın toprakla kucaklaştığı anda çıkardığı o ses, o ayak sesi ruhunuzu sarmalayan harikulade bir ezgiye dönüşür.
Ayaklarımızla konuşmak
Yürümek bir göze, bir kulağa, bir kalbe dönüşmektir. Şahitlik bütün uzuvların hakkını vermekten geçer. En çok da ayaklarınızla konuşursunuz. Arada bir diz kapaklarınızı sıvazlama isteği duyarsınız, ki bu ayaklarınıza duyduğunuz şefkatin dışavurumudur. Yürümenin yükü ağırdır çünkü kendinizi taşırsınız durmadan. Ayaklar bu taşımanın mihenk noktasıdır. Gizli bir sevinç duyarsınız içinizde. Bir bedene sahip olmanın ve onu taşıyabiliyor olmanın sevincidir bu. Yürümek biraz da ayakların, adımların kalbe taşınmasıdır. Yüreğin yürümekle olan etimolojik akrabalığı burada yeniden hatırlanır. Çünkü yüreğinle yürürsün.
Yürümenin insana hatırlattığı temel ilkelerden birisi de şudur: Dik durmak, ayakta olmak! İnsan yattığı yerden yürüyemez. Kolların ritmik hareketlerle gidip gelişi bir denizin ortasında çekilen sandal küreklerini hatırlatır insana. Bu his, deryalar içinde deryayı arayan balıkların o meşhur hikâyesiyle iç içedir. Yürüyüşe çıkmakla uçsuz bucaksız bir denize açılmak arasında çok da bir fark yoktur aslında. Yeter ki, yürümek için yürümeye çıkmış olalım. Amaçlar yol boyunca çeşitlenir nasıl olsa. Bir ağaçla dertleşmek, bir çiçeği ziyaret etmek, bir köpeğe selam vermek, uzaklardan geçmekte olan bir trene el sallamak… Modern hayat dağdağası içinde parçalara ayrılmış insan, yeniden o bütünlük fikrini keşfeder. Şüphesiz sadece yol değil, yürümek de insanı terbiye eder.
Yavaşlamanın mekânı
Zemin ve mekân önemlidir yürümede. Yukarda çizdiğimiz tabiata dönük pastoral tablolar çoğumuzun hayallerindeki yürüyüşe dair güzellemelerden izler taşıyor aslında. Bunu gerçekleştirmek zor değil. Yaşadığımız kenti ardımıza alıp kaçıp gitmek. Sadece yürümek için tabiata, toprağa kaçış... Her yürüyüş bir kaçış, bir kenara köşeye çekilme eylemidir de aynı zamanda. Bir de yaşadığı kentten kaçamayıp o kentin içinde yürümeye yazgılı olanlar var. Kent gezginleri. Kent diyorum çünkü şehrin dokusu, kokusu silindikçe sanki yapboz maketlerle kurulmuş gibi duran bir kent siluetinin ortasında kaçış yolları ararız. Bir kentin içinde yürümek de başlı başına bir protesto biçimidir bana kalırsa. Sadece yürümek...
İki tür bir kaçış söz konusudur orda. İlki tamamen hıza, aceleye ve telaşa dayalı bir koşuşturma biçimi olan telef olmadan kaçış. Yürümek çünkü hıza ve aceleciliğe verilmiş en esaslı tepkilerden biridir. Acelesi olan zaten otobüse, minibüse, tramvaya biner. Yürüme, yavaşlamaya dair bir irade beyanıdır. O meşhur hikâyeyi bilirsiniz. "O kadar hızlı gittik ki, ruhlarımız geride kaldı" demişti Afrikalı bilgeler. Sonra oturup bir süre ruhlarının gelmesini beklemişlerdi. Bu kadim bilgelik, hızın, acelenin zamanı sıkıştırıp işe yaramaz bir posaya dönüştürdüğünü elbet çok iyi biliyordu. Oysa yavaşlama yani zamanın esnemesi, genişlemesi doğrudan doğruya mekânı da derinleştirir. Her mekân bir imkândır insan için. Tersi de mümkündür.
