180 km hızla giderken Hızır’la karşılaşmak
Bize hızlı bir dünya sunanlar, bir anda hızlandığımız gibi bir anda da yavaşlayabileceğimizi söyleseler de, şartlar her zaman istediğimiz gibi gitmez. Sanki hızlanmak bilimin ve teknolojinin bize hediyesiyken, yavaşlamak için neredeyse Hızır'a ihtiyaç duyarız. Biliriz ki, bir anda hızlanmak, yola çıkmak kolaydır. Oysa durmak, bir anda yavaşlamak çok zordur. Burada hurafe olarak düşünülen duygunun altını kazımakta fayda var. Doğrusu evet yolda bir Hızır var ama yola çıkmak için önce Hz. Musa'yı bilmemiz gerekiyor. Hızır'ın yardıma geleceğine dair geleneksel bir bilgi var tamam da, Hızır'ı çağıracak kadar Musalık bakalım bizde var mı? Mesela Mevlana, Hızır ve Hz. Musa'yı şöyle anlatır:
"Bak, kelîm olan Musa aleyhisselam ne diyor: 'Bunca makama sahip olduğum halde kendimde varlık hissetmiyorum. Daha öteler için ruhuma ışık tutacak Hızır'ı arıyorum.' Musa aleyhisselamın Hızır'ı aramaya kalkması üzerine kavmi O'na dedi ki: 'Ey Musa! Sen kavmini bırakmışsın, senden daha aşağı mertebede bir zatın izine düşmüşsün! Hâlbuki Sen, 'havf' ve 'recâ'dan kurtulmuş bir peygambersin (…) Musa aleyhisselâm kavmine: 'Ne olur, Güneş ile Ay'ın yolunu kesmeyiniz! (…) Ben zamanın sultanı bir velî ile sohbet için iki denizin birleştiği yere gidiyorum. Hakikat ve marifete ulaşmak için Hızır'ı vesile kılacağım. Bunun için de uzun müddet sefer edeceğim. Ta ki; O'na kavuşayım. Himmet ve azimet kanatları ile yıllarca uçacağım. Yıllar ne demek, binlerce yıl gitsem, yine O'nu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmağa değmez mi' dedi."
Hz. Musa'nın iki denizin birleştiği yere yaptığı yolculukta karşısına Hızır çıkar. İkilinin yaptığı yolculukta tabi olunan kişi Hızır'dır. Bu yolculuğun tehlikelerinden bahseder Hızır, Hz. Musa'ya: "Ben sana sırrını anlatmadıkça sen bana soru sorma" der. Yolculuk boyunca garip hadiseler yaşanır. Mesela Hz. Hızır bir gemiyi deler ve batırır. Hz. Musa buna karşı çıkar. Hızır ise, "Sen benimle asla sabredemezsin demedim mi" der ve ayetlerde anlatıldığı gibi bu hikmetli yolculuk sürer gider. Önce arayış, ardından buluş ve ilim sahibi bir dostla yola çıkış. Tabii tasavvufta da önemli sembollerden biridir bu karşılaşma ve yolculuk. Öte yandan birçok destan metninde de karşılaşırız Hızır kıssası ile. "Kahramanın sonsuz yolculuğunda" arketip hep aynı şekilde işlemeye devam eder. Kişi bir kahramanlık sergiler, bir yola çıkar, ardından yolda bir dostla karşılaşır ve onunla aşılmaz engellerden geçer, umulmadık serüvenleri atlatır. Nihayet çevrim tamamlanır ve kahramanımız ona yeni bir isim veren bu yolculuğu tamamlar. Yolculuğun sonu yaşlılık yani başka bir anlamıyla da bilgeliktir. Onca vartayı sıcak bir yuvada çocuklarına ve torunlarına anlatacak bir hikâyesi olsun diye atlatmıştır kahramanımız. Biz dinleyiciler veya okuyucular kahramanın yolculuğundan dersler çıkarır ya da kendi yolculuğumuz için kılavuz olacak kuvvet şurubu gibi bilgiler ediniriz. Yazılan metinlerde, anlatılan hikâyelerde kahraman arketipi böylece aşağı yukarı aynı biçimde işler.
Kahramanın çarpık yolculuğu
Bizi hıza çağıran ideoloji aslında tamamıyla aynı arketipi izleyerek hem bütün insanlığın hem de dinlerin kadim hikâyesini çarpıtır. Her birimiz çarpıtılmış bir hikâyenin çirkin kahramanına dönüşürüz. Hızın hayatımızdaki karşılığı düpedüz çelimsiz bir serüvene denk düşer. Bu hikâyeyi kurgulayanların elindeki altın silah, bugünlerde herkesin doymaz bir iştahla kullandığı o kelimenin anlamında gizlidir: "Medeniyet." Evet, "çağdaş küresel medeniyet" dedikleri şeyin en önemli savıdır hız. Mademki hayatın çok kısa, o zaman hızlan. Madem görecek çok şey var, hızlan. Madem bu kısacık hayata hapsedildin, o yüzden yaşanacak her şeyi bir hikâyeden diğerine sıçrayarak, bir kahramanlıktan diğerine taşarak hızlı bir şekilde, hatta manyakça yapmalısın. Modernlikle birlikte önce hikâyelerimiz elimizden alındı ve onların yerine ikame edilen, kısa ve hızlı öyküler uyduruldu. Geçmişteki hayatımız bu öykülerin sadece leitmotifidir artık. Dostumun, hızın büyüsüne kapılıp 180 km'yle kaza yapmasına ramak kalmışken kendisini Hızır gibi bir gücün kurtardığına inanması, Allah'a olan inancının çok fazla olmasından kaynaklanmaz, aslında aklının yüzgeçlerinde alttan alta nasıl olur da ultra lüks arabası o virajı alamamıştır sorusu gizlidir. Hatta giderek zamanla aracındaki gizli sistemin onu kurtardığına inanacaktır. Bir sistemdir aslında onu hayatının tek trajik hikâyesinden kurtaran. Hiçbirimiz Hz. Musa gibi bir yolculuğa çıkmıyoruz artık. Bizim yolculuğumuz olsa olsa E-5'te trafikte sıkışmış bir adamın yorgunluğunda gizlidir. Hızır'ı arayacak kadar bile arayışta değiliz çünkü kurtulacağımıza inanmıyoruz. Yalnız kurtulmak isteyen Hızır'ı hak eder. Biz kurtulmaktan çok, gizli bir sistemin gelip sorunları çözmesini, mesela modern tıbbın bizi hastalıklardan kurtarmasını istiyoruz. Önce bütün modern devaları deniyoruz. Eğer hastalığımızın bilimde bir tedavisi yoksa doktorumuz karşımıza dikilip aynen şöyle diyor: "İşiniz Allah'a kaldı." Yani modern insan amelde deist, itikatta ateisttir. İşi Allah'a kaldığının, aldığı her nefeste işinin zaten Allah'la olduğunun bilincinde olan kişidir kendini güvende hisseden.
