Lacivert Yazı İşleri: Oruç, hayata “dur” deme özgürlüğüdür

Oruç, hayata “dur” deme özgürlüğüdür
Giriş Tarihi: 20.6.2018 16:31 Son Güncelleme: 25.6.2018 11:14
“Allah’ım Recep ve Şaban’ı bize hayırlı kıl, bizi Ramazan’a ulaştır” diye dua etmişti Peygamberimiz. Kavuştuk şükür. Şairin dediği gibi: “Hilal göründü, kara göründü, kurtulduk.”

Hoş geldin ya şehr-i Ramazan mahyalarıyla süslenecek yine sokaklar. Biz Allah için aç ve susuz kalacağız. Biz yemesek, içmesek de Allah bizi yaşatır diyeceğiz. Bu Ramazan'da orucu ve diğer ibadetleri Prof. Dr. Ekrem Demirli ile konuştuk. Güleç yüzü ve "Korkutmayınız sevdiriniz" hadis-i şerifini tatbik eden tavrıyla bize yeni bakış açıları kazandıran Demirli, orucu; "yapmama özgürlüğü" olarak tanımlıyor.

Her ibadetin bir maksadı ve sırrı olduğu söylenir. Peki, orucun maksadı nedir? Biz niye oruç tutarız?

İbadetlerin maksadı, hikmeti ve faydaları vardır. Bunları ayrı ayrı değerlendirmek lazım fakat ülkemizde bunlar genellikle birbirine karıştırılıyor. Öncelikle şunu söylemek gerekiyor; her ibadetin öncelikli maksadı Allah'ı tanımaktır. Biz bunu gündelik dilde "Allah'ın rızasını kazanmak" şeklinde de ifade ederiz. Allah'ı tanımak ve Allah'ın rızasına ermek, aşağı yukarı aynı anlama gelecek ifadeler. Bir de fayda boyutu olduğu söylenir orucun. Bu sağlıkla ilgili olabilir çünkü Peygamber Efendimiz; "Oruç tutun, sağlık bulun" buyuruyor ama orucu faydadan dolayı değil maksadından ötürü tutmamız gerektiğini unutmamalıyız.

Orucun diğer ibadetler arasındaki yeri nedir?​

İslam'daki ibadetleri beş temel kategoride tasnif edebiliriz. Bunların her biri aslında ibadet tarzı gibi de düşünülebilir. Kelime-i şahadet getirerek Müslüman oluyoruz. Bu imanı temsil ediyor. Sonra namaz var, mâli bir ibadet olarak zekât var, ardından oruç ve hac var. Bunların arasındaki farka gelirsek; namaz, zekât ve hac görünür ibadetlerdir. Bir adamın namaz kıldığını uzaktan bakarak anlayabiliriz. Bir adamın zekât verdiğini, en azından zekâta benzer bir iş yaptığını uzaktan bakarak anlayabiliriz, görünür hale gelebilir. Bir adamın hac yaptığını da uzaktan bakarak anlayabiliriz. Oruç bu ibadetler içerisinde görünmeyen tek ibadettir. Bir insan bize oruçlu olduğunu söylemediği sürece biz onun oruçlu olduğunu bilemeyiz. Bunun için oruç, İslam içerisinde görünmeyen, gizli olan ibadetler arasındadır.

Oruçta gizlenen yahut görünmeyen şey nedir?

Namazda ne görünüyorsa oruçta görünmez hale geliyor. Namazda Cenab-ı Hakk'ın huzurunda duruyor ve Cenab- ı Hakk ile konuşuyoruz. Oruçta ise bu konuşma ve huzurda durma gizli şekilde uygulanıyor. Kimse fark etmeden Cenab-ı Hakk ile beraber oluyor ve herkes onun huzurunda duruyor, onu düşünüyor, tefekkür ediyor ve onu tanımaya çalışıyor. Orucun temel prensiplerinin ilki budur. İkincisi ise şu: Oruç selbi bir ibadettir yani yapmamak üzerinedir. İbadet, en azından günlük dildeki kullanımlarında bir şey yapmak anlamına gelir. Namazı düşünelim; ayakta dururuz, rükûa gideriz, secde ederiz. Hep bir fiil vardır. Hac temelde iki rükündür; tavaf ederiz ve Arafat'ta dururuz. Zekât ise belli bir nisabın maldan çıkartılarak ihtiyaç sahibine ulaştırılmasıdır. Bunların hepsi bir fiildir ama oruç böyle bir ibadet değil. Oruç, bir şey yapmak değil, bir şey yapmamak üzerine kurulu bir ibadettir. Bundan dolayı ona selbi ibadet diyoruz.

