M. Sena Subaşı: İnsan Hızlanarak Kendi Ölümünden Kaçıyor

İnsan Hızlanarak Kendi Ölümünden Kaçıyor
Giriş Tarihi: 20.6.2018 17:10 Son Güncelleme: 25.6.2018 10:57
Hızın, içinde yaşadığımız zaman diliminde hayatımızın hemen her alanını şekillendiren bir güce sahip olduğu muhakkak. Zira hız, bu çağın en belirleyici bileşeni haline gelmiş durumda. Peki, hızın bu belirleyiciliği karşısında insan, hangi hasletlerini yitiriyor? Yitirdiklerinin farkında olmasına rağmen neden bir türlü yavaşlayamıyor? Bu sürekli telaş hali, insanın varoluş serüveninde ne gibi yarıkların açılmasına sebep oluyor? Bu ve benzeri soruların cevaplarını bulmak için Prof. Dr. Kemal Sayar ile bir röportaj gerçekleştirdik. “İnsanın kendi ölüm bilgisiyle yüzleşmekten kaçındığı için hızlandığını” belirten Sayar, “yolda hızlı yürüyen bir insanın hikâye biriktiremeyeceğini” vurguluyor. İnsanoğlunun karşı konulamaz şekilde "hıza ve hızlı olmaya" zorlandığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Hıza olan bu aşırı teşvikin kökenleri nereye dayanıyor? İnsanoğlu, hıza neden bu kadar önem veriyor artık?

Bunun iletişim araçlarının hızlanması ve yaygınlaşması ile alakası var. İnsanlar bir yüzyıl öncesine kadar aşağı yukarı sabit bir hızda hayatı deneyimlemişlerdi fakat motorlu taşıtların, buharlı trenlerin icadıyla beraber bir yerden bir yere daha hızlı bir şekilde hareket etmeye başladılar. Trenin icadıyla beraber görüntü de muğlaklaşmaya ve hatta grileşmeye başladı. Bütün bunlara bağlı olarak da dünyayı daha hızlı bir şekilde tecrübe edebileceklerini idrak ettiler. İlerleyen zamanlarda kameranın icadıyla görüntülerin hızlı bir şekilde oynatılabildiğini gördüler. İletişimin hızlanması ve internetin hayatımıza girmesi de zihnimizdeki zaman-mekân mefhumunu alt üst etti ve bir zaman sıkışması durumuna maruz kalmaya başladık. Zaman-mekân sıkışması, insanların birbirleriyle ışık hızında iletişim kurmalarını ve çok kolay örgütlenebilmelerini beraberinde getirdi. Bu hız, finans âleminde tercüme edildiğinde artık dünya piyasası her tarafta görünür olmaya ve her yerden işletilmeye başlandı. Bütün bunların sonucunda 7/24 uyanık olunacak bir hayat kurgusu oluşturdular. Gece gündüz birbirine girdi. Geceler suni ışıklarla aydınlatılmaya başladığı zaman akşam yatağına girip sabah ezan sesiyle uyanan insan tipi kayıplara karıştı. Gece yaşayan, uyumayan bir insan tipi ortaya çıktı. Hayat giderek hızlandı, telaşlandı ve hepimiz hayatın arkasında koşturan kişilere dönüştük. Hülasa teknolojinin hayatımıza girmesi, teknolojinin küreselleşmesi ve vakit nakittir anlayışının yaygınlaşması sorunuzun esas cevabıdır diye düşünüyorum.

Hızın hayatımızda bu denli egemen olması modern bir vakıa anladığım kadarıyla.

