Zeynep Temizer Atalar: Hızlı Fakat Boş Çocuklar

Hızlı Fakat Boş Çocuklar
Giriş Tarihi: 20.6.2018 17:19 Son Güncelleme: 20.6.2018 17:20
“İstiyorum, o halde benim olmalı” anlayışına sahip olup bu süreçte bize eşlik eden çocuklarımızı da bu beklentiyle yetiştirdiğimizde, hızlı hareket eden ama içi boş bir nesle zemin hazırlamış oluruz. "Nasılsın" sorusuna büyük bir oranda "çok yoğunum" şeklinde cevap verildiği bir zamanda yaşıyoruz. Yemeğimizi hızlı yiyor, bir günde üç-beş işi hallediyor, haftalık programlarımızı bir önceki haftada hatta ayda belirliyoruz. Bazen öyle anlar geliyor ki neyi neden yaptığımızın farkında bile olmuyoruz. Bir sebepten gerekli olduğunu düşündüğümüz o işi yapıp sonra diğer adıma geçiyoruz ve çocuklarımız da içinde bulunduğumuz bu koşuşturmacanın bir parçası olarak bize eşlik ediyorlar.

Bu durumu içinde bulunduğumuz zamanın bir gerçeği olarak kabul etmemiz mümkün. Şartlar, daha hızlı bir tüketimi de beraberinde getiriyor olabilir. Peki, ne yaptığımız yahut nasıl bir hızda yaptığımız dışında, bu eylemimizi "neden" yaptığımız konusunda ne kadar düşünüyoruz?

Gerek çevrenin gerekse sosyal medyanın etkisiyle çocuklar için birçok aktivite oluşturuluyor. Çocuklar anneleri eşliğinde bir atölye çalışmasından çıkıp başka bir etkinliğe doğru koşturuyorlar. Birçok oyuncak, eğitim materyali yahut düzenlenen programlar sürekli bir boşluk, bir eksiklik varmış da o dolduruluyormuş gibi hazırlanıyor çünkü yeni nesil anneler, çocuklarını her yönden desteklemeyi ve mükemmel çocuklar yetiştirmeyi oldukça önemsiyorlar. Onlar, anne olarak kendilerini "eksiksiz" hissetmek için zorlarken, çocuklar "doyumsuz" hale gelmeye başlıyorlar.

Aslında insan denen varlığın varoluş süreci mutlak doyum deneyimiyle başlıyor. Annesinin karnında son derece güvenli ve konforlu bir alanda gelişiyor bebek. Karnının doyması için herhangi bir talebi dile getirmesine gerek olmuyor. Kordonu sayesinde zaten tok. Doğum, bu mutlak doyumun ilk kırılma noktası oluyor. Ciğerlerine dolan oksijen, onun hem ilk acısı hem de hayatının yeni dönemindeki en önemli ihtiyacı haline geliyor.

Bu kırılmanın bir sonucu olarak insan yavrusu, bağımlı olarak doğuyor. Beslenebilmesi için annesinin memesini kendisine getirmesi gerekiyor. Gerçi son dönemde giderek artan doula -doğum psikoloğu- eğitimlerinde bebeğin doğumdan sonra annesinin göğsüne yatırılması ve ona biraz zaman tanınması durumunda, annesinin memesini bulabileceği bilgisi veriliyor fakat yine de birilerinin o bebeği, annesinin göğsüne yatırma şartı hâlâ baki. Dolayısıyla yeni doğan insan yavrusu güçsüz, aciz ve çaresiz oluyor. Bu da onu, besleyen, temizleyen ve seven annesine bağımlı kılıyor.

Haz ile gerçeklik arasındaki çocuklar

Bu süreci kısaca özetlersek; mutlak doyumdan, dünyanın gerçeklerine geçiş yaparak büyümeye devam ediyoruz. Böyle özetlemiş olsak da bunu gerçekten idrak ederek yaşamak çok mümkün olmuyor zira bir tarafımız, o alışık olduğumuz doyumu aramaya devam ediyor. O tarafımız sürekli arzu ettiği ne varsa ona sahip olup doyuma ulaşmanın peşindeyken diğer tarafımız; "Dur bakalım, bu istediğin ne kadar gerçek, buna sahip olabilmen ne kadar mümkün" deyip duruyor ve biz bu çatışmalı hal içinden birini seçerek yaşamımızı ona göre sürdürüyoruz. Belki de bu yüzden her işi yapmak, her yere yetişmek, beğendiğimiz her parçaya sahip olmak için çabalayıp durmaya, düşünmeye, eksikliğe ve kusura tahammül etmekte zorlanıyoruz.

İnsanın yaşadığı bu çatışma hali üzerine düşünen, makaleler yazan birçok kuramcı var. En çok bilinenlerden biri olan Freud, insanın ruhsal yaşamında sahip olduğu bu karmaşık duruma 1911 yılında yazdığı "Ruhsal İşleyişin İki İlkesi Üzerine Açıklamalar" başlıklı makalesinde yer veriyor. Freud benliğin gelişiminde "hoşnutluk-haz ilkesi ve gerçeklik ilkesi"nin oldukça önemli bir yere sahip olduğunu ifade ediyor. Ona göre davranışlarımız önce haz almaya odaklı bir halde olurken bu durum gelişimin ilerleyen dönemlerinde giderek gerçekliğin kabulüne doğru geçer ve hayat, bu gerçekliğe boyun eğip eğmemek üzerinde yaşanan çatışmayla devam eder.