Oruç en temel manasıyla neyi yapmaktan alıkoyuyor bizi?

Yemiyoruz, içmiyoruz ve cinsellikten uzak duruyoruz. Bunlar insan davranışlarındaki temel fiillerdir. Hayatı yeme içme arzumuz ile çoğalma arzumuz ayakta tutar. Yemek, içmek bizim varlığımızı ayakta tutuyor, cinsellik ise neslimizin bekasını sağlıyor. Belli saatlerde biz bu temel arzularımızın dışına çıkarak, bunları yapmayarak yeryüzündeki temel korkularımıza, temel amaçlarımıza, temel arayışlarımıza karşı bağımsızlaşmak istiyoruz. Bunu şöyle ifade edebilirim: İnsan yiyen, içen, çoğalan, toplum kuran bir varlıktır. Oruç ibadeti, bize bunların insan için temel bir şey olmadığını anlatmak istiyor. Bu noktada; "Peki, insan nasıl bir varlıktır" sorusunu sormamız gerekiyor. İnsan, Allah'ı tanımaya, anlamaya, O'na benzemeye ve özgürleşmeye çalışan bir varlıktır. Oruç da bunları anlatıyor bize. Dolayısıyla, oruç üzerine konuşurken en temel fiillerimizin imsak ve iftar olduğunu unutmamak gerekiyor.

İmsak ve iftar deyince ne anlamamız gerekiyor?

İmsak, insanın kendini tutması, geri çekmesidir. İftar ise orucun bozulmasını ifade eder, açılma, yayılma, genişleme halidir. Kendini tutma ve açılma hali. Orucu bu iki eylemle ve o selbi nitelikle düşünmek lazım.


Orucun insanı özgürleştiren bir şey olduğunu söylediniz az evvel. Bu özgürleşme hali, yeme-içmeden ve cinsellikten kesilme ile bağlantılı bir şey mi? Buradaki özgürlüğün mahiyeti nedir?

Aslında bu sadece oruçla ilgili bir şey değil. Bütün ibadetlerin doğasında insanı özgürleştirme gayesi vardır. Bunu şöyle düşünmek lazım; ibadetleri ibadet kılan şey iradedir, tercihtir. Ragıb el-İsfehani'nin fiille ameli ayrıştırırken şöyle bir tarifi vardı: "Fiil bizim herhangi bir davranışımızdır, bu bakımdan hayvanların davranışları da fiil olarak nitelenebilir. Amel ise bizim iradi davranışlarımızdır." Bir şeyi yiyoruz, içiyoruz, bu bir tercih işidir, buna amel denilir. Fiili amel haline getiren şey niyettir. Dolayısıyla niyet aklımızla ilgili bir şeydir. Hayvanın niyetinden söz edemeyiz. Bir ağacın, bir bitkinin yahut insan dışında herhangi bir canlının fiilinden söz edebiliriz ama amelinden söz edemeyiz. Amel, akılla ilgili bir şeydir. Aklımız amellerde, fiillerde niyet şeklinde ortaya çıkıyor. Niyet şeklinde ortaya çıkan akıl, fiili amele dönüştürüyor. Amel seviyesine çıkartıyor. Biz bu amelleri irademize tercih ettiğimiz için aslında bir şeye dur diyoruz. Ben bunu modern çağda çok önemsiyorum çünkü modern çağda özgürlük, daha çok "yapma özgürlüğü" şeklinde algılanıyor. Büyük düşünürlerin söylediklerine baktığınız zaman bir şeyi reddetmeyi özgürlüğün tanımı olarak görebiliriz. Oruç bir şeyi yapmama özgürlüğüdür, bir şeyi yapmamayı tercih etmektir. Daha doğrusu o şeye bağımlı olmaktan kendimizi kurtarmaktır ama bu sadece oruç ile ilgili değil, diğer ibadetlerde de geçerli. Biz namaz kılarak o günlük hayatın bize dayattığı zorunlulukların dışında çıkıyoruz. Hayata "dur" diyoruz, hayatın dışına çıkıyoruz.

