Güven Adıgüzel: Ruhlarımız geride kalırken; daha hızlı, daha öfkeli

Ruhlarımız geride kalırken; daha hızlı, daha öfkeli
Giriş Tarihi: 20.06.2018 17:46 Son Güncelleme: 20.06.2018 17:46
Ölmeden önce izlenecek filmler, kör olmadan önce okunacak kitaplar ve yaşlanmadan evvel gezilecek şehirler listesi, insanı ne yaparsa yapsın, sürekli eksik kaldığı düşüncesine sevk eden stres haritalarına dönüşmüş durumda. "Ama ölüm, daha hızlı yaşayan bir arkadaştır aramızda. Bu 'hız'ın çocukları, kendilerinden daha hızlı yaşayan ölüme bir gün ve sırayla veya toptan yenilecekler mi, yenilmeyecekler mi? Ölüm denetliyor buraları. Sonu? Toprak altı sorunu, toprak üstü sorunu, ölüm öncesi ve sonrası sorunu, A'râf sorunu, oldukça düzenli insan yiyen ve insan kusan, köstebek yuvaları gibi insanı tedirgin eden Paris metrosu ile çözümlenemez." Nuri Pakdil

Belki de en ciddi yerden başlamak lazım, dümdüz söyleyelim o halde; insanın yeryüzüne gönderilmesi bahsi, ölümün de hükmünü içeren bir hikâyedir. Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türü olarak insanın uzun hikâyesi, bu bağlamda nasıl yaşanırsa yaşansın hep yarım kalacak bir anlama açılacaktır. Hırsın toprağa karışacak bir zehir olduğunu bilir aslında insan ama yine de o zehri tatma arzusuyla baş etmekte zorlanır. El hak, insan kısmı ölümlüdür. Ölüm duygusu, yaşamaya engel bir afiyet kaçırıcı değil, bilakis yaşamayı onurlandıran/anlamlandıran soylu bir neşenin adıdır. Kadim zamanlarda bu soylu neşenin kıymeti bilinerek hayatla daha sağlıklı bir ilişki kurulurdu elbette. Evet, ölümün de kıymeti bilinir. Ama işte gün geldi, akrep yelkovanı soktu ve zembereği boşaldı yaşadığımız zamanın. Biz de buna şahidiz. Dünya artık eski dünya değil, hatta galiba "ölümlü dünya" bile değil. Ölümün, suhuletle hayatın ağırlık merkezine oturtulduğu zamanlardan, onu ivedilikle çizgi dışına çıkarma telaşıyla yaşadığımız zamanlara uzanan bu yolun da bize söyleyecekleri vardır mutlaka.

Şurada anlaşalım, modern insan (yani basbayağı biz) ölümü düşünerek vakit kaybetmek, daha doğrusu ağzının tadını kaçırmak istemiyor. Ölümü, ölümüne unutmak istiyor. Hız limitlerine ulaştığımız 21'inci yüzyıl, bu bakımdan kendi zorunu daha geniş alanlara dayatan bir çağ. Teknik (bilim-teknoloji) olarak elde edilen hız, aynı zamanda bir felsefe olarak da kendine yurt tutmayı başardı çünkü. Hızlanarak elde edilen kazanımların, görmeyi/ duymayı bulanıklaştırmak ve yapay bir yaşama şehvetiyle insanı anlamdan uzaklaştırmak gibi yan etkilere sahip olması mühim belki ama nihayetinde hükümsüz. Hızın unutturmak gibi hayatı kolaylaştıran devasa bir işlevi var. Yavaşlamayı tercih etmek, hayatın kendisinden korkmayanların yapabileceği bir şey, oldukça cesur bir eylem yani. Ama insan korkularına esir olmayı, cesur olmaya tercih ediyor. Ölümü unutmak, yaşamak fikrini kâğıt üzerinde cazip hale getirip, kolaylaştırıyor, burası doğru. Milan Kundera'nın "Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır" dediği yerde, hatırlamayı tercih edecek kadar insan kalmaya mecburuz aslında. Bu mecburiyetler hayatın en gerçek tanımlarıdır.