Zamanın ölçülebilir birimlere ayrılması da yine modern tecrübenin bir sonucu keza fabrika işçilerinin belli bir saatte işe başlaması, belli bir saatte öğle arası vermesi, beli bir saatte de paydos etmesi gerekiyordu. Verimliliği arttırmak için iş düzeniyle ilgili keyfiliğin azaltılması gerekiyordu. Böylece genel zaman mefhumu, ölçülebilir ve parayla değiş tokuş edilebilir birim zamanlara ayrılmış oldu. Ahmet Haşim'in "Müslüman Saati" diye bir makalesi vardır. Her Ramazan'da üç beş defa okurum. Orada; "Geçmiş saatler, hayatı etrafımıza lakayt bırakan dostlardır" der. "Hayatı etrafımıza lakayt bırakmak" sözü beni çok etkiler. Acele ettirmezsin onu, o da seni acele ettirmez. Daha rahat bir iletişimin vardır geçmiş saatlerle, bizim geleneksel saatlerimizle. Oysa modern zaman birimi, vakit nakittir anlayışıyla ve her vaktin tıka basa iktisadi faaliyetlerle doldurulması, nakde dönüştürülmesi anlayışıyla kurgulandı. Günümüz insanlarının ekserisi, ne kadar acele ederlerse o kadar nakit kazanacaklarına şartlandırıldıkları için koşturup duruyorlar.

Sürekli acele etme hali, anın ıskalanmasına ve kendisini geleceğe yönelik kaygılara odaklamış "hastalıklı tiplerin" yaygınlaşmasına da neden oluyor sanki.

Gelenek ile modernitenin en büyük farklarından biri de bu zaten. Geleneksel insanlar, "bölünmemiş, yekpare bir an"da, yaşıyordu. O bölünmemiş, yekpare anda yaşamak insanlara hem geçmişle bir ruh irtibatı kurmaya hem de geleceğin baskısını o kadar hissetmemelerine vesile oluyordu. Eski İstanbul'da insanlar kabristanlara piknik yapmaya gidiyor, kabristanların üzerinde oturup orada zaman geçirebiliyorlardı. Kabristanlar sökülüp şehirlerin dışına atılmıyordu. Mahallelerin camilerinde hazireler olurdu. Hayat, ölülerle birlikte devam ediyordu. Hayatın burada son bulmadığı, ölümle devam ettiği yönünde çok daha geniş bir zaman algısı vardı. Modernite ise hayatın ölümle son bulduğunu, akıp gidecek bir yeri olmadığını, bu hayatı çok hızlı ve en verimli şekilde kullanmamız gerektiğini telkin ediyor bize.

Maruz kaldığımız bu hız ve sürekli koşturma hali, beraberinde düşünceyi de köreltiyor. Hani "durup düşünmek lazım" diye bir sözümüz vardır. Düşünebilmenin yolunun, durmaktan geçtiği söylenir burada bize. Peki, neden duramıyoruz?

Yavaşla adlı kitabımda Milan Kundera'dan bir alıntı yapmıştım. Kundera; "Bir şeyi hatırlamak isteyen insan adımlarını yavaşlatır. Bir şeyi unutmak isteyen insan ise hızlanır" diyordu. Biz bu kadar hızlanarak acaba neyi unutmak istiyoruz? Bu soruyu sormamız lazım. Bence modern insanın ölümle bir meselesi var. Biz ölümün olduğu bir dünyada ölümün farkındalığını yaşamaktan ıstırap duyuyoruz. Ölümü görmek, ölümle karşılaşmak istemiyoruz. Bilmiyorum hatırlıyor musunuz, Zincirlikuyu Mezarlığı'nın girişine "Her canlı ölümü tadacaktır" ayet-i kerimesi yazıldı diye büyük bir tartışma kopmuştu. Bazı insanlar, "Ölümün böyle gözümüze sokulması moralimizi bozuyor" demişlerdi. Aslında bu tepki, modern bilinçteki kırılmayı işaret ediyor. Ölüm, kaçınılmaz bir şey. Her an yanı başımızda. Her gün salâları duyuyoruz. Cenaze araçlarında tabutların taşındığını görüyoruz ama yine de onu görmeden yaşamak istiyoruz çünkü ölüm bize kendi ölümlülüğümüzü hatırlatıyor. İnsan galiba hızlanarak kendi ölümlülüğünden kaçıyor, kendi ölümüyle yüzleşmek istemiyor.