Yapabileceğin bir şeyi yapmama! Sanırım bu modern insan için işin en zor olan kısmı…

Ben de öyle düşünüyorum. Oruçta bu yapmama hali çok fazla öne çıkıyor. Orucu konuşurken şöyle konuşmamız lazım: Oruç nedir; yememek ve cinsellikten uzaklaşmak. Başka bir şey yok. Orucu anlatırken genellikle; "Oruç aç kalmak değildir" diyorlar. Aksine ben diyorum ki; oruç aç kalmaktır. İnsanlar buradan bilgi çıkartamayınca orucun başka fonksiyonlarına yöneliyorlar. Örneğin; "Oruç ahlaklı olmaktır, Allah'ı tesbih etmektir" gibi söylemlerle karşılaşıyoruz. Bu durum ise bizi kutsal bir ay kavramına ulaştırıyor. Böylece Ramazan'da daha dindarız gibi bir sonuç çıkıyor karşımıza. Müslümanlık sadece bir aya indirgeniyor. Oruçlu iken yapılan eylemlerden farklı bir durumdur oruç ibadeti. Benim kanaatime göre Müslümanlar oruçlu iken yapılanları düşünerek oruçlu olmanın anlamını kaybettiler. Oruç ibadetini yerine getirirken aslında zihnimiz düşünmeye daha müsait bir durumda oluyor. Mesela daha sakin, sabırlı, ahlaklı oluyoruz. İyi de Müslüman'ın her zaman böyle olması gerekmiyor mu? Hülasa tarifimizi şu şekilde yapmak zorundayız: Oruç aç kalmaktır.

Türklerin oruca fazlasıyla önem vermesinin altında yatan bir sebep var mı?

Bu konunun din sosyolojisiyle alakalı bir durum olduğunu düşünüyorum. Bütün toplumlar, şeriatın kendilerine sunduğu yahut emrettiği şeyi, bir süreçten geçirerek kendi hayat pratikleriyle başka bir noktaya taşır. Mesela Türkiye'de namaz konusunda teravih namazının daha önemli bir hâl aldığını görürüz fakat teravih üzerine çok konuşulmasından insanlar bunaldı ve teravih yerine kafelere gitmeye başladı. Bu durumun da büyük bir yanlışlık olduğunu belirteyim. Cuma ve bayram namazları da daha önemli görülür toplumumuzda. Bunun sebebi ise bayram namazlarının senede iki kere olmasıdır. Bahsi geçen bu durumda kişiler vakit namazlarını kılmıyorum/kılamıyorum ama en azından bayram namazını kılayım diye bir düşünceye giriyor. Kişi kendince namazdan nasibini böyle arıyor.

Ramazan ayında karşılaştığımız bir sorun da 11 ayın yükünü tek bir aya yükleme çabasıdır. Kabul edelim ki bu geleneksel bir tutum, kesinlikle dini bir tutum değildir. Bu konuyu anlamak için gelenek ve din ilişkisine bakmak lazım. Ben gelenek ve dinin her zaman uyum içinde olduğuna inanmayanlardanım. Bilakis geleneğin çatışma ve rol kapma çabası içinde olduğunu düşünenlerdenim. Böylece gelenek, dinden rol çalarken de dini araçsallaştırıp onu bir bastona çevirebiliyor.


Dini, dinin kendisinden çok gelenekten öğreniyoruz sanki. Bunu mu demek istiyorsunuz biraz da?