İkinci tür kaçış ise, bir kıyıya köşeye, bir kenara çekilme isteğidir. Bir anlığına da olsa. Bazen o anlar büküldükçe bükülür ve insan için geniş mi geniş nefes alma alanları açar. Yeri gelmişken iyi bir yürüyüşçü yürürken ağzıyla değil burnuyla nefes alıp verir. Sağlıklı olan da budur. Evet, yürümek kenara çekilmektir, modern dünyanın kenarına… Flaş haberlerden, reklamlardan, son dakikalardan, politik tartışmalardan, gündelik ilişkilerin yüzeyselliğinden, dünyevileşmeden kaçıp bir kenara çekilme.
Bir sığınma arayışı olarak çıkar karşımıza orada yürüme. Bir çeşit mağaradır. İçteki tabiatın mağarası.
Zemin önemlidir demiştik. Ayağımızı bastığımız yer topraksa ne âlâ. Yumuşak yahut sert, toprağa bastığı müddetçe insan kendini güvende hisseder. Yapboz maketlere benzeyen kentlerde yaşayanlar belki de en çok, kanlı canlı bir toprağa ayak basmayı özler. Onlar asfalt dökülmüş yolları adımlarken, o sert zeminde aynı zamanda gerçekliğin sert dokusunu da yakından görmüş gibi olurlar. Asfalttan köprüler vardır sanki. İnsanlar bu asfalt köprülerden geçerek bir binadan diğer binaya gider gelirler. Bizim dolaşma dediğimiz hareket tarzıdır bu. Dış dışarısı dediğimiz yer tam da böyle bir yerdir. Oysa dışarda yürünmez, bir binadan başka bir binaya gider gelirsiniz sadece. Yürümek en başta bu otomatikleşmeye ve anonimleşmeye karşı bir tepki olarak ortaya çıkar. "Harcayacak elli üç dakikam olsa, salına salına bir pınara doğru yürürdüm" demişti Küçük Prens. Modern birey zamanı harcayamaz, zaman onu harcar.
Yürümenin çağrısı
Yürümek bir çağrıyla gelir insana. Bir arınma çağrısıdır bu. İnsanın hem kendisinden hem de çevresinden arınması. Fazlalıklarımızdan kurtulmadıkça kendimizden de kurtulamayız. Önümüzü daha iyi görebilmek için ardımızda bıraktıklarımızdan kurtulma isteği... Niçin yürürüz? Cevap oldukça basit ve yalındır aslında: Hem kendimizi hem dünyayı daha berrak daha şeffaf görebilmek için yürürüz. Yazmakla yürümek arasında da böylesi bir berraklık arayışı vardır. Benliği örten, yüreği perdeleyen zarlardan kurtulup saf gerçekle yüzleşmek. Bizi iyi edecek ruh, bu yüzleşmenin dergâhında oturan şeyh gibidir nerdeyse. "Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir" demişti Henry David Thoreau. Yazmak da yürümekle hayat bulur. Bir metni okurken o metinle beraber yürürsünüz sanki.
İnsan yürürken kendine dolar sadece. Öteki diye tanımlanan başkaları yoktur. Onlara dair ne bir nefret ne de bir övgü cümlesi vardır. Onlar yürüyüşe çıkarken arkada bırakılmıştır artık. Sadece kendinizle meşgulsünüzdür. İçinizdeki iyiyle kötü kıyasıya bir kavgaya tutuşur. Bir hesaplaşma bir yüzleşme hâliyle iç içe olma hâlidir bu. İnsan içindeki kötülüğü alt edebilir. Yürüyüş insanın kulağına o umudu fısıldar. Yürüyüş, kötülüğün alt edilmesinde belki de hiç ele geçmeyecek bir fırsat sunar bize. İnsan kötüyü ve kötülüğü alt edebilir. İnsan çünkü kendini alt edebilir. Bu kavgayı göze almanın bu kavgaya ışıldayan bir yürekle katılmanın adıdır yürümek.
Bazı içinden çıkılmaz metinler vardır. Saatlerce okur, anlamaya, çözümlemeye, şerh etmeye çalışırsınız. Yürümek de insanın kendini şerh denemesidir bir bakıma. Her adımda daha bir yaklaşırsınız kendinize. Niçin yürüdüğünü bilen her insanın aklının kalesinde bir özgürlük bayrağı dalgalanır çünkü özgürlük yürüdükçe sadeleşen, yalınlaşan ve böylece kendini ve yeryüzünü yeni baştan keşfeden o asil yürüyüşçünün yegâne azığıdır. Bu yüzden bir başına ve yapayalnız yürümeyi seçen insanların cesaretinden korkulur. Yürümek kıymetini bilen her insan için bitmeyen bir umuttur.