Varoluşunun hakikatinden kaçma değil mi bu aslında?

Elbette. Hız kültürü aynı zamanda tüketim kültürüdür. Hızlanan insan daha çok tüketir. Hız ağrı kesici gibi, morfin gibi bir şey. Ağrıyan taraflarınıza basarsınız ve sizi uyuşturur. Hız günümüzün en büyük uyuşturucularından bir tanesi. İnsanı ölümle birebir karşılaşmaktan, birebir yüzleşmekten alıkoyduğu için de hepimiz ona çok kolay bağımlılık kesbedebiliyoruz. Çok meşgul insanlar aslında kendi içiyle meşgul olmak istemeyen, bundan kaçan insanlardır ve kendilerini hızlı olmakla meşru kılmaya çalışırlar ama dış dünyasını tıka basa dolduran, iç dünyasını yoksul bırakır.

Aklıma işkolikler geldi.

İşkolikler, bir tür narsistlerdir. O kadar kendi işleriyle hemhal olmuşlardır, o kadar işleriyle baştan çıkmışlardır ki kendilerinden başka iç dünyalarında başka insana yer açmazlar. Bir insan, iç dünyasında kendisinin dışında bir şeylere yer açtığı ve başkalarından gelen rolleri, sorumlulukları, hakları üstlenebildiğince kıymetlidir. İçinde sadece işle ilgili rollere yer açan insan, menfaati dışında, dünyevi çıkarları dışında hiçbir yere izin vermiyor, içinde hiçbir şeye yer açmıyor demektir. Bu da bir tür narsisizmdir ve insanın kendisiyle uğraşmasından, asıl yapıcı meselelere cevap vermekten kaçışı anlamına gelir.

Hızın hayatımıza getirdiği olumlu bir taraf yok mu?

Bir enstrümana toptan iyi ya da toptan kötü demek mümkün değil elbette. İnternetin insanları örgütleme kabiliyetinin olumsuz yanlarının dışında bazı olumlu sonuçlara yol açtığına da tanık olduk yakın zamanda. Bu durumun ilk örneklerinden birini, devrimci romantik Zapatistalar tarafından atılan, Meksika Ordusu'nun kendilerini yok etmek üzere olduğuna dair mesajlar oluşturuyor. Bu mesajlar karşısında neredeyse bütün dünya ayaklanmış ve oluşturulan dayanışma sayesinde Zapatistaların toptan imha edilmesinin önüne geçilmişti. Keza deprem, sel gibi doğal felaketlerde de insanların, sosyal medya üzerinden örgütlenerek çok önemli yardım organizasyonları oluşturduğunu görebiliyoruz. Aynı şekilde 15 Temmuz darbe girişiminde de halk, hem sosyal medya üzerinden örgütlenerek hem de televizyon kanallarının açık kalmasından dolayı olan biteni birebir görebilmekten kaynaklanan bir bilinçle çok daha hızlı hareket edebildi ve kanlı darbe girişimini püskürtmeyi başardı. Bu olumlu örnekleri çoğaltmamız mümkün. Hız görüldüğü üzere elbette ki hayra da kullanılabilir fakat bu örnekler, aşırı hızlanmanın insani özümüzden koparıp götürdüğü çok önemli şeyler olduğunu asla unutturmamalı bize.

Nedir bunlar?