Öyle de denilebilir. Ölçü olarak namaz ve oruç ibadetlerine bakmalıyız. İslam'da tartışmasız bir şekilde bütün sistem namaz üzerine kuruludur. Oruç ise mazereti kolay kabul edilebilen bir ibadettir. Namazda asla mazeret kabul edilmez. Şuur var ise fiziksel yetersizlik dahi namazı engelleyemez. Denize düşmüş olan bir kişi sandala tutunarak namazını kılabileceği gibi felç olan bir kişi de ima ile namazını kılabilir. Oruç ibadetinde ise böyle bir durum söz konusu değil. Mazeretler, yani oruç tutulamamasına dair sebepler şeriat tarafından çok kolay kabul edilebiliyor. Bunun sebebi ise ibadetlerde bir sıralama olmasından. Namaz ibadetlerin merkezi iken oruç daha özel bir ibadet olarak konumlandırılmış.

İbadetin en makbul olanının ihsan ile edilen ibadet olduğu söylenir. Peki, orucu ihsan ile nasıl tutacağız?

Emin Işık hocanın anlattığı bir hikâye ile cevaplamaya çalışayım bu sorunuzu. Esnaf Hastanesi'nin orada bir caminin müezzini varmış. O zamanlar ölüleri imamlar ve müezzinler yıkıyormuş. Emin hoca bir gün müezzine; "Abi sende bir hal var, sırrı nedir söyleyiver" demiş. Müezzin, ilk başta inkâr etse de Emin hoca üsteleyince şu cevabı vermiş: "Gelen ölü sarhoş muydu, zengin miydi, fakir miydi hiç bakmam. Allah'ın emaneti geldi derim. Yıkar temizler Allah'a gönderirim. Halim bundan ibarettir." Emin hoca bu hikâyeyi ihsan örneği olarak anlatırdı bize.

Allah'ı görür gibi iş yapma hali yani.

Aynen öyle. Bir insan, hayatındaki herhangi bir işi hiç ayrım yapmadan, menfaat gütmeden yapabiliyorsa ihlasa daha yakın demektir. Oruç da ihlas şartı en kolay tahakkuk edilecek ibadettir. Çünkü orucu kimsenin bilmesi gerekmiyor. Biz Ramazan'da kategorik olarak oruçlu olunduğunu düşünüyoruz ama kimsenin oruçlu olduğumuzu bilmesi gerekmiyor aslında.

Orucun insanda yarattığı bir sükûnet hali var. İçinde yaşadığımız modern hayat ise bizi aşırı bir hıza ve hazza maruz bırakıyor. Orucu, insanı bu hız ve haz girdabından kurtaran bir ibadet olarak da değerlendirebilir miyiz?

Tabii ki. Hayat bizi araçsallaştırıyor. Örneğin kullandığımız araç-gereçlerin karşısında biz yerimizi kaybediyor, nesneleşiyoruz. Özne ise kullandığımız o araçlar oluyor. Hâlbuki biz, oruç tutarak maruz kaldığımız o hayatın dışına çıkıyoruz. Özgürleşme dediğim şey de burası ile ilgili esasen. Tam yeri gelmişken size bir hikâye anlatayım. Tasavvufta; "İsmi azam (Allah'ın en yüce ismi) nedir" sorusu vardır. Yüz yıllardır bu konuda çeşitli yorumlar yapılmış. Bayezid-i Bistami de bu konunun tartışıldığı bir ortamda bulunuyormuş ve demiş ki; "Allah'ın küçük ismini siz söyleyin ben büyük ismini söyleyeyim." Bistami burada Allah'ın bütün isimlerinin büyük olduğunu vurgulamak istiyor. Bir çarpıcı örnek daha vereyim: Feridüddin Attar'ın bir meczubu vardır. Meczuba da bir gün ismi azam sorulmuştur. Meczup; "İsmi azam ekmektir" demiş. Meczubun böyle demesinin sebebi, herkesin ekmeğin peşinde koşmasından ve Allah'ın kendisini ekmekte gizlediğini düşünmesindendir. Gerçekten de hayat bir ekmek mücadelesidir. Biz Müslümanlar oruç ile hayatın bir ekmek mücadelesi olduğunu reddetmeye çalışıyoruz ama bu kadar oruç süresiyle bu öğrenilir mi? En uzun tuttuğumuz zaman 18 saat oruç tutuyoruz. 18 saat yeter mi öğrenmeye?