Demek ki karşımızdaki en büyük sorun "güven" meselesidir. İman kelimesinin belki de en güzel karşılıklarından biridir, güven. Oysa bana sorarsanız evinin kapısındaki kilimi bile sigortalatan bir insanın iman meselesinde derin açmazları vardır.
Randevuyu önce kime verdin…
Hayır hayır, dini meselelerdeki hurafelerden bahsetmiyorum. Modern hayatın bütünü bana kalsa hurafelerden örülmüş durumdadır. Teknik ve medeniyet artık insanların hayal dünyasını zorluyor. Mümkün ütopyaların hepsi öldü. Kimse güzel bir cennet hikâyesine tav değil artık. Herkes çarpıcı bir cehennem hikâyesi istiyor. Geleceğe inancımızı yitirdik. Bilimle randevulaşmayı kabul ettiğimizde oldu bu. Geçen yüzyılda hiç kimse 180 km hıza erişemediği içindir ki, Hızır'ın kendisini gelip kurtarmasını beklemiyordu çünkü gelen zaten gelmişti. O insan gelen mesajla dopdoluydu. Onu zaten Allah kurtarmıştı. Ölüm bu anlamda gündelik ilgileri arasındaydı klasik insanın. Ancak kurtarılmayı bekleyen insan Hızır'dan medet umar. Eski insan kurtarılmayı değil, kurtarmayı istiyordu. Biz ise kurtarılmayı bekleyen gemi kazazedeleri gibiyiz. Gemimiz battı ve sadece izliyoruz. Aramızdan yüzmeyi bilenler karşı kıyıya ulaşabiliyor. Bir tahta parçası bulanlar ona tutunuyor. Boğulanlar yazgılarıyla karşı karşıya kalıyor.
Ve Hızır, Hz. Musa'ya şöyle seslenmişti: "Sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana." Oysa bu hız çağının tam karşısına geçmek için elimizde sonsuz bir imkân, karşı konulamaz, dönüştürülemez bir nimet var: Ramazan. Allah bize Ramazan ayını yavaşlamak, doğrusu biraz da olsa durmak için verdi. Dur ve yavaşla. Bütün azalarınla dur, işte o zaman dikkatinin nasıl da arttığına şahit olacaksın. Evrenin eşsiz müziğini o zaman çok daha yakından duyabileceksin. Oruç nasıl da büyük imkân. Oysa bizim için oruç ve Ramazan'a dair olan bilgiler pide kuyruğu, güllaç gibi simgelerde kalakaldı. Ramazan sadece bir simgeler bütünü sunmuyor bize hâlbuki. Koskocaman hayatımızın bir yanına iliştirilmiş bir bilgi değil Ramazan. Hocalar orucu neyin bozup bozmadığını açıklayadursun, diyetisyenler yemekte önce neyi yememiz gerektiğini söyleyedursun, âlimler orucun hikmetlerini anlatadursun, niyeyse içimizde Ramazan'a kavuştuğumuza dair bir canlılık yok çünkü durmaktan vazgeçtik. Hem sonsuz bir hızla ilerleyelim hem de orucumuzu tutalım istiyoruz. Oysa bu ikisi birbiriyle tamamen çelişiyor. Çeliştiği için de Ramazan'a dair özel bir an yakalayamıyoruz. Hani büyük camilere gerilen mahyalar da olmasa, bu şehre Ramazan geldiğine dair neredeyse işaret kalmadı diyeceğim.
"Ramazan folkloru"nu azaltmalı ve bu ayla birlikte gelen çağrıya yalnız kulaklarımızı değil bütün azalarımızı açmalıyız. Buranın İslam beldesi olduğu sadece camilerimiz ve onların kubbelerinden anlaşılmamalı, aynı zamanda buraya Ramazan ikliminin geldiğini hissettirebilmeliyiz. Bu da korkunç hız çağında bir ay bile olsa yavaşlamakla mümkündür. İşte o zaman kazalardan bizi Hızır değil, tuttuğumuz oruç kurtarır. Ve evet Hızır beklenmez, onunla ancak karşılaşılır. O da tabii ki her şeyi geride bırakıp yola çıkmayı göze almış insanlara özel bir karşılaşmadır. Randevuyu önce kime verdiysek, bizi önce o yoldan çıkardı.