Ben hep şunu söylüyorum: Yolda hızlı giden bir insan, hikâye biriktiremez. Bir yolda aylak aylak yürürseniz insanların yüzlerini okursunuz, eşyaları görürsünüz, şehirleri fark edersiniz, hayvanlarla konuşursunuz, köşe başındaki simitçiyle laflarsınız. İnsanlarla ilgili hikâye toplarsınız fakat hızlı gittiğinizde bunların hiçbirini yapamazsınız. Bütün bunlar sizin için görünmez olur, flu yüzler haline gelir. Bir arabanın içinde 100 km hızla giderken gördüğünüz simitçi, sizin için bir saniyelik bir nokta haline gelir ve onun hikâyesi sizin hayatınıza katılmamış olur ve zenginleşemezsiniz. Örneğin bir yere seyyah olarak değil de turist olarak gittiğimiz zaman üç beş tane fotoğraf karesi alır ve yine hikâyelere ortak olmadan geri dönersiniz. Hız bizi yaşamaktan, insan olmaktan alıkoyuyor. Hız bizi etkin ve verimli otomatlara, makine birimlerine dönüştürüyor. Oysa insan olmak paylaşmak demektir. İnsan olmak bir başkasının hikâyesinde ısınmak demektir, bir başkasının hikâyesinin kendi içimizde iyileşmesine izin vermek demektir. Hikâyenin olmadığı yerde insandan nasıl bahsedebiliriz?

Hız, olanca gerçekliğiyle hayatımızda yer alan bir olgu ve istesek de istemesek de hepimizin üzerinde ciddi tesirler oluşturuyor. Modern hayat içerisinde hızın yıkıcı boyutlarından korunacağımız limanları nasıl oluşturacağız?

Ben dindar bir hayatın hızla olan göbek bağımızı kesebileceğini düşünüyorum. Mesela Ramazan ayındayız. Ramazan, yavaşlama ayıdır. İtikâf diye bir ibadet var bilirsiniz. 10 gün dünyayla irtibatı kesiyorsunuz ve kendi içinizde, kendinizi seyrettiğiniz bir murakabeye dalıyorsunuz. İbadet insanın hız dünyasından kendini çekerek kendisiyle karşılaşması ve yaratıcısıyla birebir konuşmasıdır. Namaz kılan bir insan günlük hayatın hayhuyundan kendini çeker, usul usul abdestini alır, Allah'ın karşısında durur ve secde eder. Günlük hayatın hızına, keşmekeşliğine "dur" der. Mesela oruç ibadeti, hayatın olağan akışını aksatmak üzerine kuruludur. Olağan akışına set çekmektir. Dur bakalım, sen her ay hızlı, telaşlı dolaştın, şimdi biraz yavaşla. Vücutlarımız yavaşlıyor, sen de bu yavaş ritme ayak uydur bakalım demektir. İnsanın kendisini bulması ve kendisiyle karşılaşması için, hız treninden atlayıp doğal ritimde yürümesi için bir fırsattır ibadet çünkü ibadet dikkati gerektirir. Yoğun haliyle dikkat, bir tür duadır. Bir felsefecinin deyişiyle; "Bir insan dua edeceği şeye bütün dikkatini verir." Oysa hız kültüründe dikkat sığ, çelimsiz ve oradan oraya seker vaziyettedir. Ona bakarım, şuna bakarım, bir sürü şey hızlıca dikkatimi çeker ama hiçbirinde tam manasıyla derinleşemem.

Hız medeniyetindeki dikkat, çok içgüdüsel aynı zamanda.