Bu durumu insanın gelişim süreci içinde de görebiliyoruz. Bebekler doğumlarını izleyen ilk yıllarda haz ilkesine göre hareket ediyor. Karınlarını doyurmak, kendilerini rahat hissettikleri düzenin devamını talep etmek öncelikli hedefleri oluyor. Kurallardan ya da toplumsal düzenin beklentilerinden pek anlayamıyorlar. İlk 4-6 ayda onların bu ihtiyaçlarına olabildiğince cevap vermek oldukça önemli oluyor fakat üç yaş dönemiyle birlikte, her istediklerini elde edemeyeceklerini, bazı kurallara uymak zorunda olduklarını öğrenmeye başlıyorlar.

Bu süreci öğrenmeye başlamak, yani gerçeklik ilkesine doğru gelişmek, karşımıza düşünce ve dilin gelişimini de çıkarıyor. Mesela bir bebeğin annesini istediğini varsayalım. Bebek önce ağlayarak annesini çağırıyor çünkü onu istiyor (haz ilkesi) fakat ağladığı halde annesi gelmiyor (gerçeklik ilkesi). Bunun sonucunda küçük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Yaşadığı bu hayal kırıklığı, bebeği, annesinin yokluğunda annesini "düşünmeye" sevk ediyor. Nasıl bir yüzü vardı? Ona hangi ses tonuyla seslenirdi? Onu nasıl kucaklardı? Nasıl kokardı? Bebek bütün bu tasarımları düşünerek annesini, o gelene kadar, zihninde canlandırmaya ve bu şekilde yokluğuna tahammül etmeye çalışıyor. Bu tahammülün sonunda annesiyle kavuşması hem güven ilişkisini oluşturuyor hem de bir sonraki yokluk için düşünme, yaratıcılık, hayal gücü, problem çözme ve kendi kendini sakinleştirebilme becerilerini güçlendiriyor.

Dengeyi sağlamak için durmaya ihtiyacımız var​

Düşüncenin gelişimi sembolleri ve bu sembollerin ifade biçimi olan dilin gelişimini de beraberinde getiriyor. Bu sayede problem çözme, yaratıcı düşünme, hazzı erteleme, ayrışma ve bireyleşme gibi kavramların ilk tohumları da atılmaya başlanıyor. Annenin uzun süreli ayrılıkları olmadığı ve dönüşlerinde bebeği sevgiyle, şefkatle, keyifle karşıladığı müddetçe bebekteki bu gelişim süreci de sağlıkla işlemeye devam ediyor.

Bu ayrılma ve tekrar buluşma deneyimi, çocukta belli oranda ruhsal dayanıklılığı da beraberinde getiriyor. Anneden kısa süreli ayrılıklar, çocuğun onun yokluğuna tahammül etmesi, sonrasında istediği bir oyuncağın yokluğuna, yapmak istediği bir davranışın engellenmesi gibi durumlara da tahammülü kolaylaştırıyor. Kısaca, sadece kendi arzusuna göre hareket etmek isterken gerçeklerle karşılaşıp çevresindeki ötekilere göre yeni bir düşünce biçimi geliştirmeyi keşfediyor.

Bunu keşfedebilmesi için çevresindeki yetişkinlerin ona bu konuda rehberlik etmesi, onun düşünmesini sağlaması önemlidir. Mesela iki yaşlarındaki bir çocuk bir yerlere tırmanmak ve oradan atlamak isteyebilir. Bunun tamamen engellenmesi çocukta başarısızlık duygusu oluşturur fakat çok yükseğe tırmanmasının güvenli olmadığının söylenmesi, bunun yerine bu ihtiyacını nasıl karşılayabileceği üzerine "durup düşünmek", çocuk için de oldukça geliştirici olur. Bunun yerine dört-beş yaşlarına gelmiş olsa bile her istediği anında elinde oluyorsa, istediği zaman istediği hareketi yapmakta sonsuz bir özgürlük alanı olduğunu hissediyorsa, bütün düzen sadece çocuğun arzularına göre ayarlanıyor ve kuralları o koyuyorsa durmayı, düşünmeyi, eksiklerin de olabileceğini ve bu eksiklerle yaşayarak mutlu olunabileceğini öğrenemez. Bunun tam tersi bir sistem de çocukta benzer bir düşünme yapısı geliştirebilir. Yani sürekli engellenen, etrafın her zaman çok tehlikeli olduğu anlatılan, "düşersin, canın acır, aman sakın" telkinleriyle büyüyen çocuk da kendi başına hareket edebilme sorumluluğunu alamaz.

Sonsuz bir güce sahip olduğunu yahut hiçbir gücü olmadığını hisseden çocuk düşünmeyi öğrenemez. Bunun sonucunda da okul hayatında ders, ödev, okul disiplini, öğretmen ve anne/baba beklentisi içinde başarısız olur. Hâlbuki biraz eksiklik duygusu, biraz can sıkıntısı, biraz çözüm bulabileceğine dair inanç ve bunun için gerekli çabayı gösterecek cesarete sahip olmak, bir çocuk için huzurlu bir yaşam döngüsünün anahtarı sayılabilir.

Zaman hızlı aksa da, iç dengemizi sağlamak için durmaya ihtiyacımız var çünkü ancak durdukça düşünebilir, düşündükçe hangi eylemi neden yaptığımızı, ihtiyaçlarımızı fark edebilir ve buna göre daha sağlıklı adımlar atabiliriz. Düşünmeden, hızlıca atılan adımlar, beraberinde pişmanlığı, bedensel ve ruhsal yorgunluğu getirir. "İstiyorum o halde benim olmalı" anlayışına sahip olup bu süreçte bize eşlik eden çocuklarımızı da bu beklentiyle yetiştirdiğimizde, hızlı hareket eden ama içi boş bir nesle zemin hazırlamış oluruz.
BİZE ULAŞIN