Modern zamanlar dediğimiz bu kaygan zemin, insanın hayatın akışıyla kurduğu ilişkiyi yine onun (lehine) isteğiyle düzenleyen doğal ayartıcılar bütünüdür. İnsan bu bütünün bir parçasıyken elbette mutlu görünür. Dozunda alınan zehir, anlık mutluluklar vaat eder çünkü. Hız, doyumsuzluğu hiç durmadan tetikleyen bir anlama sahiptir oysa. Hız çağında, artık erişmek/ulaşmak bahsi "kolay" parolasıyla her an karşımızda. Bu kolaylık konforu, aslında yaşamın kendisini bizatihi daha yorucu bir meşguliyet alanına dönüştürüyor. Tecrübe edilen her şey hız tuzağıyla kalbi zora sokan bir anlama bağlandıkça, insan olmanın vasıflarıyla birlikte, insan kalabilmenin imkânları da daralıyor çünkü. Tedavisi epeydir tartışılan teşhisin adı belli; modern insan mutsuz. Evet, fena halde mutsuz hem de. Hız çağının insanları, uzun bir gerginliğin ve kanıksanmış bir mutsuzluğun içinde, sürekli bir geç kalma korkusu ve hep yeni bir şeyi kaçırma telaşıyla, arkalarından koşturan atlılarla savaşarak yaşamaya çalışıyor. Bu savaş, mağlupların daha da mağlup olacağı bir simülasyon aslında.

Hız uçurumundan yavaşlık ovasına!

Hız, gerçeği bozan bir içeriğe sahiptir. Bir tren camının ardında seyredilen görüntünün tren hızlandıkça berraklığını kaybetmesi gibi gerçek de hız karşısında değer kaybına uğrar. Bütünüyle anlamını yitirmese de, ruhu/manası bulanıklaşır. İnsan hız uçurumundan yavaşlık ovasına doğru gitmenin yollarını aramaya yani yavaşlamaya mecbur. Son 10 yılın Cittaslow (yavaş şehirler) ve slow food (yavaş yeme) gibi popüler akımları da yavaşlamayı teklif ediyor dünyaya. Topyekûn bir karantina gibi. Bir örnek olarak Cittaslow'un teklif ettiği yavaşlama, vahşi kent yaşamından kaçmanın sembolü olarak küreselleşme karşıtı şehircilik açısından başarılı bir proje olsa da, bütünüyle insanı değil, pratik olarak hayatı, son tahlilde hazzı merkezine alan bir felsefeye sahip. Cittaslow fikrinin, kaosun ortasından sakinliğe çağrılan hazzın/konforun yeniden tanımlanmasını da içerdiğini söylemeliyiz. Yerelliğini koruyan popüler bir turizm destinasyonu olmak kötü bir fikir değil şüphesiz ama insanı dönüştüren o yavaşlık teklifi -mekândan bağımsız değilse bile- daha derin bir kavrayışla müsemma.

Sınırlı bir ömrün sahibi olarak sınırsız bir yapılacaklar listesine talip olmanın sonu; yorulmuş, çölleşmiş ve yıpranmış bir bedenin içinde gezinen; gergin, mutsuz ve tatminsiz bir ruha sahip olmaktan başkası değildir. Ölmeden önce izlenecek filmler, kör olmadan önce okunacak kitaplar ve yaşlanmadan evvel gezilecek şehirler listeleri, insanı ne yaparsa yapsın, sürekli eksik kaldığı/kalacağı düşüncesine sevk eden stres haritalarına dönüşmüş durumda. Şurası kesin; nihai amaca kolayca ulaşmanın maliyeti, yolculuğun kendisini devreden çıkardığı için beraberinde derin bir tatminsizlik getirecektir, bundan kaçış yok. Tabi yanında belirsizlik hissi adındaki o meşhur hediyesiyle. Bir özet denemesi olarak; sözgelimi, yüksek hızlı tren ile hızlı okuma tekniği çıkış noktası itibariyle aynı şeyi söyler aslında.