Kesinlikle içgüdüseldir. Hepimiz şu anda parça pinçik dikkatlerle yaşıyoruz. Dikkat tacirleri var her tarafta. Bizim dikkatimizi satın alan, dikkatimizi satın alarak bir şeyler satmaya çalışan insanlar var. Televizyon sizden dikkat alır. İnternet sizden dikkat alır. O sırada bir sürü reklam yanar söner. Yolda yürürken duvarlarda, panolarda sürekli reklama maruz kalırsınız. Bütün bunlar size bir şey satmak ister ve hepsi dikkatinizi azar azar yer. Günümüz insanı dikkat fakiri bir insandır. Bunun da içinde yaşadığımız kültürde her şeyin çok hızlı cereyan etmesiyle alakası var. Televizyonlarda bir imge üç saniyeden fazla durmuyor zira insan hemen sıkılmaya başlıyor. Üç saniyede bir imge değiştiği zaman dikkatimizi onun üzerinde tutabiliyoruz. Dikkatimizi iki saatlik bir televizyon programından sonra kitaba vermemiz çok zor oluyor mesela. İnternette çok okumaya alışmışsanız yeniden bir kitabın durağan sayfalarına dönmeniz de keza. Bir çocuk vurdulu kırdılı oyunlara, "playstation"lara yahut başka mahfillere alışmışsa o çocuk için sınıfta oturmak çok zor hale gelebiliyor. Suni bir şekilde hızlandırılmış bir dünyada bir sürü arızaya maruz kalıyoruz. Mesela çocukların beyinleri, ileri derecede aksiyona dönük çalışıyor. Yani çocuklar video oyunlarında gördükleri gibi sürekli hoplamak, zıplamak istiyor ancak bir aksiyon olursa hayattan haz duyuyorlar. "Çok sıkılıyorum" sözünü bugünün çocuklarından çok daha fazla duyuyoruz çünkü kendilerini her an bir aksiyonla tıka basa doldurmak zorunda hissediyorlar.

Neden peki?

Hız, hazzı tetikliyor çünkü. Çocuk oynadığı bilgisayar oyununda hızlıca ateş ettiği zaman puan alıyor. Yeterince hızlı olamazsa puan alamıyor. Çocukların beyinleri sürekli hıza ayarlandığı için gerçek dünyada bir türlü rahat oturamayan hiperaktif çocuklar çoğalıyor. Çok fazla imge ile dolmuş zihinler yüzünden çocukların ruhları çocuk kalıyor ama zihinleri büyük gibi oluyor. Bu yüzden zihin ile ruh arasındaki yarış büyüyor, makas açılıyor.

Yetişkinlerin de, hep bir çocuk kalma gayreti var sanki.

Tabii ki. Zaten bu kültür bir yanda da insanları sürekli ergenlik halinde tutmak istiyor çünkü ergenler daha fazla tüketici oluyor, daha fazla para harcıyorlar. 40 yaşına gelmiş adam da 10 yaşına gelmiş çocuk da ergen gibi davranıyor. Herkesi aynı yaş diliminde tutmak ister gibi bir hal söz konusu.

Ne yapmamız gerekiyor buna karşı?

Kendimizi fişten çekmeye gayret etmemiz ve kendimize hızın sızamadığı zaman oyukları yaratmamız gerekiyor. Cep telefonumuzu kapattığımız, âleme namevcut olduğumuzun mesajını verdiğimiz zamanlarımız olacak. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum çünkü hepimiz, hızın en epitomik ifadesi olan cep telefonu ve internet teknolojisine bağımlı durumdayız artık. Pek çok insan bir süre Whatsapp mesajlarını ve e-postaları kontrol edemezse huzursuzlanıyor. Hepimizde şöyle bir yanılsama oluyor; ya çok önemli bir mesaj geldiyse ve ben kaçırdıysam. Zihinlerimizi meşgul etmenin, dikkatlerimizi istem üzerine tutmanın en kolay aracı oldu bu teknoloji. Cep telefonları ve bilgisayar ekranları bizim için oyuncak artık. Tam bir sarhoşluk halindeyiz. İnsanın iç dünyası için gerekli olan bir şeyleri damıtabilmek, bir şeyi demleyebilmek, bir şeyi derinleştirebilmek için gerekli olan o yoğunlaşmış zamanı kaybediyoruz. "Uzun şimdi"yi kaybediyoruz.

"Uzun şimdi"yle kastetmek istediğiniz nedir?