Peki, az bir süre mi bu?

Buna iki şekilde bakmak lazım; oruç ortalama bir insan için zor, elit bir insan için az bir ibadettir. Mesela Hindistan'da altı ay aç kalan bir adam için oruç kolay bir ibadettir hatta ibadet bile değildir fakat geniş kesimler için oruç zor bir ibadettir çünkü sürekli yeme-içmeye, atıştırmaya alışmıştır onlar. İslam oruçta süreyi uzatmayı önemli görmedi. Yani üç gün oruç tutmamız gerekmiyor. Mesela ilk zamanlarda Müslümanların bir kısmı iki gün aç kalarak visal orucu tutmak istemişler. Peygamber Efendimiz bunu uygun görmemiş çünkü İslam'ın orucunda esas meseleyi nicelik değil nitelik oluşturuyor. Eğer 18 saatte meseleyi doğru anlarsak, bu ibadetin niçin farz kılındığını, bizim yemeye ve çoğalmaya bağımlı olmadığımızı idrak edebilirsek 18 saat de yeter. Bir ayet-i kerimede; "İnsanları kılık kıyafetlerine, durumlarına, jest mimiklerine bakarak tartanlara yazıklar olsun" buyuruyor Cenab-ı Hak. Yani herhangi birine sosyal sınıfına göre saygı gösterenlerden bahsediyor. Bunların kim olduğunu ve vasıflarını tasvir ederken diyor ki; "Mal topluyor ve onu sayıyor, zanneder ki malı onu ebedi kılacak." Burada orucun ne demek olduğunu da buluyoruz aslında.

Nasıl buluyoruz?

Şöyle ki; Arap toplumunda insanın gücü, malından ve neslinden geliyordu. Aslında neslimiz çok yüce gayelerle ortaya çıkmıyor, neslimizin varlık sebebi bize güç, asker olmasından ibaret. İslam bunun önüne geçiyor. Yani bizim bekamız, çocuklarımız değildir. Dünyaya üremek için gelmedik. O Cenab-ı Hakk'ın bize yüklediği başka bir görevdir. İkincisi ise; biz buraya ekmek yemeye gelmedik, dünyaya başka bir gaye için geldik. Dünyaya gelişimiz insan olmak içindir, oruç ibadeti de bunun için var.

Burada bir parantez açayım. Hani dediniz ya İslam bize çoluk çocuğumuz için gelmediğimizi öğretiyor diye… Hz. İbrahim'in kurban hadisesi de bunu anlatmaya çalışmıyor mu bize?

Söylediğiniz doğru ama o kıssanın iki yönü var, kıssa sadece baba-oğul değil, oğul-Allah, baba- Allah kıssasıdır. Hz. İbrahim kıssası Türkiye'de yanlış anlatılır biraz. Bu kıssada dikkatimizi hep baba-oğul çekiyor. Hâlbuki oradaki doğru ilişki Hz. İsmail'in şu sözünde saklı; "Rabbin ne emrettiyse onu yap, beni teslim olmuş bulacaksın." Cümle budur, İsmail babasına teslim olmuyor, Allah'a teslim oluyor. Babama canım feda demiyor. Hz. İbrahim de gözü yaşlı bir baba değil. Bakın Hz. Yusuf kıssası da böyledir. Bu kıssa sanki Yusuf ile Züleyha ve Yusuf ile kardeşlerinin ilişkisi gibi anlatılır. Hâlbuki oradaki bütün ilişki aslında Allah iledir. Yakup ve Yusuf arasındaki ilişki de, baba-oğul arasındaki ilişki değil babanın Allah ile ilişkisi ve Yusuf'un Allah ile ilişkisidir. Yani ilişkilerin zemininde, odağında hep Allah vardır.

Yani Yusuf kendi içine düştü, kuyuya düşmedi diyorsunuz?

Tabii. Yusuf en sonunda onu söylüyor zaten. Rabbim rüyamı hak çıkardı diyor. Neydi o rüya? Benim Allah'ı tanımamdı. Mevzu, kardeşler yahut Züleyha değil. Biz hayatı okur gibi Yusuf hikâyesini okuyunca Yusuf ve Züleyha dikkatimizi çekiyor yahut İbrahim ve İsmail çekiyor.