Zamanın kapıları

Le Corbusier olarak tanınan İsviçre asıllı Fransız mimar Charles-Edouard Jeanneret'in; "Bir bahçeniz olsun. Ve mutlaka yaprak döken ağaçlar dikin. Böylece zamanın geçtiğini daha iyi anlarsınız" derken yaptığı güzel teklifi, basitliğin zarafetiyle anlamak elzem. Zamanın geçtiğini anlamak bahsi, bize zamanın varlığına kılıç sallamayı değil, onu usulüyle sindirmeyi ve ona tabi olmayı öğütler. Elbette zamanı kovalamayı değil, içindeki manayı yaşamayı, yine ânı yakalamayı değil, suhuletle idrak etmeyi söyler. Buradan zamanın ilmine ve "ibnü'l-vakt" olmaya uzanan binlerce kapı vardır. O kapılar da zamansızdır üstelik.

Batı'nın çizgisel zamanına karşılık Doğu'nun döngüsel zamanı… Doğu'da döngüsel olan, yani tarihin içinde, çok katmanlı, birbirini tamamlayan, sürekli iki yönde eş zamanlı akan, bittiği yerde başlayan, başladığı yerde biten ve hep geçmiş-gelecek sarmalında yürüyen zaman. Zamanın oğlu olmayı anlatan Japon yönetmen Takeshi Kitano'nun sinema-zaman ilişkisine dair şu sözleri önemli: "Bir Hollywood filminde eğer 10 saniyeden fazla sessiz kalınırsa bu sıkıntı, huzursuzluk demektir. Hâlbuki Asya'da zamana karşı daha doğal, daha sağlıklı bir yaklaşım vardır." Hızla iğdiş edilmiş, Hollywood ortalaması denilen bir tempoya/anlatıya alıştırılmış zihinlerin, yavaşlığı huzursuzlukla eşdeğer tutması pek şaşırtıcı değil. Modern hayat dediğimiz kaos fabrikası, bütün ruhuyla Hollywood'a müşteri/seyirci yetiştiriyor zaten. Nuri Bilge Ceylan, "Ben yavaş değilim, onlar çok hızlı" derken ne kadar haksız olabilir?

Aşırı hız ve dikkatsizlikle örülü hayatlarımıza gün doğumundan gün batımına kadar geniş sükûnet lazım. Birkaç farklı şekilde anlatılan şu meşhur Kızılderili hikâyesindeki bilgelik hepimize yeter mi? Neden olmasın; "Meksika'daki İnka tapınaklarına çıkmak için yerli rehberlerle (Kızılderili) yola koyulan bir grup Avrupalı arkeolog, biraz yol aldıktan sonra, yerli rehberlerin hep birlikte yere oturup beklediklerini görseler de buna hiçbir anlam veremezler. Yolculuk sonunda arkeologlardan biri, yaşlı rehbere, 'Hiç anlayamadım, niye yolculuğun ortasına öylece yere oturup saatlerce yok yere bekledik?' sorusunu yöneltince ondan dünyanın sırrını içeren şu cevabı alır; "Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik."

Doğu'da zaman döngüseldir. Bizler daha hızlı ve daha öfkeli hayatlarımıza eşlik eden reflülü midelerimizle camilerden koşarak çıkarken mesela Kazakistan'dan yürüyerek hacca gitmek üzere bir kafile daha yola çıkabilir. Ve dalgınlığa ve dalgınlara hiç yer kalmayan bu çağda, paradigmaya kafa tutan o simitçi gibi dalgın dalgın düşünenler oldukça, ruhlarımız bize mutlaka yetişecektir.
BİZE ULAŞIN