Uzun şimdi; anın tadını çıkararak, hakkını vererek, idrakine vararak yaşamak demektir. Bir insanla konuşuyorsam onun gözlerinin içine bakarak, onun sesinin tonuna dikkat ederek, onunla bir iletişimin gerektirdiği ne varsa hakkını vererek yaşamak demektir. En çok gördüğümüz şeylerden bir tanesidir; üç beş kişinin bulunduğu bir ortama girdiğimiz zaman herkes ekrana bakıyor. Ekrana bakan insanların, ekran kuşlarının, bu hız kültürünün en büyük mağdurları olduğunu düşünüyorum. Bizi her an, her yerde hazır ve nazır kılan bu hız kültürüne çomak sokmamız lazım. Dijital perhizler yapmayı başarmak zorundayız. Dostlarımıza whatsapp mesajı değil, o kişiye özel, bizim ruhumuzun izlerini taşıyan mektuplar yazmayı başarmamız lazım. Mümkün olduğunca ayaklarımızı kullanarak, bedenimizi hissederek ve bedenimizi bize veren Yaratıcımıza şükrederek gideceğimiz yere gitmek, bizi yavaşlatacak şeylerden bir tanesidir. Ev ve iş arasına duvarlar örebilmek, ev hayatını işten bağımsızlaştırabilmek, 24 saat iş üzere olmamak, sevdiklerimizle birlikteyken iş hayatından uzaklaşmayı başarabilmek, hafta sonlarımızı, dinlenme zamanlarımızı sevdiklerimiz için koruyabilmek yine yavaşlamak için hız kültüründen uzaklaşabilmek için benim temelde söyleyebileceğim şeyler. Fakat bugün hız kültürü, görsel iletişim araçları üzerinden inanılmaz bir şekilde yayılıyor. Bizi bu kadar hıza alıştıran modernlik kültüründe bir köksüzlük var. Kendini bir yere dayayamayış, kendisini bir yerde irtibatlandıramayış var. Hızlandığımız sürece bizim de köksüzleştiğimizi unutmamamız gerekiyor.

Köksüzleştikçe savrulmaya daha müsait hale geliyoruz değil mi?

Richard Sennett'in Karakter Aşınması kitabında örnek verdiği Meksika kökenli bir baba oğul var. Baba, temizlik işçisi, tuvaletleri temizleyerek hayatını kazanıyor fakat çok tutarlı bir adam. Çocuklarını büyütebilmek için bir sürü cefaya katlanmış, bir sürü eziyet çekmiş fakat yine de çocuğunu okutmuş ve çok iyi bir okuldan mezun etmiş. Hayata bakışı çok mutmain ve tutarlı. Diyor ki; "Ben çok zorlukla baş ettim ama hedefime ulaştım". Oğlu ise bir şirkette çok üst düzey bir yönetici. Çok hırslı bir adam. O eyaletten bu eyalete gidiyor. Nereden iyi maaş alıyorsa o şirkete geçiyor. Dolayısıyla hiçbir yere kök salamamış. Babası gibi istikrarlı bir dünya görüşü oluşmamış. Nerede kâr ve menfaat görürse oraya gidiyor ama babası kadar mutlu değil çünkü babasının getirdiği tutarlı hayat anlayışı onda yok. Biri hız kültürünün adamı, diğeri yavaşlama kültürünün adamı. Biri hayatı doğal ritminde yaşayan ve insanların yüzlerce yıldır davalarına, inançlarına sadakat gösteren bir insan. Diğeri ise modern dünyanın hızlanmış ve köksüzleşmiş insanı. Kökleşmek için yavaşlamak lazım. Dikkat ederseniz kâinatta hiçbir şey acele etmez. Güneş acele etmez, yağmur acele etmez. Her şey kendi tabiatında usul usul cereyan eder. Eğer biz hızlanmakta ısrarcı olursak hayat, gözümüzün önünde duran bir sürü sırrını, mucizesini bize açmayacaktır. Bahar geldi, ağaçların yeşilliğini, tomurcuktan dala durmasını ancak yavaşlayan bir insan fark edebilir ama aklı iş projeleriyle dolu olan, oradan oraya koşturan, tabiata bakacak kadar zamanı olmayan bir insan bütün bu çevrimleri fark edemez ve savrulmaya müsait bir hale gelir.