Oruç ve Ramazan'dan konuştuk. Bir de Kadir Gecesi var. Kadir Gecesi'ni bin aydan daha hayırlı kılan şey nedir?

Kuran-ı Kerim ve Allah'tır. Bakın, Kadir Gecesi bir ahlak terimidir. Kadir; kıymet demektir, ayet-i kerime de diyor ki; "Allah'ı hakkıyla takdir edemediler." Bu, kimse Allah'ın kıymetini bilemedi demek. Biz bunu çoğaltabiliriz, Kuran-ı Kerim'i de, Peygamberimizi de hakkıyla takdir edemedik. Hayatı da öyle ama hepsinin temelinde insan kendini takdir edemedi. Kendi kıymetini anlayamadı. Şimdi kendi kıymetimizi yeme-içme çoğalma ile ölçüyoruz. Ne kadar kazandığımızla ölçüyoruz. Kadir Gecesi insanın kendi kıymetini idrak ettiği gecedir çünkü Allah kıymetli, zaman kıymetli, Kuran kıymetli, hayat kıymetli, Peygamber kıymetli… Kıymetini bilmeyen tek kişi, insanın kendisi. Kadir Gecesi insanın kıymetini tahakkuk ettiği gecedir. O kıymet nedir? Ayet-i kerimede diyor ki: "Dualarınız olmasa Rabbim size niye kıymet versin?" Kıymet kişinin Allah'la irtibatıdır. Bunu idrak ettiğimiz geceye Kadir Gecesi denir. Onun için "bin aydan daha hayırlıdır" diyor ayette.

Her Ramazan ortaya çıkan oruçsuzlara hoşgörü konusu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şimdi pek olmasa da, Türkiye'de 90'lı yıllarda çok olurdu bu tartışma. Oruçludan beklenen oruçsuzlara hoşgörü diye bir şey vardı ve medya çok abartırdı. Eski Maltepe'de yahut Üsküdar'da 1980'lerde dinlediğim yaşlı kişiler vardı. 1920'lere hatta daha öncesine şahitlik etmişler. Şunu anlatırlardı: Eski Ermenilerin, Rumların olduğu İstanbul kültüründe Müslümanların orucuna saygı gösterilirdi. Mesela Hıristiyan bir çocuk Müslümanların yanında yemek yediğinde ailesi tarafından uyarılırdı. 1930'larda gayrimüslimler bu saygıya sahipti. Aralarında oruç tutanlar bile varmış Müslümanlar o saatte yemiyorlar diye. Şimdi Türkiye'de bu saygı ortamı ideolojik biçimde bozuldu ve "oruçsuza saygı" diye bir şey çıktı ortaya. Oruçsuza zaten tolerans vardır İslam'da. Eğer o kültür bozulmasaydı biz bugün annesi tarafından ikaz edilen Ermeni çocuğu konuşacaktık.




Ekrem Demirli Kimdir?

Rize'nin İkizdere ilçesinde doğdu. 1988 yılında Üsküdar İmam Hatip Lisesi'nden, 1993 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1993'te Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde tasavvuf alanında yüksek lisansa başladı ve aynı yıl enstitüye araştırma görevlisi olarak atandı. 1995'te Abdullah İlahi'nin Keşfü'l-Varidat'ı adlı teziyle yüksek lisansını tamamladı. 2003'te aynı enstitüde Sadreddin Konevi'de Marifet ve Vücûd adlı teziyle tasavvuf doktoru oldu. Çalışmalarını ağırlıklı olarak iki alanda sürdürmektedir: Birincisi Konevi şarihleri, ikincisi ise İbni Arabi. Ekrem Demirli'nin Sadreddin Konevi, Abdürrezzak Kaşani, İbni Sina ve İbni Arabi'den çevirileri, dergilerde yayınlanmış makaleleri ve ulusal ve uluslararası sempozyumlarda sunulmuş tebliğleri bulunmaktadır. Demirli, halen İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde profesör olarak görevine devam etmektedir.

BİZE ULAŞIN