Hızın artmasına bağlı olarak hem zaman hem de mekân algımızda karşı konulamaz bir daralma yaşıyoruz. Algılarımızın maruz kaldığı bu daralma halinden, ruhumuz azade mi peki? Kemal Sayar'ın Yavaşla kitabında yer alan bazı öğütler bu konuda bizlere yardımcı olabilir belki…

01. Sessiz ol. Zihnine bir fırsat ver. İçini genişlet.
02. Bilinçli bir şekilde nefes al ve ver. Aldığın her nefesin farkında ol. Anı genişlet.
03. Tefekkür etmek için vakit ayır. Vakti olgunlaştır.
04. Tek başına sakin zaman geçir. Zamanı genişlet.
05. Düşünce ve fikirlerini bir köşeye yaz. Zihnini genişlet.
06. Çiz, resim yap veya elinle bir şeyler inşa et.
07. Şarkı söyle. Dua oku. Zikret. Ruhunu genişlet.
08. Her yere yürü, yürüyebildiğin kadar yürü. Yürüyerek gidebileceğin her yere yürüyerek git. Ufkunu genişlet.
09. Kendi mahalleni yürüyerek tanı. Evinin etrafındaki insanları, dükkânları, zenginliği fark et. İçini genişlet.
10. Bir yabancıya gülümse. Bu sana hiçbir şeye mâl olmaz ama gününü daha güzel geçirmeni sağlar.
11. Başkalarıyla konuşmak için bir fırsat yarat. Çevreni genişlet.
12. Yanından geçip hiç uğramadığın bir parka veya bir mabede gir. Orada ruhunu dinlendir. Bir mezarlığa git, evvel gidenlere selam ver, onlarla konuş.
13. Kendini doğaya bırak. Tabiatta bir yürüyüş yap, yaprakları eline al, toprağı okşa, bir ağacı sev. O ağacı yeşerteni sev.
14. Süpermarketteki metal arabayı sürmek yerine yerel üreticilerin pazarlarına git ve gıdanı onlarsan temin etmeye çalış. Hoşbeş et, onların hikâyelerine misafir ol.
15. Yediğin her gıdanın hikâyesini merak et. Nereden geldiğini, kim tarafından üretildiğini, hangi emeklerle sana ulaştığını öğren.
16. Giydiğin şey nerede üretiliyor, bu üretim safhasında çocuk işçi çalıştırılıyor mu, emek sömürüsü yapılıyor mu bunlara dikkat et. Bilinci genişlet.
17. Bir şeyi tohumundan başlayarak büyüt. Bir tohum ekmek ve onun daimi bir ihtimam ve beslenme ile büyüdüğünü izlemek, daha yavaş, daha bağlı ve daha sahici bir hayat yaşamanın mükemmel bir analojisidir. Sabrını genişlet.
18. İnfak et. Yoksulları ara, yardım et. Onların sevgisiyle kalbini büyüt. Ülkeni genişlet.
19. Öte diyarlarda zulüm görenler için dua et, eylemde bulun, yüreklerinde acılarını hisset. Dünyanı genişlet.
20. Çayır çimene uzan, göğe bak. Kalbini genişlet.
21. Yârinin, evladının gözlerinin içine bak. Sevgini genişlet.




KEMAL SAYAR KİMDİR?

26 Mayıs 1966 yılında Ordu'da dünyaya gelen Kemal Sayar, 1989'da Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun olduktan sonra uzmanlığını Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı'nda yaptı. 2000-2004 yılları arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Psikiyatri alanında öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde dört yıla yakın bir süre başhekim yardımcılığı yaptı. Kemal Sayar'ın yayımlanmış başlıca eserleri ise şöyle: Hüzün Hastalığı, Olmak Cesareti, Yavaşla, Kalbin Direnişi, Kendine İyi Bak, Sufi Psikolojisi, Hızır ve Rosa, Otoyol Uykusu, Ricat…
BİZE ULAŞIN